Pervane

Bir ilki gerçekleştiriyor ve burada video paylaşıyorum. Pervane oldum, günlerdir bu müziğin etrafında dolanıp duruyorum. Ne demeli bilmiyorum. Dinleyiniz efendim.

Dibimiz Delindi Batıyoruz

Bundan birkaç hafta önce (bu ne?) bir iş için Konak'a gitmiştim. Zaten işim olmayınaca oraları göremez oldum. Ev ile okul arasındaki 1100 metrelik mesafeden ibaret olmaya başladı tüm habitatım. Evin çaprasındaki durakta otobüs beklerken bir şey fark ettim. Bundan üç sene kadar önce üzerimde aynı kıyafetlerle Konak'a gitmiştim. O gün de cebimde beş kuruşum yoktu. Para namına cüzdanımda bulunan iki şeyden biri kredi kartım diğeri otobüse binerken kullanılan Kent Karttı. Hatırlıyorum, sırtım Gündoğdu Meydanı'na dönük bir banka oturuyordum. Acıksam bir simit alacak para ya vardı yanımda ya yoktu. Bir abla geldi yanıma, "Birileri üzmüş seni güzel yüzlü çocuk, falına bakayım." dedi. Güzel yüzlü deme abla inanmam, diyemedim. Bir başka gerçeği söyledim ona, param yoktu. Üçüncü gerçeği kendi ağzıyla söylemişti zaten, onu ifade etmeme gerek yoktu. Birileri beni üzmüştü. Daha doğrusu ben üzgündüm, birilerinin beni üzdüğünden emin değil(d)im.

Geçenlerde fark ettiğim de bununla alakalıydı işte. Üç sene öncesinden bugüne değişen iki şey vardı. Birincisi parasızlığımın ikincisi suratsızlığımın giderek derinleşmesiydi. Suratsızlığım dediğim aslında hüzün suratlılığımdı. (Hüzün suratlı da ne be, hüzün yüzlü derler ona.) Artık beş parasız olduğum gibi üstüne deli gibi de borcum vardı ve artık yüzümün asıklığı bir şey olmaktan çıkmıştı zira aksini denediğimde eskiden olduğu gibi başarılı olamıyordum.

Ne diyorum ben Allah aşkına?

Life Being What It Is

Günlerdir bu şarkıyı dinliyorum tekrar tekrar. Kaki King'i "August Rush" ile tanıdım. Birkaç şarkısını dinlemekle başladım ve gittikçe müziğinin büyüsüne kapılıyorum. Bana Kings of Convenience'i hatırlatıyor biraz. Güzel, gerçekten güzel.

Otur. Sıfır!

Her yaptığı işte başarılı olmayı isteyip başka hiçbir şeyde başarılı olamamak gibi bir başarım var. Başarı odaklı biri için bu da bir başarı demek teselli olur mu acaba? Bir dakika izin verin kendime sorup cevabını almaya çalışayım. Sabrınız için teşekkür ederim. Sorunun cevabı olduğundan emin değilim ama şöyle bir yanıt aldım. "Bu soruyu sorup cevabını bloga yazmayı düşünmen çok saçma. Sen elini attığın her şeyin altından kalkmak -hem de iyi bir biçimde altından kalkmak- istediğini açık açık itiraf etmezsin ki. Bu yazının ilk cümlesini nasıl kurdun ona şaşırdım zaten. Bir nevi itiraf lan bu. Her yaptığın işten sonra övgü beklediğini kabul eder misin ki? Biri sana başarı odaklı olduğunu söylese zatına küfredilmiş gibi hissetmez misin? Doğru söyle. Haşşöyle, adam ol. Şimdi fazla yorma beni. Hem karnım aç hem kafam karışık, uğraşamam senin kaprislerinle. Hadi canım, hadi. Dükkanın önünü kapatma."

Uyusun da Büyüsün Ninni

Uykum var. Ayakta uyuyorum resmen. Yapacak işler çok olunca uykuya kendimi teslim edemiyorum da. Bu akşam yedek gözetmenliğim ve sonrasında maçım var üstelik. Bu uykusuzlukla bir de futbol oynayınca gece yatağa nasıl pelte gibi yığılacağıma şüphe yok da sabah beni yataktan kaldırmak için vinç mi kullanılacak yoksa jiletle kazımak mı gerekecek onu bilemiyorum. Niye mi bu kadar uykum var? Dün gece iki üç saat kadar uyukladıktan sonra İstanbul'dan İzmir'e dönüş ve ayağımın tozuyla işe gelişim, derhal çalışmaya başlayışım yeterli sebeptir herhalde. Buna sabah sabah çokkültürlülük üzerine eleştiriler okumanın kafamı çorba etmesini de eklersek halim daha iyi anlaşılır herhalde. Neyse, ben artık gideyim. Bunları da bayağıdır boş bıraktığım burası iyice ıssızlaşmasın diye yazdım zaten.

İki Karakterli Mail mi Olur Lan!

Hani Ata diyor ya "Sabah en bi freş (sahi niye fresh diyo la! faraş der gibi) halinle binersin dolmuşa. Abi ordan kasedi bi koyar..." Bugün işte öyle en bi dinç en bi çalışmaya meyyal halimle geldim okula. Hobaaaa! Adamın biri kasedi bir taktı. Öğleye kadar tıkandım kaldım. Şimdi de yemeğe gidiyorum. Hadi bıy bıy.

Hegelci misen Oğlum?

Bayramda memlekete gittim malumunuz. Memlekete gittim diye boş durmadım elbette. Ders çalıştım. Bir yandan da Cumartesi günü gireceğim TOEFL'a hazırlandım. Listening kısmı için hazırlık yaparken not almak için abimden kalma küçük defterimsi şeylerden kullandım. Daha lisedeyken bir şeyler karalamak için kullandığımı hatırlıyorum onlardan. İşe bakın ki elime geçirdiğim de onlardan biriymiş. İçinde üniversitedeyken (artık kaçıncı sınıfın yaz tatilidir bilmiyorum) yazmış olduğum hikayeler vardı. Eskileri okumanın çekiciliğine kapılıp göz attım biraz. Bir tanesi özellikle dikkatimi çekti. Zaten ondan bahsetmek için açtım bu sayfayı.

Hikaye "sen, ben, biz" ekseninde ilerleyen bir diyalogdan ibaret. Okurken gördüm ki düpedüz Hegelyen bir mantık izlemişim. Hegel'e dair zerrece bir şey bilmediğim bir zamanda Hegelci mantıkla hikaye yazmam ilginç geldi bir an. Sonra kime ait olduğunu tam hatırlayamadığım (Ümit Cizre olabilir) yeni İslamcılar'a -Islamist'in Türkçesi, müslümandan biraz daha farklı bir kavram haliyle- dair bir tespit aklıma geldi. (Çok üşeniyorum şimdi tespitin kime ait olduğunu bulmaya. Üstelik bir sürü işim var ve onu bulmam bayağı vaktimi alacak. Ne var ki tespitin sahibini yazmadan devam etmek de zor. Du bakali ne olcek!) Makalede yeni İslamcıların Hegelyen mantığı takip etme konusunda kendilerini batılı hissettiklerinden bahsediliyordu. Eski bir İmam Hatip'li olarak benim de bilmeden de olsa Hegelyen mantığı özümsemiş olmam gayet normal bu durumda. Yine de Hegel'in "reconciliation" -Türkçe'ye uyuşma olarak çevrildiğini sanıyorum ama emin değilim- kavramını bu kadar doğru anlamış (hissetmiş demem daha mı doğru olur acaba) olmam ilginç geldi bana.

Bu da böyle bir anımdır işte.

There and Back Again

Geri geldim. Geri geldim ama gitmek istiyorum. Buralar çok sıkıcı. Burada kalabalığın içinde yalnızsın. Orada da yalnızsın ama hiç değilse kalabalık yok. Sabahları hatta geceleri uykunu bölen araba sesleri yok. Caddede yürürken donuna sıçtıran korna sesleri yok. Hava kirliliği denen bir illet yok. Bilakis alışıncaya kadar solurken ciğerlerini yakan bir hava var. Nerelerden geldiğini ve ne işlemlerden geçtiğini bilmediğin sular yok. Bizzat kaynağını gördüğün, çıktığı yerden içebildiğin sular var. Güneş vurunca gözlerini alan beton yığınları yok. Yıl boyu farklı renklere bürünen otlar ve ağaçlar var. Ben köye gidip arıcılık yapmak istiyorum sanırım. Sıkıldım buralardan.

Adını Anmak İstemediklerimiz

Yağıyor. İnce ince, usul usul yağıyor. Sağanak değil bu. Tatlı tatlı yağıyor. Bu... Bu şey...

Dışardayım. Neden buradayım? Burada olmam şart mı? Yürümem, ayak altında dolaşmam zaruriyetten mi? Etrafına şaşkın şaşkın bakanlar bir de acele acele yürüyenler var sokakta. Bir de ben varım. Yavaş yavaş ıslandığımı fark ediyorum. Saçlarımdan sular süzülüyor, yüzüme ve enseme. Hafif bir ürperti alıyor beni. Islanmak ve ürpermek hoşuma gidiyor. Oluruna bırakıyorum her şeyi. Durmuyorum ama. Aylak aylak dolanmaya devam ediyorum.

Yağıyor. İnce ince, usul usul yağıyor. Sağanak değil bu. Bu...

Bedenim kupkuru. Bir tek saçlarım ve çoraplarım ıslak. Çoraplarım ıpıslak. Çoraplarım...

Gel Yanıma Pazar Eyle

Bugün İstanbul Autoshow 2010'un son günüydü. Şöyle bi gidip dolaşayım, gelecek sene garajıma ekleyeceğim araçlara karar vereyim istedim. O stand senin bu stand benim dolaşırken fark ettim ki bu sene garajıma eklemek istediğim araç sayısı haremime eklemek istediğim hatun sayısından az. Ben de bacakları uzun aklı kısa kızların bolca bulunabileceği bir yerlere gitmeye karar verdim. Sonra baktım, bundan daha yoğun bir yer bulmam şu an için pek mümkün değil.

Neyse, zırvalamayı bırakıp gerçeğe dönelim. Elbetteki fuara gitmiş değilim. Fuar ayağıma geldi. (Off, tutamıyorum kendimi.) Fuarın son günü olması münasebetiyle çeşitli televizyon kanallarında fuara dair programlar yapılıyordu. Bilmem hangi firma yetkilisiydi fuara kadınların ilgisinin düşük olduğunu belirtiyor ve bunu arttırmak için yapılan değişiklikleri anlatıyordu. Yok efendim ailece vakit geçirilebilecek yerler yapmışlar falan. Ne gerek var ki bunlara? Erkeklerin ilgisini güzel bacaklı kızlarla çekebiliyorsanız kadınların ilgisini de kaşı gözü düzgün kaslı erkeklerle çekebilirsiniz pek ala. Düşünsenize otomobillerin bir yanında taş gibi bir hanım kız diğer yanında taş gibi bir bey oğlan, dadından yinmez valla. Gör sen o zaman ilgi tavan yapıyor mu yapmıyor mu.

.

"Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk iki kişiliktir"

Ataol Behramoğlu hiç hazzetmediğim bir şairdir ama Ezginin Günlüğü kontenjanı izin verdi bu sözlere.

İçimizdeki Kedi

Bu sabah derste durup dururken bir şey fark ettim. Daha önce başka biçimde defalarca dile getirdiğim bir şey. Bu şekilde ifade edince etkisi bir başka oluyormuş. Ben hep dil unutma konusundaki ustalığımdan dem vururdum. Bir yabancı dili çok kolay öğreniyor ve daha büyük kolaylıkla onu unutuyorum. Örneklerim de bol. Arapça öğrendim, unuttum. Almanca öğrendim, unuttum. Fransızca öğrendim, -sanırım- unuttum. İngilizce öğrendim ve her gün kullanma mecburiyetim dolayısıyla unutmuyorum; kullanmadığım bir zaman zarfında onu da unuttum. Böyle söyleyince yabancı dil kullanılmazsa unutulur gibi bir kapıya çıkıyor ve orada kalıyoruz fakat bu sabah kafamda bir kıvılcım misali çakan cümleyi telafuz edince... Eğer hakkını verseydim şu an dört yabancı dil biliyor ve konuşuyor olacaktım. Bunu yapamıyor olmam ne büyük bir kayıp şahsım adına düşünebiliyor musunuz? Bir statü göstergesi olduğu için değil, bir güzellik olduğu için. Düşünsenize kendi dilimi de dahil ettiğimizde yaklaşık 750 milyon insanla anadilinde iletişim kurabilirdim. Bunun ikinci yabancı dil hesaplarını yaptığımızda yaklaşık 1 milyar insan yapıyor. Toplamda (kesişim kümeleri için 300 milyon kişi ayırdık diyelim) 1 milyar 200 milyon kişi ile iletişim kurabileceğimi varsayarsak dünya nüfusunun beşte biri ile anlaşabileceğim anlamına gelir bu. Gel de hayıflanma.

Aklıma -tamamen başka bir mecradan meseleye girmiş olsa da kendisi- Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabından bir parça geldi. YKY 2004 basımının kapak arkası yazısı da olan bu metin ana karakterlerden Ömer'in bir tiradının bir kısmı. Olduğu gibi buraya aktarıyorum.

"İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilevesine uğramuş bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

İşte böyle diyor Sabahattin Ali. Hep yaptığı gibi ne güzel anlatıyor insan ruhunun karanlık yanlarını. Ben şimdi bu kaybımın hesabını kime soracağım kendimden başka? Şahsi aczim ve iradesizliğim nedeniyle elimden kaçırdığım bu güzelliğin eksikliğinden kimi mesul tutacağım? Hiçkimseyi.

İstanbul Hatırası

Merhaba sevgili dostlar. Uzun zaman oldu değil mi görüşmeyeli? Sizleri nasıl özledim bir bilseniz. (Kes traşı!) Anlatacak o kadar çok şeyim var ki...

29 Ekim Cuma günü olunca haftasonu ile birlikte nurtopu gibi 3,5 günlük bir tatilimiz oldu. Bizim arkadaşlar bu güzelim tatili bir araya gelerek değerlendirelim demişlerdi yaklaşık bir ay önce. "MEYhane we have to go back!" etkinliklerinin ikincisini İstanbul'da düzenleyelim dediler. Bizim tayfanın çoğu İstanbul'da olduğu için artık orada toplanmak daha kolay ve akıllıca olacaktı. Ne var ki bendeniz para sıkıntısı çektiğim için gitmeyecektim. Bunu duyan bizimkiler sağolsunlar bana masraflar için fon ayırmışlar. Ben hiçbir şeyi düşünmeden kalkıp gidebildim böylece.

Bizim arkadaşların neredeyse hepsi Üsküdar'da toplanmışlar. Böyle olunca bir araya gelmek, kalacak yerleri ayarlamak ve sabahları toplanacağımız saatlerde birbirimize baskı kurmak kolay oldu. Ayrıca Anadolu Yakası'nda dolaşma fırsatını pek bulamamış benim için de oralarda birkaç yer daha gezme olanağı oldu. Üsküdar'da hiç dolaşmamış, Kız Kulesi'ni o kadar yakından görmemiştim mesela. Kanlıca'ya da gitmemiştim.

Evlerin birbirine yakın olmasının bir diğer avantajı da gece geç vakitlere kadar bir yerde kalıp daha sonra diğer evlere dağılmaktı. Gecenin dördü beşine kadar oturup monopoly, batak, counter strike oynayabildik böylece. Onca zaman sonra bir araya gelen insanların sohbet etmek yerine neden bu oyunlarla vakit geçirdiğini merak edebilirsiniz. Bunlar bizim anıları tazelememizi sağlıyorlar. Yurtta vakit geçirmenin en iyi yoluydu bu oyunlar. Hele final zamanlarının olmazsa olmazları. Herkes işinden gücünden, hayatında nelerin değiştiğinden bahsettikten sonrasını bu oyunlara ayırınca maziyi yad etmiş olduk.

Maziden, anılardan bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim bir şey de bu seyahatin benim için İstanbul anılarımı da gözden geçirmeme vesile olduğudur. Tesadüf dedikleri bu mudur bilmem -tevafuk da denebilir elbette- gittiğimiz yerlerin pek çoğu vaktiyle gitmiş olduğum yerlerdendi. Çengelköy'deki Çınaraltı Kahvesi ve Tophane'deki çay bahçesi (ismini hatırlamıyorum) bunlardandı örneğin. Eminönü'de balık ekmek yedikten sonra Mısır Çarşısı'na uğrayışımız da daha önce aynı sırayla yaptığım bir şeydi. O gün Pierre Loti'ye çıkmak nasip olsaydı iyice perçimlenecekti ama program tam istediğimiz gibi yürümediği için o kısmı kaldı. Ayrıca arkadaşları Ağa Kapısı'na götürdükten sonra (ben götürdüm, evet) Lalezar'ı görüp orada da oturmak istemeleri ve daha önce oturmuş olduğum masayı seçmiş olmaları da bu tekrarlardan ilginç bir tanesiydi. İşin güzel yanı geçen sene bu vakitler başıma gelse canımın yanacağı bu şeyler bana keyif verdi.

Bunca güzel şeyin yanında elbette ters giden bir şeyler olmalıydı. Nitekim oldu da. Böyle yoğun bir haftasonu az uykuyla birleşince vücut direncimin düşmesine neden oldu. Bunda ev yemeklerinden uzak kalışımın da etkisi var elbette. Üstüne İstanbul'un soğuğu da eklenince (bilhassa akşamları boğazda rüzgarın çıkmasıyla) bendeniz şifayı kaptım. Öyle aman aman bir hastalığım yok ama bünye zayıflayınca kurtulmak güç oluyor. İyice dinlenmeye ihtiyacım var kendime gelebilmem için. Dönüş yolunda buna iyice kani oldum zaten. Serviste uyuklamaya başlamıştım ve otobüse biner binmez sızdım. Öyle ki sadece gecenin bir vakti uyandım ve muavinin az ötede olduğunu görünce su isteyip içtim o kadar. Sonrasında İzmir'e ininceye kadar yeniden uyudum. Gelin görün ki otobüste uyuyunca pek dinlenmiş olmadım. Eve geldiğimde tutulan kaslarım açılsın diye kollarımı sağa sola açıp öne arkaya eğilmeye başlayınca her yanımdan kütürtüler geldi. Hele öne doğru ilk eğilişimde kaburgalarımdan mı yoksa omurlarımdan mı geldiğini tam anlayamadığım makineli tüfek sesleri...

Şimdilik bu kadar. Aklıma gelen başka şeyler olursa sizinle paylaşırım elbette. Sevgiler.

Önemli Şeyleri Bozmamak Lazım

Bugün bir şey öğrendim. Eğer bir değişikliğin sonuçlarının nasıl olduğunu görmek istiyorsan değişikliği öncelikle kullanmadığın bir eşyanın üzerinde yapmalısın, öyle bir eşya yoksa oluşturmalısın.

Dün bölüm toplantımız vardı. Yeni bölüm başkanımızla tanıştık. Pek çok şey konuşuldu. Toplantının sonuna doğru gündem dışı konulara geçtik. Bölüm başkanımız bir bölüm blogu olmasının güzel olacağını söyledi ve bölümün web sorumlusu olarak meseleyle ilgilenmemi istedi benden. Ben de bir yandan wordpress bir yandan blogger kurcalayarak istenene en yakın sonucu nasıl elde edebileceğime bakıyordum. İstenenin karmaşıklığından değil, bilakis basitliğinden ötürü uğraşmam gerekiyordu. Her ikisinde de bölüm blogunu açmadan önce denemeler yapmayı akıl ettim. Wordpress'te kullanmadığım bir blogum vardı zaten çok uzun zaman önce alıp bazı erişim problemleri nedeniyle bıraktığım. Orada burada bir şeylerle uğraşıp nasıl sonuçlar verdiğini görmeye çalışıyordum. Elbette bu blogda yaptığım değişikliklerden sonra eski haline dönsün diye HTML kodlarını notepad'e aktarmıştım. Gelin görün ki işi gücü tamamlayıp blogu eski haline getirmek istediğimde aynı şeyleri kopyalayıp yapıştırmama rağmen şablonun ağzı yüzü dağılmış hale geldiğini fark ettim. Yazı boyutlarının şaftı kaymış, renkler değişmiş falan. Kodlarla oynuyorum ama işlemiyor hiç. Tekrar yedekleme yapıp klasik şablona geçtim. Tüm widget'ler falan kaldırıldı. Sonra eski temayı tekrar yüklemek için tema seçeneklerinden basit bir şey seçtim. Sonra tekrar bu temayı yükledim. Bu defa en azından yazı boyutlarıyla falan oynayabildim. Eski haline geldi mi tam olarak emin değilim ama bozulmuş halinden iyidir onu anladım.

Utanma

Aranızda kitap okurken ya da film izlerken kahramanların başına gelenlerden ötürü hicap duyan var mı? (Vaay, lafa bak. Hicap duyan. Utanan desem olmuyor muydu? Oluyordu. Niye demedim o zaman? Canım böyle demek istedi. Keşke eskiden de canım böyle isteseydi. Daha yalın bir dil kullanacağım diye zamanında kendimi zorladım da ne oldu. Şimdi istesem de beceremiyorum sadelikten. Üstelik sadelik içinde güzellik de barındıran bir ifade. Benim üslubum ise kuru denebilecek bir vaziyette. Neyse.) (Yine parantez içi yazının kendisinden uzun olacak galiba.) Gerçek (yaşanmış) bir hikayeden alıntı olsun ya da tamamen kurgu olsun fark etmiyor ne zaman (hadi çoğu zaman diyelim) okuduğum bir kitapta ya da izlediğim bir filmde (tamam lan dizide de olsun, aralarında ne fark varsa konumuz açısından) kahramanlarımızdan birinin başına utanmalarına neden olacak bir şey gelse ben utanıyorum onların yerine. Hatta bazen onlar utanmasa bile ben utanıyorum. Kitabın o satırlarını göz ucuyla geçmek, filmin/dizinin o sahnelerini görmeden atlamak istiyorum.

Bunu ilk fark ettiğimde ilkokula başlamamıştım sanırım. Misafirlikteydik ve televizyonda Büyük Yemin vardı. Hani Fatma Girik'in Iraz Kadın'ı, Cüneyt Arkın'ın da Iraz Kadın'ın oğlu Ahmet'i oynadığı film. Hatırlayanınız vardır belki, Iraz Kadın'a kanlılarının tecavüz ettiği bir sahne vardır. Ben bu duyguyu ilk o sahnede hissettim hatırladığım kadarıyla. İşin doğrusu o an Iraz Kadın adına mı utandım yoksa tecavüzcüler adına mı bilmiyorum. Iraz Kadın'a üzülmüştüm ama, onu biliyorum. Bu sahne bende öyle kötü bir etki bırakmıştı ki uzun zaman tuvalete gittiğimde kemerimi çözerken aklıma o sahne gelir ve kendimden utanırdım.

Bunca lafı bir yere getirecektim ben ama unuttum şimdi nereye getireceğimi. Neyse, kalsın böyle.

İki İlginç Tespit

Geçtiğimiz hafta iki ilginç muhabbete tanık oldum. Tanık oldum deyince sanki birileri muhabbet ediyormuş da ben duymuşum gibi oluyor. Öyle değil. Benimle muhabbet edilirken ilginç muhabbet oldu. Ne diyorum ben ya? Farkındayım abuk cümleler kurdum. Silmeyeceğim ama. Yeniden başlayacağım.


Geçtiğimiz hafta hakkımda iki ilginç tespit yapıldı. Birincisi ah canım kardaşım benim arkadaşım Burak'tan geldi. Birebir onun cümlesini aktarıyorum. (Aslında birebir değil. Bizim kendisiyle sohbet ederken memleketimin rastgele bir bölgesinin ağzından konuşma alışkanlığımız var. Aynı cümlenin içinde bile farklı ağızlar kullanabildiğimiz için ben doğrudan İstanbul ağzına çevrilmiş olarak yazacağım.) "Adamım hayatın kendini etrafındakilere sittirettirtmekle geçiyor." İlk okuduğumda anlamadım bu cümleyi. Daha doğrusu anladım ama doğru anladığımdan emin olamadım. Her zaman yaptığım gibi salağa yatıp üç beş soru üst üste sorup ne söylemek istediğini anladım bizimkini. Hayatım etrafımdakilere beni boşvermelerini telkin etmekle geçiyormuş. Bunu neden söyleme gereği duyduğunu sorduğumda "Dikkatimi çekti." deyip sıyrıldı işin içinden.


İkinci tespit ise şu zırdeli dünyada yalnız bir akıllı (tamlamanın ilham kaynağı için bkz: Şu Hortumlu Dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır) olmadığımı bana hissettiren ofis arkadaşım Ebru'dan geldi. Ne oldu da bunu söyledi kendisi bilmiyorum ama bana "Sende borderline sendromu var oğlum." dedi. Ben cahil bir herif olarak bunu ilk önce sınırlarını bilememe sendromu falan gibi bir şey zannettim. Hak verdim, sınırını bilmeyen bir insanım. Bunu söyleyince kendisi yanlış anladığımı, borderline'nın başka bir şey olduğunu söyledi. Okudum ve öğrendim. Sağolsun canım arkadaşım sayesinde şahsımla ilgili sorulardan birine daha cevap almış oldum.

Köpoğlu

Sabah ekmek almaya giderken oturduğu apartmanın merdiven aralığında yatan bir köpek görseniz ne düşünürsünüz? Sizi bilmem ama ben hiçbir şey düşünmedim. Yok düşündüm bir şeyler de hiç şaşırmadım. E bizim katın önündeki kediden sonra şaşırmamam normal tabi. (Hatırlarsınız canım, bahsetmiştim kendisinden.) Sanırım dünkü yağmurdan kaçmak için garibim dış kapıyı açık görüp dalmış içeriye. Giriş yaş olduğu için orda da yatamamış, birinci katın önünde uzanıvermiş. Sevimli de bir şeydi kerata. Yavruağzı mı diyorlar ne öyle bir rengi vardı. Selam verip yoluma devam ettim. Okula gelmek için çıkarken de hala yatıyordu orada. Bakalım kedi gibi o da bir müddet mekan eyleyecek mi apartmanı.

He Canım He

Baktım birkaç gündür buraya uğramamışım (uğradım aslında ama şarkı sözü yazıp gittim, o sayılmaz) bir şeyler karalayayım dedim. Söyleyecek bir şeyim yok (herzamanki gibi) ama olsun. Ben takipçilerimi (hele hele bir şeyler yazmamı heyecanla bekleyenleri) bekletmeyi sevmiyorum (yalana bak, sanki geçen sene aylarca buraya bir şey yazmayan ben değildim) bazı arkadaşlarımızın yaptığı gibi. (Onlar kendilerini biliyorlar. Bilmiyorlarsa da ipucu verelim. Aralarında iki haftayı iki tanecik yazıyla geçiştirenler var. Deli Emin'in taklacı güvercinleri bile daha az kaytarıyor yahu! Ha tabii sanatçı tembelliği yapanlar olabilir, onlara bir sözümüz yok. Sanatçı tembellik etmez zaten, malzeme biriktirir. Ne saçmalıyorum ben ya? Şu parantezi de kapatmak lazım artık, uzadıkça uzadı laf.) Bugün hiçbir şeye odaklanamıyorum, ondan böyle gevezelik ediyorum, boşverin siz.

.

"Orda her kiminleysen
Belki sevgilinleysen
Söyle Kumralım için sızlamaz mı? 
Bilmem hatırlar mısın 
Gözlerim ne renkti
Söyle Kumralım benim adım neydi?"

Sahi Kumralım sen miydin? Sen Kumralım mıydın? Kumral mıydın? Neydin lan sen?

Henüz Cevabımı Almadım, Alınca Teşekkür Edeceğim

Bir insan mutlu olmamak için kendisini bu kadar zorlar mı? Mutsuz olmak için demiyorum bakın, mutlu olmamak için. En ufak bir sıkıntıda eli ayağı titremeye başlar mı? Kalp atışlarının düzeni bozulur, nefesini kontrol edemez, dili dolanır, sesi yükselir mi? Gün içinde yaşadığı can sıkıcı bir olayı kafasında defalarca canlandırır, kendi kendine söylediklerini tekrar eder, hatta yeni sözler ekleyerek olayı yeniden kurgular mı? Hayata hep olumsuz yanından bakılır mı? Akşam evine gittiğinde gün içinde olan güzel olayları değil de canını sıkanları mı anlatır hep? İyi olanlardan da bahsetti zaman zaman diyelim yine de kötü olanlardan mı bahsetmeye başlar girer girmez? Bu bilmem kaçını istiyorum.

.

Biliyor musunuz burası güzel bir yer benim için. Bir nevi sığınak desem değil. Kendimi olduğum gibi anlattığım yer desem o da değil. (Çoğunuzu tanıyorum. Bazılarınızı yüz yüze görüştüğüm için bazılarınızla yazılarımız vasıtasıyla tanıştığım için.) O nedenle kendimi saklamadan yazıyorum dersem yalan olur. Yine de yazıyorum işte. Biraz saklayarak, biraz çarpıtarak da olsa içimi döktüğüm tek yer burası. Neler hissettiğimden haberi olan insanlar sizlersiniz. (Kendinizi onurlandırılmış hissediyorsunuz değil mi, doğru söyleyin.) Neyse. Buraya şunu söylemek için gelmiştim aslında. Halen bir çocuk olduğumu bildiğim halde çok şey yaşamışım gibi hissettiğim oluyor zaman zaman. Ben işte bu yükü kaldıramıyorum.

.

"Adımı unutacak kadar kaybettim kendimi."

Henüz bu raddeye gelemedim ama o günleri de görürüz herhalde. Şimdilik dört sene önce çıkmış olduğum yolda son durağa vardığımı söyleyeyim yeter. Artık biriyle konuşmak istediğimde arayacak kimsem yok. Ne mutlu değil mi bana? Ağır ağır, yılmadan yürüdüm bu yolda ve nihayet başarıya ulaştım. Başarımda en büyük pay muhakkak ki bizzatihi kendime ait ama bu hususta bana yardımcı olan birkaç arkadaşım olduğunu da inkar edemem. Kendilerine yardımları dolayısıyla teşekkürlerimi iletiyorum. 

Agent Carmichael

Sanırım söylemiştim daha önce, takip ettiğim dizilerin arasında bir yenisi daha eklendi. House ve The Big Bang Theory'den sonra Chuck izlemeye başlayarak dizi sayımı üçe çıkardım. House ve The Big Bang Theory'nin yerleri ayrı, zira ikisinde de şimdiye kadar gördüğüm en tutarlı televizyon karakterleri mevcut (abim Gregory House ve adamım Sheldon Cooper). Chuck ise düne kadar neden sevdiğimi anlayamadığım bir diziydi. Eskiden ara ara CNBC-e'de denk gelince izlerdim. (Ben zaten CNBC-e ve TNT'den başka kanal izlemem. Bir de belgesel izlerim.) Bir iki hafta önce sıkıntıdan ilk bölümünden itibaren izlemeye başladım. Artık zamansızlıktan mıdır yoksa House ve The Big Bang Theory kadar sürükleyici olmamasından mıdır bilmem onlar kadar sıklıkla izlemesem de ara sıra bir bölüm izliyorum. Şu an üçüncü sezonun başındayım. (House'un ilk üç sezonunu dört günde bitirdiğimi düşünürsek gerçekten yavaş sayılırım.) Dediğim gibi düne kadar diziyi neden sevdiğimi bilmiyordum. Çerez bir dizi işte. Olayların bir çekiciliği, sürükleyiciliği falan yok. (Yvonne'un çekiciliği ayrı tabi. Yine de o kadar çok çekici kız var ki piyasada bu diziyi sevmem için yeterli değil.) Dün ise birden bire fark ettim. Chuck'ın bir yönünü kendime acayip benzetiyorum. Adam iyi bir şeyler yaptığını zannederken sıçıp batırmak hususunda benimle atbaşı gidebilir. Gerçi o ne yapıp edip bir Agent Carmichael'lık yapar ve günü (bittabii götü de) kurtarır. Benim için durumun ne olduğunu söylememe gerek yok herhalde.

İşte böyle sevgili pıtırcıklar. Bir "öyle ilginç bir hayatım var ki anlata analata bitiremiyorum" yazımızın daha sonuna geldik. Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle. Esen kalın.

Masal Bu Ya

Bana bir masal anlat baba. Bir masal anlat ama olmuşu değil olacağı anlat. Bana bir masal anlat, içinde umut olsun. Tek istediğim bu şimdi. Bana bir masal anlat, geçmişte değil gelecekte olsun ve içinde umut olsun.

Fight Club

"Bir gün gelir bir gün geçer
Bazı şeyler hiç ama hiç değişmez."

Şarkının nakaratı tam bu sayfayı açtığımda çalmaya başladı ve söylemek istediklerimle tam uyum arz ettiği için yazıverdim. Bazı şeyler gerçekten hiç ama hiç değişmez. Üstelik günler değil yıllar hatta asırlar geçse de değişmez. Neyi düşünerek mi bunu söylüyorum? İnsanoğlunun sırf farklı olduğu için başkalarıyla çatışmasını. Hepi topu iki buçuk asırlık bir geçmişi olan -ki insanlık tarihini düşününce komik derecede kısa bir zamandır- milliyetçilik akımı nedeniyle insanların başkalarını küçümsemesi, onlara hakaret etmesi, hatta savaş açması garip değil mi? Garip ama insanoğlunun bir gerçeği. Ne yazık ki bu milliyetçiliğin yayılmasıyla başlamış bir şey de değil. Ondan önce de insanlar arasında farklılıklar vardı ve bu farklılıklar çatışma nedeniydi. Bundan sonra da böyle olacak muhtemelen. Milliyetçiliğin önemini kaybetmesi (elbet bir gün tarih sahnesinden silinecek) bir şeyi değiştirmeyecek.

Burası Ne Cephesiyse Artık, Değişen Bir Şey Yok

Nerede kalmıştık? Hiçbir yerde kalmamıştık değil mi? Hiçbir yere gitmiyorduk zaten. Bir şey anlattığımız da yoktu. Öyle havadan sudan konuşuyorduk hep yaptığımız gibi. "Sonra bir şey oldu, aniden hava değişti; biz başka şeylerden konuşur olduk." demeyi ne çok isterdim bilseniz. Oysa her şey aynı. Her şey eskiden olduğu gibi. Biz hala havadan sudan konuşuyoruz.

.

Günaydın, ben geldim. Söz verdiğim gibi erken kalktığımı size bildiriyorum. Aslında yaklaşık 45 dakika daha erken kalkmayı planlıyordum ama dün ondan da erken kalkınca herhalde bugünküne bünye izin vermedi. Neyse, kitabım beni bekler. Yetiştirmem gerekiyor bu sabahki derse. Öptüm canlarım.

Uyusak mı Ne Yapsak?

Gece gece burada ne işim var? Şu an ya okuyor olmam ya da sabah erken kalkıp okumak için uykuya dalmış olmam gerekirdi. (Yok, öyle yalan olacak türden değil. Okumam şart.Okunacak metin Kant'a ait olunca bu hiç de mantıksız bir seçenek sayılmaz.) Ben ne yapıyorum. Bloga bir şeyler yazıyorum. Aslında bir şey yazdığımdan bile emin değilim. Gözümün önünde harfler var elbette. Klavyenin tuşlarına her dokunuşumda yeni biri ekleniyor, görebiliyorum. Hatta kelimeler ve cümleler olduğunun bile farkındayım. Cümlelerin kendi içinde tutarlılık arz ettiğinden çok emin olmasam da anlamlı olduklarını dahi biliyorum. Yine de bu benim yazıyor olduğum anlamına mı gelir? Herhangi bir şey anlatıyor muyum şu an? Hayır. Bildiğiniz laf salatası yapıyorum. Zaten sayfayı açarken de aklıma hiçbir şey yoktu yazmak için. Uyumak ve okumak arasında karar verme sürecini biraz daha uzatmak için bir oyalanma yöntemi sanırım.

Uyumaya ve sabah erken kalkmaya karar verdim. Söz, erken kalkmış olursam buraya yazacağım bilginiz olsun diye. (Çok umurunuzdaydı değil mi?)

Cicilerim Geldi

Yeni kulaklıklarım geldi bugün. Gelmelerini sabırsızlıkla bekledim resmen. İlkokulda yeni ayakkabılarını arkadaşlarına göstermek için sabah olmasını bekleyen çocuklar olur ya onlar gibiydim resmen. Bütün gün "Cicilerim gelecek." diye dolaştım ortalıkta. Ama heyecanıma da değdi be. Çok kaliteli ses veriyor gerçekten kulaklıklar. Gerçi hissettiğim kalite farkının sebebi eski kulaklıklarımın hem bayağı eski hem de bir tarafının (sağ) çalışmıyor oluşu olabilir ama kulaklıkların Creative olması dolayısıyla gerçekten de kaliteli olma ihtimalini yükseltiyor. (Amma fazla yazım hatası yaptım ya. Sil yaz sil yaz canım çıktı. Neyse artık, gidiyorum ben şimdi.)

Le Parfum (Kitabı Değil)

Dün yazdıklarımı okuyunca bana "menopoza girmişsin" diyen arkadaşıma buradan teessüflerimi iletiyorum. Biraz canım sıkılmış olabilir, ne var bunda? Ben isyan edemeyecek miyim? Ben gözyaşlarımı içime akıtmak yerine kağıda dökemeyecek miyim? Ben hislerimi yazıyla başkalarına aktaramayacak mıyım? Ben insan değil miyim? Benim başkalarından neyim eksik? Gelmeyin üstüme. (Nutellaaaaaaa!)

Ya o değil de dün aslında başka bir şey söyleyecektim ben ama can sıkıntısından yazamadım. Kadınların parfüm şişesine batıp çıkmışçasına ortalıkta dolanmalarına şaşırıyorum. (Erkeklerde de var bu elbette ama kadınlarda daha yüksek oranda ve daha yoğun olduğundan kadınlar dedim. E tabi biraz da seksistlik var serde.) Hani ara sıra parfüm kullanmak normal bence ama her gün, her sabah işe giderken, her akşam dışarı çıkarken falan parfüm kullanmak, hem de metrelerce sonra bile insanların kokusunu alacağı kadar çok kullanmak niyedir anlamıyorum. Bir güzelliği/özelliği de kalmıyor zaten bu kadar çok kişi bu kadar çok kullanınca. Bu kötü kokun demek değil ama parfüm kullanmamak kötü kokmak da değil ki. Doğru düzgün temizlik ve gerekliyse (ki sıcak yaz günlerinde bilhassa gerekli oluyor) ter kokusunu önleyici (terlemeyi değil, zaten öyle bir şey var mı ondan da emin değilim) malzemelerle kötü kokunun önüne geçilebilir. Bunu yaptıktan sonra özel zamanlar haricinde parfüm kullanmanın mantığını hiç anlamıyorum. Zaten çoğu da pasta gibi kokuyor. Iyy! (Aklıma Soul Kitchen'da her yemeğe krema ekleyen kahramanımız geldi birden.)

.

Üzerime bir ağırlık çöktü. Öyle LG Wink reklamındaki gibi değil. Nasıl olduğunu da bilmiyorum. Öyle çöktü ki ağzıma sıçtı bıraktı. Bunu ifade edebilecek daha iyi bir kelime ya da kelime grubu yok haznemde, üzgünüm.

Kasvet öylesine ele geçirdi ki ruhumu oradan bedenime, bedenimden tüm aleme yayılmak için delik arıyor gibi geliyor bana. Göğüs kafesimden, boğazımdan, ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan, gözlerimden yol arıyor kendine. (Kıçımın üstüne oturmasam orayı da zorlayacak, şüphesiz!) Başımı önümdeki masaya vurasım geliyor, defalarca. Alnımı duvara ya da cama dayayıp öylece kalmak geçiyor içimden. Belki saatlerce, belki günlerce hiçbir şey yapmadan öylece bekleyesim. Bunun imkansız olduğunu bildiğimden kendimi çekyatın güvenliğine bırakıp televizyonda ya da bilgisayarda aralıksız film ve dizi izlemek geliyor içimden. Karman çorman türlerden hem de. En kalitelisinden üçüncü hatta beşinci sınıf olanına, macera filminden romantik dizilere kadar ne var ne yok bir sürü şeyin gözlerimin önünden geçmesini ve bu olurken yemek yemek dahil olmak üzere hiçbir şey yapmamayı istiyorum.


Ben çok sıkıldım. Eskiden bu sıkıntının "bir sevgili bulsan geçer" türünden olduğunu sanıyordum. Ne güzel günlerdi onlar. Sevgili (ulan ömrüm boyunca sevemedim şu kelimeyi be) bulamasam da hiçbir zaman (sevgili bulmak ne demek ki hem) sıkıntımın böylece geçeceğine inanmak bile güzeldi. Şimdiyse... Şimdiye lanet olsun. Durmak bilmeyen zihnime ve susmak bilmeyen iç sesime lanet olsun. Yeter! Düşün artık yakamdan. Ben her neysem ve siz her neyin aracısıysanız artık, umurumda bile değil, beni rahat bırakın. Bugüne kadar bildiğim/bildiğimi sandığım her şeyi unutturdunuz zaten,

Ağzınıza sıçayım hepinizin. İçimi dökerken bile rahat bırakmıyorsunuz artık. Kurduğum cümlelere karışıyorsunuz. Edeceğim küfürlere karışıyorsunuz. Hangi noktalama işaretini nerede kullanacağıma karışıyorsunuz. Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer!

Bir Mumdur, İki Mumdur, Üç Mumdur

Bilenler bilir (nasıl da seviyorum bu ifadeyi kullanmayı) ilaç kullanmaktan nefret eden biriyim. Öyle her baş ağrısına, diş ağrısına ağrı kesici alan; iki defa öksürüp bir defa hapşırdı diye kendini antibiyotiğe boğan biri değilim. Lakin öyle bir belaya çattım ki bu hafta bütün o direncim fıs diye söndü.

Cumartesi günü akşam üzeri dişimde hafif bir ağrı hissettim. Yine o düzensiz fakat olağan ağrılardan biri olduğunu düşünerek umursamadım. Bir iki saat sonra bunun iltihaptan kaynaklandığını anladım ama çok dert etmedim. Gece yarısına doğru iltihabın yayılmakta olduğunu fark edince ne olur ne olmaz diye nöbetçi eczaneye gidip bir antibiyotik istedim. Antibiyotiği aldım ama sabah uyandığımda iltihabın ağzımın sağ tarafını tamamıyla kaplamış olduğunu fark ettim. Antibiyotiğin işe yaramasını umarak o gün akşama kadar bekledim ama üçüncü dozu aldığım halde bir gelişme olmayınca hatta gelişme iltihapta olup dilimin altında ikinci bir dil daha oluşunca acil servisin yolunu tuttum. Orada ihtiyaten kıçımdan (ayıp ayıp, kabadan diyecekmişim) bir iğne vurduktan sonra antibiyotiğe devam etmemi ve şikayetim devam ederse KBB'ye gitmemi tavsiye ettiler. Ertesi gün (Pazartesi) sabahı uyandığımda iğnenin etkisiyle olsa gerek iltihap bayağı gerilemişti. Tüm gün de gayet iyiydim fakat öğleden sonra artmaya başlayan ağrı akşama hayli fazlalaşmış ve iltihap yeniden ilerlemeye başlamıştı. Gece güç bela uyuyup sabah soluğu poliklinikte aldım. Aslında iyileşeceğimi bilsem yine umursamazdım belki ama daha kötü şeyler olmasından korktum. Doktor amca sağolsun bayağı ilgilendi. Bir iki teşhis amaçlı sorudan falan sonra midemin sağlam olup olmadığını sordu. Çok şükür şimdiye kadar hiçbir sorunum olmadı, dedim ama niye midemi sordu acaba diye de merak ettim. Meğer vereceği ilaçlar yüzündenmiş. İlaçla arası olmayınca insan bunları bilemiyor tabi. Benim kullandığım kıytırık antibiyotiğin yerine iki tane binlik antibiyotik (Augmentin ve Bactrim Forte) bir de ağrı kesici (Apranax) verip yola koydu beni doktor amca.

Acilen çıkmam gerekiyor. Bu konuyla ilgili anlatacaklarım zaten bitti gibi. Eğer bir şeyler daha söylemek istersem ya da başka bir şeyden bahsetmek istersem yine uğrarım.

Öptüm iki yanaktan.

Buralar Soğuk Siyah Falan Filan İşte

Seneler önceydi efendim. Üç arkadaş Ankara Asfaltı'nın kenarında oturmuş bir yandan çekirdek çitlerken gelip geçen arabalara bakıyor bir yandan da hayat memat meselelerini konuşuyorduk.

Şaka şaka, hikaye anlatacak değilim. Bayağıdır uğramıyordum ya buraya, öylesine gevezelik edesim geldi. Zaten anlatacak hikayem de kalmadı. Yavaş yavaş geçmişimin silindiğini hissediyorum. İzmir'de yeni olduğum zamanlar arkadaşlarımı Erzurum hikayelerimle bıktırdığımı hatırlıyorum ama İzmir'den ayrılıp bir yerlere gitsem şimdi anlatacak ne miktarda İzmir hikayem olur merak ediyorum. Hiç olmaz diyemem ama çok fazla da olmaz sanırım. Ya anlatma isteğimi kaybediyorum ya da yaşadıklarımı unutmaya başladım. Hatta bana sorarsanız ikisi birden oluyor.

Ben buraya nereden geldim? Anlatacak hikayem kalmadı demiştim, hatırladım. Sürekli kendisinden bahseden birinin bunu söylemesi ne garip değil mi?

Sıkıldığımı fark ettim birden. Şimdi de bunu yazmamın ne kadar abes olduğunu fark ettim zira bunu daha önce de defalarca söylediğimi hatırladım. O kadar çok tekrar ettim ki aslında sıkılmış olmamın ifade etmeye değer hiçbir yanı kalmadı. Hakikatte defalarca ifade etmemiş olsam da sıkılmış olmamın duyurulmasının hiçbir değeri olmamalı. Kime ne benim sıkılmamdan. Birinin sıkıldığını söylemesi çok ben-merkezli bir davranış değil mi sizce de?

- Ben sıkıldım.
- İyi.

Benim sıkılıp sıkılmamam sizi neden ilgilendirsin ki? Bu başlı başına bana ait bir sorun ve çözümünü de kendi başıma bulmalıyım. "Aç da dötünü barnakla." derse biri misal, kabul edecek miyim? Etmeyeceğime göre... Aman, iyice saçmalamaya başladım.

Not: Vaktiyle (ahan da şu linkteki yazıda: http://nafileden.blogspot.com/2010/06/olsun-mu-olmasn-dert-sana-ugramasn.html) yine anlatacak hikayem olmamasından şikayet etmişim ama orada kurgudan bahsederken burada bizzatihi yaşanmış olanları kastettim. İkisini birden kaybediyor olmak da kötü be!

Ben, Ben, Ben, Ben, Beeeen!

Çok sinirliyim be günlük. İnsanların benmerkezciliği terbiyesizlik noktasına vardırırcasına davranmalarından nefret ediyorum. Bir kaşık suda boğasım geliyor bazılarını sırf bu yüzden. Son iki günde öyle şeyler oldu ki aklıma geldikçe cinlerim tepeme çıkıp çıkıp çıkıyor. (Sürekli çıkıyor, o derece.) Hele bugün olanlar için ne diyebileceğimi hiç ama hiç bilmiyorum. Neler olduğunu anlatamıyorum zira yaşananlar boyumu aşıyor ve -üzülerek söylüyorum ki- burayı takip edip benim kim olduğumu bilen insanların bunları öğrenmesini istemiyorum ama bilin ki insanların ne kadar terbiyesiz ve haysiyetsiz olabildiklerini görmem için çok iyi bir örnekle daha karşılaştım bugün.

Bir Ameriganın Gözüynen

Amerikalı bir misafirim var. Kendisi dün akşam geldi ve bir iki gün kalıp gidecek. Dün epeyi geç vakitlere kadar sohbet ettik kendisiyle. Çok eğlenceli biri. 53 yaşında ama inanın otuzlarında gösteriyor. Herhalde neşeli olduğu ve belki biraz da çok fazla şeyi dert etmediği için öyle, bilemiyorum. İşte bu abiyle (amcayla mı demeliydim) konuşurken şöyle bir şeye değindi kendisi. Pek çok yer gezdiğini, bir hayli insanla tanıştığını ve bu insanların içerisinde daha iyi bir hayat düşleyenlerin haliyle bir hayli fazla olduğunu söyledi. Fakat bu insanlar genellikle yaşadıkları yerde daha iyi bir hayatı düşlüyorlar. Türkiye'de ise insanlar başka ülkelere gitmeyi hayal ediyorlar dedi. Gittiğim diğer yerlerde tanıştığım diğer insanların da bir kısmı bunu istiyordu fakat Türkiye'deki kadar çok sayıda ve yoğun biçimde olanına hiç rastlamadığını belirtti. Acaba ümidini çabuk kaybeden bir millet miyiz yoksa altından kalkılması gerekenler çok fazla olduğu için erken mi yoruluyoruz?

Nereden Girdim Nereden Çıktım, Hey Allahım Ya!

Blogcular bu aralar grevde falan galiba. Google Reader'ı açıyorum, izlediğim bloglarda hiçbir hareketlilik göremiyorum. Eskiden günde en az dört beş kayıt olurken şimdilerde bir tane ya oluyor ya olmuyor. Kendime bakıyorum, bu aralar çok sık yazmadığımı fark ediyorum. Aslında yazıyorum ama bir ara oldu mu o ara uzuyor. Hoş benim gerekçelerim var. Mesela bu hafta sonu İzmir'de değildim. İzmir'de olmamam demek yazacak fırsatı bulamamam demek.

Hafta sonunu Bursa'da, abimin dünya evine girmeye çalışmasını izleyerek geçirdim. (Ne abuk bir cümle oldu lan bu! Sağa sola çekeni vururum ona göre. Benim anlatma kabiliyetim bu kadar, ne yapayım.) Ben bu düğün dernek işlerini pek sevmem ama bizimki tam olarak düğün biçiminde olmadı. Yengemin dedesi iki hafta önce vefat ettiği için eğlence yapılmadı. Benim canıma minnet, gelenlere hoşgeldin, gidenlere güle güle dedim, takımı taktım çıktım işin içinden. "Sıra sende artık." esprilerine de "Nasip, kısmet." cevaplarını vere vere bir düğünden kurtulmuş oldum.

Kendimi bildim bileli bizim evde abimlerin evlenmesi meselesi konuşulduğu için bunu nihayet birinin gerçekleştirmiş olması garip bir duyguymuş.

Bir Futbol Müsabakasının Ardından

Efendim dün uzun bir aradan sonra (bir buçuk iki yıl kadar) ilk kez futbol maçı yaptım ve bunu özlediğimi fark ettim. Hiçbir zaman iyi bir futbol oyuncusu olmadım ama futbol oynamayı her zaman çok sevdim. Hele lisede bir bahane olsun da maç yapalım diye bakınırdım etrafıma. Günde iki üç defa oynardım da yine doyamazdım. Bilmem ki bu sevgiden ötürü müdür hasretin yerini vuslata bırakması bende kas ağrısı olarak iz bırakmadı. Ben bu sabah yataktan kalkmakta zorluk çekeceğimi düşünürken gayet iyi durumda olduğumu gördüm. Bir tek ayak parmaklarımın tırnakları (bilhassa başparmakların) renk değiştirdi o kadar.

Bir Blogger Bir Blogger'a Gel Beraber Blogistan'daki Bir Blogu Kapatalım Demiş

Biraz evvel takip ettiğim bir blogun kapandığını fark ettim. Neden bilmem içim buruldu. Alıştığı şeylerin elinden alınmasına aşırı tepki vermek bir yaşlanma belirtisi midir dersiniz? Kendisini hiç tanımadığım, yazılarına yazdığım birkaç yoruma verilen cevaplar dışında hiç konuşmadığım biri blogunu kapatmış işte hepi topu. Ne diye eksikliğini hissediyorum ve o an içinde Ahmet Kaya geçen bir cümleye denk geldim diye içimden birden bire efkarlı bir Ahmet Kaya şarkısı dinlemek geçiyor ki? Sizce de garip değil mi biraz bu durum? Belki de kendi kendime yettiğime inanmamı sağlayan ıvır zıvırdan olduğu için böyle hissettim. Ne bileyim ben.

Ah Yvonne Vah Yvonne

Dün Chuck izlemeye başladım. Bugün açık ofise taşındığımız düşünülürse hiç de iyi bir zamanlama değil galiba. The Big Bang Theory ya da House gibi yeni bölümlerini beklediğim bir dizi olsa sorun olmaz ama şimdi yeni bölümleri yakalayana kadar sıklıkla izlemek isteyeceğim ve sürekli göz önünde bulunduğum için zor olacak. Neyse, dur bakalım ne olacak.

Durup dururken Chuck izlediğimden neden bahsettim dersiniz? Bugüne kadar bir sürü dizi izledim ama bundan söz etmedim. Belki bir tek House izlediğimi söylemişimdir, onu da kurban bayramı tatilinde üç sezon falan izlediğim için. Chuck izlediğimden bahsettim çünkü dizide bir şey dikkatimi çekti. Dizinin dikkat çekmesi ve ilk bölümlerin izlenirliğinin yüksek olması için Yvonne Strahovski'nin güzelliğinden bayağı yararlanılmış. Ben bu dizinin ikinci sezon bölümlerinden bazılarını izlemiştim evvelden ama o bölümlerde Yvonne'nun güzelliği bu kadar belirgin biçimde göz önüne serilmiyordu. Ne büyük tespit değil mi?

Taşındık

Bugün taşındık. Artık dokuzuncu katta, açık ofisteyiz. Kırk bilmem kaç kişi aynı ofisi paylaşıyoruz. Bayağı gırgır şamata mı olacak yoksa her şey rayına mı oturacak göreceğiz. Şimdilik bu kadar. Sevgiler...

Hadi Bıy Bıy

Burası ne kadar garip bir yer. Yazmaya bir müddet ara verince bir daha dönmek nedense zor geliyor insana. Bir üşengeçlik kaplıyor ki ruhumu sormayın gitsin. Sanki biri zorla yazmamı istiyor da ben direniyorum yazmamak için. Halbuki şunun şurasında beş altı günlük bir ara var son girdimle bunun arasında. Araya bayram girdi, ben bir daha buraya uğramaya üşenir oldum.

Araya bayram girdi demişken; eskiden bayramlarda İzmir dışına çıktığım için bloga yazmıyordum. Bu bayram İzmir'deydim. Bu durum giderek sık gerçekleşmeye başlıyor. Sanırım artık birileriyle görüşmeyi pek istemiyorum. O birileri annemle babam değilse elbette. Hatta bu bayramda telefonla konuşmaya bile üşendim. Annemle, babamla, lise sonda yanlarında kaldığım halamlarla, iki abimle (üçüncüye bir türlü ulaşamadım) konuştuktan sonra daha fazla bayramlaşmayı kaldıramayacağımı fark edip telefonu bir kenara bıraktım. Eskiden kişiye özel mesaj gönderen bendeniz toplu mesaj bile göndermedim. Hatta bana gelen mesajları yanıtlamayı kafamın estiği bir vakte kadar erteledim. Üff, ne diyorum ben ya. Nereden başladım nereye geldim. Bu bayram İzmir'deydim ama yine de bloga yazmadım çünkü zaman zaman kendimi internetten soyutlamak iyi geliyor diyecektim. Bu kadarcık cümle için araya neler sıkıştırdım. Ay aman, hala konuşuyorum! Tiksindim kendimden. Bırrr!

Mutlu Olmak Varken

İnsan hüzünlenince ne dinler? Gerçekten merak ediyorum, normal biri için bunun bir standardı var mıdır? Normal olmadığıma inanarak kendimi özel hissetmek derdinde olduğum için mi böyle kuruyorum bu cümleyi bilmiyorum ama normal insanların üzgünken neler dinlemek istediğini bilmek istiyorum. Üzüntülerini katmerlendirecek şeyler mi dinlerler acaba? Sevdikleri hangi müzik türüyse onun "damar" şarkılarını mı mesela? Yoksa keyiflenecekleri bir şeyler mi? Şöyle hareketli, belki dans ettirecek bir şeyler?

Ben... Ben hüzünlenince ne dinlemek istediğimi bilemiyorum bazen. Kimi zaman öyle şarkılar dinlemek istiyorum ki bir bıçak saplanmışçasına kalbimi acıtsın. Kalbe bıçak saplanınca duyulacak acının çok daha başka olacağını bilsem de zaman zaman böyle hissettiğim şarkılar oluyor. Elim kolum tutmaz oluyor o zaman. Bu şarkılar çoğu zaman bir anısı olan şarkılar oluyor ama bazen sadece "güzel" oldukları için de canımı yakabiliyorlar. Zaman zaman da hüzün o kadar ağır gelmeye başlıyor ki bir nebzesini daha kaldıramayacağımı fark ediyorum. İşte öyle zamanlarda sözlerinde hüzün barındırsa da en azından müziği yüreğime dokunmayan bir şeyler dinlemek istiyorum. Şu sıralar böyle şarkıları daha çok dinlemek istiyorum. O kadar uzun zamandır kendimi hüzünlü hissediyorum ki ne bir parça daha efkar yüklenmeye mecalim var ne de haddinden fazla uzayan bu hal için kendimden daha fazla nefret etmeye tahammülüm.

"Yoruldum, yoruldum, yoruldum
Gereklilik kipinde yaşamaktan"

Ahmet Telli, Asmin

Güzel Kimin Olursa Olsun Ben Güzele Güzel Derim Arkadaş

Dün ilk kez yemek yaktım. Köyde ekmek pişirirken dahi -ki zaman zaman gerçekten zor bir iş olabiliyor- siciline (neredeyse hiç) leke değdirmemiş olan ben dün yemek yaktım. Nasıl mı? Anlatayım da okuyun.

Akşam yemeği için patates yapmaya karar verdim ve eve dönerken manavdan gerekli malzemeleri (gerekli malzemeler de ne, patates ve soğan, biber bile almadım evde var diye) aldım. Bir miktar baharat, yemek yapmadaki kabiliyetim ve yemeğe katacağım sevgiden başka hiçbir şeye sırtımı yaslamadan sade bir patates yemeği olacaktı. Yemeği yapmaya ve bir yandan da bizimkinin eve gelmesini beklemeye başladım. Ezanın okunmasına beş dakika kadar kalıp da bizimkinden ses çıkmayınca ofisini arayıp gelip gelmeyeceğini sordum. İşi varmış, sen ye dedi. Saate baktım, patateslere baktım, Ramazan'ın sonuna kadar (şunun şurasında iki gün) Yargıç Amy'i izlememeye karar verdim. Patateslerin istediğim kıvama gelmesi için on beş dakika kadar daha pişmesi lazımdı. Ezan okunmaya başlayınca nasılsa tek başımayım diye kendi payımı aldım ve patateslerin biraz daha pişmesi için yemeği ocakta bıraktım. Niyetim birazdan gidip altını kapatmaktı. Ne var ki ben yemek yerken TNT'de Serendipity başladı. Kendisi benim Kate Beckinsale ile tanıştığım (yüz yüze değil elbette, nerede o günler!) film olduğu için ekrana kilitlenip kaldım. Yemek bitti ama ben yerimden kıpırdayamadım çünkü ağzım bir karış açık bir biçimde Kate'in olduğu herhangi bir sahneyi kaçırmamak adına televizyona bakıyordum. Reklam arasında sofrayı toplamaya başladım ve mutfağa girerken ortalığı yanık kokusu aldığını fark ettim. Kafamı ocağa doğru çevirinceye kadar komşular bir şey yakmış zannediyordum. Birden yemeğin altının hala açık olduğunu gördüm ve olanlar o an kafama dank etti.

Yemeğin yanması Kate'in suçu değil muhakkak ki. O benim dangalaklığım. Peki Kate'in hiç mi suçu yok? Olmaz olur mu? Kate'in çok büyük bir suçu var, insanlığa karşı. O denli güzel olduğu bir zamanda kamera karşısına geçip benim gibi binlerce (belki milyonlarca) kişiyi karşılık alamayacakları bir aşka sürükleyerek insanlık suçu işlemiş. Gerçi kadın her yaşta güzel, şimdiye kadar gördüğümde dibimin düşmediği hiçbir fotoğrafı olmadı herhalde ama o filmde bir başka güzel yahu! Of of! Yanıyorum ulen!

Bence yapımcılar bu konu üzerinde biraz düşünmeli. Tamam, ekranda yakışıklı erkeklerin ve güzel kadınların bulunması seyirciyi çekmek açısından çok önemli ama her şeyin bir sınırı olduğu gibi bunun da bir sınırı olmalı. Oyuncu seçerken baktın düşündüğün kişi o sıralar haddinden fazla yakışıklı/güzel başka birini seç arkadaşım. Altı ay sonra git o kişiyle başka projede çalış, olmaz mı? Bize de yazık canım. Bizim de canımız var, biz de insanız. Blade 3'te Jessica Biel'i gördüğüm zamanı hatırlıyorum da... Requiem for a Dream'de Jennifer Connelly'i, Devil's Advocate'te Chalize Theron'u... Charlize Theron demişken, Aeon Flux'ın sonunda Marton Csokas'ın " Hey Katherine! Will I see you again?" deyişinin ardından bir dönüp bakışı var ki...

Tamam tamam sustum. Müsaadenizle ben bir müddet erimeye gidiyorum.

.

Bu hafta bir şey fark ettim. Tırnaklarımın uzama hızı birbirinden farklı. Eskiden baş parmak tırnaklarımın diğerlerinden yavaş uzadığını fark etmiştim zaten ama bu hafta gördüm ki diğer tırnaklarım arasında da farklılıklar var. İşaret parmaklarımın tırnakları diğerlerinden daha hızlı uzuyor mesela, bilhassa sağ eliminki. Baş parmaklardan sonra en yavaş uzayanlar serçe parmaklar. Orta parmaklar ve yüzük parmakları kendi hallerinde takılıyorlar. Herhangi bir yarışa girmiş gibi durumları yok. El ve tırnak bakımıma dikkat etmeyi bırakalı çok oldu, şekil bozukluklarını takmıyorum o yüzden ama bu kadarı da fazla biraz. Ne yani, özel tarife mi uygulayalım arkadaşım sizlere aynı boyda kalasınız diye. Yarım santimetrelik bir işaret parmağı tırnağının yanında bir milimetre ya var ya yok bir baş parmak tırnağı olunca cinlerim tepeme çıkıyor ister istemez.

Abi ne diyorum ben ya? İyice zıvanadan çıktım bu aralar. Tamam, susuyorum.

Bir Sayrı Bir Sayrıya...

Bir sayrı bir sayrıya "Gel beraber Sayrıstan'da bir sayrılarevi açalım." demiş. O sayrı da demiş ki "Açmasına açalım ama Sayrıstan'da çok fazla sayrı olur onca sayrıya bakmak için yeterli çalışanı nasıl bulacağız?" Teklifi yapan sayrı düşünmüş, "Yatırımcılarla konuşuruz, elbette bize çalışanları bulmamıza yetecek kadar kaynak sağlarlar. Sayrıstan'da sayrı bol olduğundan müşteri sıkıntısı çekmeyiz. Çalışanların maaşlarını hemen ödeyebileceğimiz gibi kısa zamanda kara geçeriz. Hem yatırımcılar memnun olur hem biz hem Sayrıstan'lılar. Vin vin siçuation." demiş cevaben. Teklif götürülen sayrı makul bulmuş bu açıklamayı. Yine de aklında bir soru varmış. "Sayrıstan'da bakacağımız sayrılardan para almak doğru olur mu? Ahlaken doğru olur mu demiyorum. O olmasa da olur, iş yapıyoruz nihayetinde ama tepki görmez miyiz kamuoyundan?" diye çekincesinin nedenini ortaya koymuş. Teklifi yapan sayrı uyanık tabi. Hemen sunmuş çözüm önerisini. "Aman sen de! Düşündüğün şeye bak. Her gün, her hafta, her ay, artık hangi periyodda olursa belli bir kontenjan dahilinde ücretsiz sayrı bakarız, kalanından çıkarırız acısını." İkinci sayrı teklifi kabul etmiş, bu hikaye burada bitmiş.

İşte iki sayrının Sayrıstan'da sayrılarevi açmasının hikayesi böyledir sevgili dostlar. Benim bu hikayeyi anlatma nedenimse Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın sayrı kelimesini kullanmaktaki ısrarından esinlenmemdir. Esenlikler dilerim.

Doktor Civanım

Doktor desteği almam gerektiğine gittikçe daha fazla kani oluyorum. Bu sabah uyumaya çalışırken kendimi ayın hangi gününün haftanın hangi gününe denk gelmesininin uygun olacağını düşünürken buldum. Oraya nasıl geldim hatırlamıyorum ama ayın yirmi beşinin çarşamba olmaması gerektiğini, çarşamba olmak için yirmi dördünün daha uygun olduğunu söyledim kendi kendime. Perşembe için yirmi beşi de yirmi altısı da uygundu ama. Ayın on üçü hangi güne gelebilir deyince kendime cevap salı olarak geldi. Neden salı bilmiyorum. Pazartesi için hangi günler uygun olabilir peki? Mesela biri, yirmi sekizi, on beşi. On beşi pazara da uygun olur. Yedisi? Kesinlikle pazar. Falan fıstık. Sizce de profosyonel yardım almalı mıyım?

Nafile Is No More Listed as "In a Relationship"

Çoğunlukla yaptığımın aksine bu defa başlığı yazıdan önce belirledim. Neden? Yazının özünü anlatıyor da ondan. Yazı deyince uzun uzun bir şeyler karalayacakmışım gibi geliyor ama mesele aslında iki üç cümlelik bir şeyden ibaret. Yine de yazı yazıdır değil mi? Her neyse, mevzu bu değil elbette.

Doğru okudunuz efendim, Nafile is no more listed as "In a Relationship". Facebook'un ilişki kısmında yapılacak olan bir değişiklikten sonra ortaya çıkacak bildiri böyle oluyor bir şey oluyor. Benim de ilişki durumumda oluşan değişiklik sonrası bildirim bu oldu. Aslında tam olarak doğruyu yansıtmıyor ama daha doğrusunu yansıtacak bir ifade de bulamadım. Tam olarak doğru değil zira daha önce "In a Relationship" olarak "listed" değildim. (Listed tabi, ne olmuş yani?) Üstelik normal insanların gözüyle baktığımızda "In a Relationship" gibi bir durumum da yoktu. Yine de uzunca bir zamandır (belki on belki daha fazla yıldır) seviyeli bir birliktelik yaşadığımız ve kimi zaman düzenli kimi zaman düzensiz aralıklarla cinsi münasebetler yaşadığımız sol elimle küsüz. Ayrılmadık ama nedense kendisi bana karşı pek haşin davranıyor. Haliyle bir süredir "In a Relationship" diyemiyorum ilişki durumuma. Bu süreyi muadili olabileceğini düşündüğüm sağ elimle geçirmeye çalıştıysam da kendisinin cevabı pek sert oldu bu önerime. İlk olarak solak olduğumu yüzüme vurdu. İkinci ve kendi açısından daha önemli bir sebep olarak da kendisini pis işlerime alet etmemden hoşnut kalmayacağını, hele hele mübarek Ramazan ayında böyle bir şeyi aklımdan geçirmiş olmam dolayısıyla beni esefle kınadığını bildirdi. Of of, dertliyim dostlar bildiğiniz gibi değil.

Beddua

"Kız sana haram olsun Çayeli toprakları." 

Büyük beddua, anlayana. Ne işim olur benim Çayeli'de demeyin. Yeri gelir mutluluk olur Çayeli, yeri gelir huzur. Bakarsın emniyet demek olur ya da güven. Yer yer aşk da olur. Eğer tutarsa bu beddua, hepsi haram olur. Büyük bedduadır vesselam. Anlayana!

Yattım Sağıma Döndüm Soluma

Çok saçma bir alışkanlık geliştirdim son günlerde. Çekyatta uyuyorum. Bunda ne var değil mi? Gayet doğal bir şey. Değil işte. Geçtiğimiz yıl eşya alırken "Oğlum gerisi çok mühim değil de en önemli eşya yatak. Adam gibi bir şey almak lazım ki rahat edelim." diye kendi çapımda iyi para verip iyi bir yatak almıştım. Ne kadar iyi derseniz ilk günler yatakla sevişirim korkusuyla uzun süreli temas kurmamaya çalışıyordum kendisiyle. Alıştıra alıştıra kullandım yatağı. (Ne gülüyorsunuz ya? Sanki bilmiyorsunuz azgın teke olduğumu!) İşte ben bu güzeller güzeli yatağımı bırakıp çekyatta uyumaya başladım son günlerde. Manyak mıyım? Ona şüphe yok ama bu hususta manyaklık yapmıyorum. Yatakta uyumam mümkün olmuyor nedense. Uyuyorum elbette ama yattığımda bir saatten fazla sağıma soluma döndüğüm oluyor. Çekyata uzandığımda ise hemen dalıyorum uykuya. Televizyonun karşısında uyuyakalma psikolojisi midir nedir bilemedim ki. İşin ilginç yanı televizyonu kapatsam da uyuyakalıyorum hemen. Sonra ne oluyor? Çekyatta yatıyor olmak bana boyun ve sırt ağrısı olarak geri dönüyor. Bütün gün kafamı  sağa sola çevirirken zorluk çekiyorum. Ağzına kadar dolu sırt çantası taşıyan ilköğretim öğrencisi gibi hissediyorum kendimi gün boyu. En azından çekyatı açıp öyle yatsam farklı olur mu diye düşünüyorum iki gündür ama o kadar üşeniyorum ki uğraşmaya olduğu gibi uzanıyorum üzerine. Belki açsam onda da uyuyamayacağım zira rahat battığına kanaat getirdim artık. Bunun başka bir açıklaması olamaz ki.

Not: Her zamanki gibi başlığı yazı bittikten sonra aklıma gelen bir şey olarak attım. Bu defa küçükken annemin öğrettiği bir dua geldi. Şimdi sadece üç cümle hatırlıyorum. Gerisi çıkmış gitmiş aklımdan. "Yattım sağıma. Döndüm soluma. Sığındım sübhanıma. ..."

Kedinin Biri Bir Gün

Bir yandan "Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın" dinlerken diğer yandan bunları yazmak garip olacak ama bizim apartman kedisinden kurtulduk galiba lan! Size apartmanın kedisinden bahsetmemiş miydim? Etmiş miydim? Valla siz hatırlıyor musunuz öyle bir şey bilmiyorum ama ben hatırlamıyorum. O yüzden bahsedeyim.

Efendime söyleyeyim, bizim apartmanda bir kedi var(dı -galiba-). Aslında bir değil, iki kedi ama birini neredeyse hiç görmediğimiz için bir tane diyorum. Zaten olayımızın kahramanı da o. Bizim karşı komşu (ki dördüncü katta oturuyoruz, zemin dahil beş oluyor) bu kediye sahip çıkmış gibi bir şey. Evine almamış, bakımını doğrudan üstlenmemiş ama kapısının önünde yemesi için bir şeyler vermiş. Kedi de alışmış. Artık ilk ne zaman gelmiş apartmana onu bilemiyorum. Biz geldiğimizde vardı. Her neyse. Bunun arkadaşı terasta yaşar ve çok ender zamanlar haricinde ortalıkta görünmezken bu çoğunlukla bizim katın arasında durur, zaman zaman aşağıdan duyduğu ayak seslerine koşarak gelir ve bizimle birlikte merdivenleri tırmanır(dı -galiba-). Ne kadar sevimli değil mi? Değil işte. Zira bu manyak merdivenleri tırmanırken bir yandan miyavlar mırnavlar, kafa şişirir(di -galiba-). Bir iki defa olsa iyi. Her gün, her giriş çıkışta bununla muhatap olmak adamı delirtiyor(du -galiba-).Onu geçtim, arkadaşın nasıl sensörleri varsa kapıyı açacağını hisseder hissetmez miyavlamaya başlar(dı -galiba-). Bak onu bile geçtim, benim odadan çıkıp mutfağa giderken dış kapının önünden geçtiğim için ayak sesimi mi duyar(dı -galiba-) ne(ydi -galiba-) yine miyavlamaya başlar(dı -galiba-). Sonra gecenin bir yarısı mıdır sabahın körü müdür hiç fark etmez dinle dur onu ki sussun. Ha bu manyak kedi aç olduğundan mı böyle yapar(dı -galiba-)? Alakası bile yok. İlgi arsızlığından başka bir şey olduğuna şüphe ederim.

İşte sözünü ettiğim bu pisikopat kedinin iki gündür sesi soluğu çıkmıyor. Ya öldü gitti, ya biri aldı götürdü, ya birileri sahiplendi, ya da başka bir zıkkım oldu. Ne oldu bilmiyorum ama bence çok iyi oldu. Ha öldüyse çok iyi olmamış gibi gelebilir ama eninde sonunda ölecekti zaten, en azından ölümü benim elimden olmadı.

Fast Girl'ün Düşündürdükleri

Geçen gün (dün müydü yoksa, o kadar boş kaldım ki günleri karıştırır oldum) evde sıkıntıdan ne izlediğimi bilmez vaziyette kanallar arasında dolaşırken bir Amerikan gençlik filmine rastladım. Biraz izleyince anladım ki arada bir izlemek gerekiyor bu türden filmleri. Amerikan Pastası serisi gibi cinselliğin tavan yaptığı saçmalıkları değil de daha naif saçmalıkları izlemek gerekiyor. İnsana iyi kötü bir umut veriyor. Saçma olduğunu bile bile tad alıyor insan izlerken. Bir şekilde hak edenin kazanacağı, iyilerin sıkıntı çekse de iyiliğin mükafatını alacağı bir nevi Amerikan rüyasının varlığı ihtimali memnuniyet veriyor. Hele hele geç ve güç olsa da iyilerin bir şekilde aşkta kazandığını görmek yok mu?.. (Bütün derdimiz bu değil sanki -buraya bir küfür gelecek-, lafı ne eveleyip geveliyorsam!) Öyle işte. Arada bir gençlik filmi izleyin, izlettirin.

.

Google analytics hesabımın bana söylediğine göre iki yıl boyunca google'dan buraya ulaşan arkadaşlar ortalama 26 saniye geçirmişler ve hemen çıkma oranı %87,25. Bu durumda insanlar aradıklarını bulamıyorlar benim sayfamda. Çok şaşırdım! Hahaha, ne şaşırması yahu. Laf olsun diye söylüyorum bunu da zaten.

Bir Hastahane Masalı

- Nem var doktor bey?
- Kafanıza atmış olduğumuz dikişleri ve vücudunuzun muhtelif yerlerindeki çürükleri zaten intern arkadaş size söylemiş.
- Evet doktor bey. Doktor hanımın eli bayağı ağırmış herhalde. Kafayı yedikten sonrasını hatırlamadığım için kesin bir şey söyleyemiyorum ama bu kadar çürük hafif bir el tarafından meydana getirilemezdi sanırım.
- Haklısınız. Yine de şansınız varmış. Danışmadaki görevliler inlemelerinizi duyup yetişmeselermiş daha kötü olabilirmiş durumunuz.
- Anlıyorum. Peki ne zaman taburcu olacağım?
- Biz bugün akşama kadar burada kalmanızı tavsiye ediyoruz. Ayrıca üç gün istirahat yazacağım size.
- Aman doktor bey, yapmayın. Ben bölümde tek asistan olarak çalışıyorum bu günlerde. Diğer arkadaşlarım izinde. Ben olmasam saçma sapan ayak işleri nasıl hallolur?
- Ama sevgili Nafile, söz konusu olan sizin sağlığınız.
- Olsun doktor bey. Ben idare ederim. Yeter ki abuk subuk işler yarım kalmasın.
- Pekala, siz bilirsiniz. İşlemlerinizi başlatırım, bir iki saate kadar taburcu olursunuz.
- Teşekkür ederim doktor bey.
- Rica ederim. Lakin gitmeden evvel değinmek istediğim bir konu daha var.
- Buyrun, sizi dinliyorum.
- Vücudunuzda meydana gelen çürüklerin yanı sıra kırılmalar da olup olmadığını kontrol etmek için bir vücut taraması yapmıştık.
- Eee...
- Dün blogunuzda sözünü ettiğiniz yalnızlık boşluğu meselesini hatırlıyor musunuz?
- Elbette hatırlıyorum. Fakat siz onu nereden biliyorsunuz?
- Biz çok şey bilir, az şey söyleriz sevgili Nafile. Dikkat ederseniz size de gerçek adınızla değil blogunuzda kullandığınız ad ile hitap ediyorum ikidir.
- Haklısınız. O kadar kanıksamışım ki bu Nafile ismini, hiç yabancılamıyorum bana söylendiğinde. Hatta şarkılarda falan geçince üzerime alınıyorum.
- Tamam tamam, bu kadar gevezelik yeter. Nerede kalmıştık?
- Yalnızlık boşluğundan bahsediyordunuz.
- Ah, evet! Yalnızlık boşluğu. Sizde o boşluk var sevgili Nafile fakat sizin arzu ettiğiniz gibi size bakanların görebileceği gibi dışarda değil. Göğüs kafesinizin altında yalnızlığınızın oluşturmuş olduğu bir boşluk mevcut.
- Demeyin doktor bey. Ne yapayım ben öyle boşluğu?
- Artık orası size kalmış sevgili Nafile. Ayrıca göğüs kafesinizin altındaki bu boşluğun aksine genital bölgenizde aşırı bir doluluk ve yoğunluk mevcut.
- Doğrudur doktor bey. (Burada hafif utanmış ve mahçup bir ifadeyle boyun eğik durulacak ve ses kısık çıkacak.) Peki bir tavsiyeniz var mı?
- Bu durumda tavsiye edebileceğim en etkili ilaç bir doz sevgili olur. Lakin tıbbi geçmişiniz ve yetenekleriniz göz önünde bulundurulduğunda bu pek mümkün görünmüyor. O nedenle size bunu tavsiye etmek pek gerçekçi olmaz. Ayrıca alerjik reaksiyonlara neden olması da (hem ol(may)ası sevgilinizde hem sizde) kuvvetle muhtemel. Bu nedenle göğüs kafesinizin altındaki boşluğa çare olmasa da genital bölgedeki yoğunluğa faydası dokunacak bir şeyler salık verebilirim.
- ...
- Zor bir şey değil. Bir el vereceksiniz o kadar.
- Öhöm! Doktor bey bu kadar aşikar söylemeseydiniz. Neticede eş dost sorarsa böyle söyleyemem ya!
- Ben onu bunu bilmem sevgili Nafile. Hali hazırda sizin için başka bir çare mevcut değil.
- Peki doktor bey. İlginiz için teşekkür ederim.
- Ne demek! Yine bekleriz demek isterdim ama malumunuz burası hastahane...
- Eksik olmayın.
- Siz de. Kendinize iyi bakın Nafile.
- Sağolun doktor. Siz de.

Ben Olmak da Zor Bazen

Biraz agresif bir insanım galiba. Agresif olduğum kesin de benim kastettiğim insanlarla ilişkilerimdeki agresifliğim. "Başka hangi konuda agresif olabilirsin ki?" diye aklından geçirenler için doğru ifadeyi aramaya devam ediyorum. Galiba kısa bir cümleyle açıklamam güç olacak. O nedenle lafı açıyorum.

Yeni tanıştığım insanlarla ilişkilerimde saldırgan bir tavır sergiliyorum sanırım. Hayır, kişilere saldırmıyorum. (Onlar açıklamaya çalıştığım davranışlarımı kendilerine saldırı olarak algılamıyorlardır umarım.) Saldırganlığım samimiyeti ilerletmek için insanların kaldırabileceğinden fazla ilgi göstermek şeklinde oluyor. İlginin dozunu ayarlayamadığım gibi biçimini de tutturamıyorum anladığım kadarıyla. Hal böyle olunca sözünü sohbetini seveceğimi düşünerek yakınlaşmaya çalıştığım insanlar daha da uzaklaşıyorlar benden. Zaten asosyalliğin sınırlarında gezen biriyim, iyice zorlaştırıyorum durumu.

Ne söyleyeceğimi bilmiyorum.

Bir Uyarı

Burayı takip eden sevgili dostlara bir uyarı yapmak isterim. Şu sıralar içimden fena halde açık saçık şeyler yazmak geçiyor. Televizyon programlarından önce yaş sınırını gösteren amblemler oluyor, altında da açıklamalar yazıyor ya benim blogda da bu aralar "olumsuz örnek oluşturabilecek zırvalar" gibi bir açıklama olsa fena olmayacak galiba. Gerçi düşününce bu uyarı biraz saçma oldu zira takipçilerimin yaşları göz önünde bulundurulursa kendilerine olumsuz örnek olamam. Takip etmeyip denk gelerek okuyacak olan tıfıllar da bu uyarıyı görmeyecekler. Aman bana ne, ben yazmış olayım da görmezlerse onların hatası olsun.

Yar Bana Yeni Bir Gözlük Medet

Dün göz doktoruna gittim. Niye gittim? Çerçevelerime nazar değdi de ondan. Göz doktorundan (ikidir göz doktoru yazarken iki kelimeyi birleştiriyorum) çerçevelerime okuyup üflemesini rica ettim. Kadın tip tip suratıma baktı. Sanırım o an içinden "Ne diyor lan bu manyak!" diye geçiriyordu. Galiba içinden laf geçirmek kesmemiş olacak ki doktor hanımın kendisi bir de bana kafa geçirdi. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda hastahanedeydim. Başımda bekleyen intern (tıp fakültesinin son sınıfında olan stajyer doktor oluyor kendileri siz bilmezsiniz) kafama üç dikiş atıldığını ve vücudumun çeşitli yerlerinde çürükler tespit edildiğini söyledi. Üç gün istirahat vereceklerdi fakat bölümde benim haricimdeki tüm asistan arkadaşlar izinde olduğu için görev yerimi bırakamayacağımdan doktoruma teşekkürlerimi iletip hastahaneden ayrıldım. Ayrılırken hastahane arkamdan göz yaşı döktü, gitmemem için yalvardı yakardı fakat olacağı ertelemenin faydası olmadığından yoluma devam ettim ve evime döndüm.

Dün göz doktoruna gittim. Niye gittim? Çerçevelerime nazar değdi de ondan. İki hafta falan oluyor sanırım, memlekette bir komşuya çalışmaya gitmiştim. Laf gözlüklere gelince benimkileri çıkarıp hava yaptım biraz. İşte böyle hafif, kanatları şöyle esniyor, yok işte kanatları esnediği için vidaları oynamıyor falan. Ertesi gün evde yüzümü yıkadıktan sonra gözlükleri (doğru kullanımı gözlükler midir gözlük müdür bunun ben emin olamıyorum şu İngilizce ile yatıp kalkıyor oluşumuz yüzünden) takarken çerçevenin sol kanadı orta yerinden kırılıverdi. İlk aklıma gelen şey gerekli harcamalarım için para bulmaktan aciz olduğum şu zamanda bir de başıma gözlük masrafı çıktığı oldu. Kopan parçayı bantla yapıştırarak kullanmaya devam ettim. İzmir'e dönerken de göz doktorundan dün için randevu aldım ve olası numara değişimleri için muayene olmaya gittim. Galiba sağ gözümde 0,25 numara bir düşüş var. En azından doktorun verdiği reçete onu gösteriyor zira eskiden 1,75 iken şimdi 1,50. Ne var ki ben değişimin bu kadar olduğundan şüpheliyim çünkü doktorun sağ gözümü kontrol ederken iki farklı mercekten hangisinin daha net olduğunu sorduğunda ben iki mercek arasında çok belirgin bir fark görememiştim. Belki çok az bir küçülme olmuş ve dolayısıyla bir alt dereceye yuvarlama yapılmıştır. Sol gözümde ise bir değişiklik yok. 3,0 derece miyopi ve 0.50 astigmata devam.

Dün göz doktoruna gittim. Niye gittim? Yaklaşık üç yıldır (tam olarak iki yıl sekiz buçuk ay) gözümden çıkarmadan olur olmaz yer ve zamanlarda uyuduğum, çeşitli darbelere maruz bıraktığım, kabına koyma zahmetinde bulunmadığım gözlüklerimin sol kanadı dayanma sınırlarının sonuna gelip tüm esneklik kabiliyetine rağmen ortasından kırılıverdiği için. Madem çerçeve alacağım bari göz doktoruna gidip muayene de olayım dedim. Hem bu sene iyice ayyuka çıkan güneşten rahatsız olma sorunum için de tavsiye alırım diye düşündüm. Zira iki seçeneğim vardı fakat hangisini kullanacağımı bilemiyordum. Birinci seçenek numaralı güneş gözlüğü almak ve yanımda daima iki gözlük bulundurmaktı. İkincisi ise lens kullanıp normal güneş gözlüğü almaktı. Hangisinin daha iyi bir seçenek olduğunu ve göz yapımın lense uygun olup olmadığını göz doktoruma sorduğumda aldığım yanıt düşünce sınırlarımı zorladı. Doktor hanım numaralı güneş gözlüğü kullanmamı tavsiye etti. Elbette beni şaşırtan bu yanıtı olmadı. Kendisi güneşten korunmayı istemenin lens kullanmak için yeterli bir sebep olmadığını, günlük hayatta gözlük kullanmayı istememem gerektiğini söyledi. Ben de cevaben yanımda iki gözlük taşımak zorunda kalacağım için istemem zaten dedim. O yine de bunun yeterli olmadığını söyleyerek az önce söylediği şeyi tekrar etti. İşte o anda beynimde bazı devrelerin yandığını hissettim. Gerçekten kendisinin ne söylemeye çalıştığını anlamadım. Gözlük kullanmayı istememek ne demek ki? Benim söylediğimden farkı ne? Bir insan niye gözlük kullanmayı istemez? Kendisine yakışmadığını düşündüğünden olabilir mi? Neden olmasın. Yine de birkaç gözlükçüye gidip az biraz vakit harcadıktan sonra eminim kendi zevkine ve yüzüne uygun bir gözlük bulabilir herkes. Gözlüğün ağırlığı rahatsız ediyor olabilir. Kendi kullandığım gözlüklerin ne kadar hafif olduğunu düşündüğümde pek makul gelmedi açıkçası bana. Soğukta camların buğulanmasından, yağmurda ıslanmasından hoşlanmıyordur. Bu mazeretin benimkinden çok farkı yok doğrusu. Çocukken gözlüklü olduğu için kendisiyle çok dalga geçilmiştir ve gözlükten nefret etmiştir. Buna diyecek bir şeyim yok, olur mu olur. Bunlara benzer sebepler dolayısıyla insanlar gözlük kullanmak istemiyor olabilirler ki burada yaptığım şey kimsenin düşüncesini yanlışlamaya çalışmak değil, söz konusu mazeretlerin benimkinden çok da farklı olmadığını ifade etmek. Her neyse, bana biraz garip biraz da komik gelen bu olaydan sonra muayeneye geçtik ve doktor hanım bana gözlük reçetesi yazdı. Bir yandan da kullanmak istersem diye lens numaralarımı ve tavsiye ettiği lens tipini bir kağıda not ederek bana verdi. Kendisine teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Dün göz doktoruna gittim. Niye gittim? Gözlüklerimin çerçevesi kırıldığı için. Göz doktorundan aldığım reçeteyle beraber yıllardır ihtiyacım olduğunda gittiğim gözlükçüye giderek yeni bir çerçeve seçtim. Doğrusu şu anda kullanmakta olduğum çerçevelerin aynılarından vardı ve ben bunlardan tarif edilemeyecek derecede memnundum ama üç yıl boyunca kullandığım bir çerçeveyi bir üç beş yıl daha kullanmak istemedim. Şimdi yeni gözlüklerimin hazır olmasını bekliyorum. Bu akşam ya da yarın sabah teslim alacağım bir aksilik olmazsa.

Yalnızlık Boşluğu

İnsanın ruh halindeki değişimler karşıdan bakınca belli olsa nasıl olur? Diyelim ki yolda karşılaştık sevgili arkadaşım. Bir süredir de görüşmüyoruz. Beni görünce çok zayıfladığımı söyleyebilirsin, saçlarımı kestirdiğimi fark edebilirsin, üstüme başıma eskisi kadar dikkat etmediğimi görebilirsin, hatta o an için neşeli ya da üzgün olduğumu da ayırt edebilirsin. Peki ruh halimin çoğunlukla nasıl olduğunu anlayabilir misin? Ben istiyorum ki o da anlaşılabilsin. Mesela beni görünce "Nafile, koçum çok yalnızlaşmışsın be görmeyeli!" diyebilesin. Alnımda yalnız olduğum yazmasın ama nasıl ki kilo kaybedince inceliyorum onun gibi yalnız olunca da vücudum bir belirti göstersin. Gerçi bu durumda yalnızlığım herkes tarafından anlaşılacağı için arkadaşlarım ve ailem yanlış anlayabilirler. Sizi temin ederim öyle bir şey değil bu sevgili dostlar ve kıymetli anne babacığım. Bu yalnızlık değişik biraz. Hatırlamıyorum ne kadar oldu birinin omuzuna başımı yaslayalı mesela. Dün izlediğim Bounce'da Ben Affleck'in canlandırdığı karakterin söylediği gibi iyi geceler diyebileceğim biri olmayalı kaç ay geçti bilemiyorum. Böyle bir yalnızlık işte. Böyle bir boşluk hissi. İşte bu boşluk hissi var ya, o his gerçekten boşluk olarak aksetse mesela insanın bünyesinde. Elimizde, kolumuzda, yanağımızda, göğsümüzde boşluk olsa da anlaşılsa yalnızlığımız.

Babay Canım

Pisa Kulesi'ni gören herkesin kuleyi itmeye ya da tutmaya çalışan bir fotoğrafı olmak zorunda mı? Konuyla ilgili bir makale yarışması düzenliyorum. Gelecek ay döndüğümde başvuruları değerlendirerek birinciye fotoşopla hazırlanmış Pisa Kulesi'ni iten ve tutan birer adet fotoğraf hediye edeceğim.

Bir Sınav ve Tatsız Bir Olay

Cumartesi günü yapılan KPSS'de salon başkanı olarak görevlendirilmiştim. Bu görevlendirmeler güzel elbette. Sınav başına 75 lira veriyor ÖSYM ki bundan memnun olduğumu daha önce de belirtmiştim. Muhakkak ki işin para almak gibi güzel yanlarının yanında sorumluluk gibi kötü olmasa da zor yanları da var. İşte bugüne başlarken yazacağım olay işin sorumluluk yanıyla alakalı.

Bilenler bilir KPSS lisans düzeyinde cumartesi sabah sınavları herkesin girmek zorunda olduğu genel yetenek genel kültür (ben nedense bunu ters sırayla söylemeye alışkınım) sınavı oluyor. Bu sınavla aynı oturumda yabancı dil sınavı da uygulanıyor bazı salonlarda. Benim başkanlık yaptığım salonda yabancı dil sınavı yoktu. O nedenle sabah oturumu 11:30'da sona erdi. Öğleden sonra 14:30'da başlayan oturum ise eğitim bilimleri sınavına aitti. Bu, öğretmen adaylarının girdiği bir sınav demek. Karşımdaki insanların bir kısmı gelecek yıla yeni öğretmenler olarak girecek ve ders vereceklerdi. Bu garip bir duygu oluyor açıkçası. Her neyse.

Sınav kuralları gereği iki buçuk saatlik sınavın son 30, 15 ve 5 dakikasında durumu sınava giren arkadaşlara sesli olarak bildirmem gerekiyordu. Ben de görevimi yerine getirdim. Lakin bir adayımız cevapları cevap kağıdına geçirmekte geç kaldığı için sınav süresi sona erdiğinde hala işaretleme yapıyordu. Üşenmiyor ve sınav süresi bittikten sonra yaptığım uyarıları aynen aktarıyorum.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Lütfen kitapçıklarınızı kapatıp arkanıza yaslanın.

Söz konusu arkadaşımız işaretlemeye devam ettiği için aynı uyarıyı tekrar ettim.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Lütfen kitapçıklarınızı kapatıp arkanıza yaslanın.

Arkadaşımız işaretlemeye hala devam ediyordu.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Buna cevaplarınızı cevap kağıdına geçirme süresi de dahil. Lütfen kitapçıkları kapatın.

Tüm sınıfa dönük yaptığım bu ihtarları dikkate almayan arkadaşımıza doğrudan uyarı yaptım.

- Cevaplarınızı işaretlemeye devam ederseniz tutanağa sınavınızın geçersiz sayılacağını yazacağım.

Ben böyle deyince arkadaş "Ne olur işaretleyeyim şunları." diye mızmızlanmaya başlayınca kitapçığı elinden aldım ve gözetmen arkadaştan ben soru kitapçıklarını toplarken cevap anahtarlarını toplamasını rica ettim. Olayımızın kahramanı sınıfı terk etmeye kalkınca yine tüm sınıfa hitaben -ki bu zaten bütün sınıfa yapacağım bir hatırlatmaydı- "Arkadaşlar sınavın başında da söylediğim gibi lütfen ben izin verinceye kadar yerlerinizde kalın." dedim. Ben kitapçıkların ve cevap anahtarlarının üzerindeki gerekli bilgilerin girilip girilmediğini ve toplam sayıları kontrol ederken sınıfın kapısına kadar gitmiş olan arkadaşımız geri döndü ve yine "Ne olurdu işaretleseydim?" dedi. "Üzgünüm, bu bir yarış ve kurallarına göre oynamak zorundasınız." diye geçiştirdim. Aslında o an içimden "Be hey gerizekalı! Ben kalan süreyi üç defa bildirmedim mi? Niye vaktinde işaretlemedin?" gibi şeyler geçiyordu. Sustum.

Elbette meseleyi gözetmenimle konuştuk sınav sonunda. Ben sınıfın diğer tarafında olduğum için o arkadaşın ne durumda olduğunu bilmiyordum fakat gözetmen arkadaşın söylediğine göre ben 15 dakika kaldığı uyarısını yaptığımda işaretlemeye başlamamış ve işaretlemeye başladıktan sonra bile yapamadığı soruları çözmeye çalışarak işaretleme yapmış. Şimdi bu akıllı(!) arkadaş eskaza öğretmen olacak ve öğrenci yetiştirecek öyle mi? Neden bu kadar boş bir nesil olarak yetiştiğimizi ve bizden sonraki nesillerin neden giderek daha boş hale geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum.

Bu arada, arkadaşın elinden soru kitapçığını almam ve cevapları işaretlemesine izin vermemem ne bundan keyif aldığımın göstergesidir ne de kuralları harfiyen yerine getirmeyi istediğimin. Ne yazık ki bunu yaptığım için hiç mutlu olmadım ve insanların bu türden sınavlarla bir mesleği yerine getirmeye uygun olup olmadığını ortaya çıkarmanın mümkün olmadığına sonuna kadar inanıyorum. (Aynı şey ÖSS yoluyla üniversite okumak için de geçerli elbette.) Ne yazık ki düzen bu şekilde işliyor ve ben o arkadaşa cevapları işaretlemesi için fazla süre verseydim sınavda cevapları işaretlemekle vakit kaybeden arkadaşlara haksızlık etmiş olacaktım. Diğer arkadaşların işaretleme yaptığı sürede o arkadaşımız soru çözüyordu ve kendisinin işaretleme yaptığı zamanlarda sınava giren diğer adaylar soru çözebilirlerdi. Üzgünüm ama zamanını kullanmayı bilmeyen birine müsamaha gösterip sınavı o süre içinde yetiştirmeye çalışan bu nedenle belki daha az soru çözebilen arkadaşların önüne geçme ihtimaline göz yumamazdım.

İşte Cumartesi günü böyle tatsız bir olay yaşadım.

.

Dil ile alfabe arasındaki farkı bilmeden ahkam kesen biriyle karşılaştım bugün. Ya Rab sen nelere kadirsin! Bu adama dil ailelerinden bahsetmeye kalkışsan kafası allak bullak olur herhalde. Bir de ortadoğuda yalnızca Arapça konuşulmadığını, en yaygın dillerden olan Farsça'nın Sami dillerden olmadığını söylesen cevabı... Hay sikeyim, neyi dert ediyorsam! (Burda ağız tadıyla küfretmekten de çekinir oldum bu aralar.)

Merci Beaucoup Canım

Ben bir aşk perisi, tutmayın beni yaz gecesi.

Şaka şaka, aşk perisi falan olduğum yok. Aşık olmuşluğum yahut birinin aşkına sebep olmuşluğum da yok. Öyle kendi halime takılıyorum. Kendi halime takılıyorum dedim de aklıma geldi. Bu sabah fark ettim ki ben artık kendi kendime konuşurken İngilizce konuşuyorum. Bu da düşünürken yarı yarıya İngilizce düşündüğüm anlamına gelir. Bu da yarı yarıya düşünemediğim anlamına gelir herhalde. Böyle bir İngilizce'yle ne kadar düşünebilir ki insan?

Bir de böyle zırt pırt yazmaya alışmışken bir haber vereyim. Gelecek hafta ortasından itibaren bir ay süreyle yokum. Memlekete gidiyorum. İnternet olmayan bir yerde mümkünse televizyondan da soyutlayarak kendimi bir ay geçireceğim. Gündüzleri çalışıp akşamları yorgunluktan uyuyakalacağım günler olacak. Bir de inşallah kendimi şiir okumaya mahkum edeceğim. Yanıma sadece birkaç tane şiir kitabı alacağım ve okuyacak başka şeyim olmadığı için onları okumak durumunda kalacağım. Benim gibi şiir okumayı beceremeyen bir adama şiir okutmanın tek yolu bu olsa gerek. Daha önce neden aklıma gelmedi hiç bilmiyorum. Şiir okumaya alışmam için başka önerisi olan arkadaşlar varsa onların tavsiyelerini dinlemeye de açığım.

Ey Aşk Sen Nelere Kadirsin

Ah be Silvan! Seni hatırlayacağım diye harcadığım günler ve gecelere ne demeli şimdi? Kaç yıl oldu be ara ara aklıma gelirdi neydi senin adın diye de bir türlü çıkaramazdım. Bırak adını, insan mı yoksa bir hayvan mı olduğunu bile hatırlayamazdım. Bir tek kulaklarının uzun olduğunu, ilk bölümde kale gibi bir yere geldiğini, sarışın bir ablayı (prensesti galiba) ayartmaya çalıştığını (o zamanlar ayartmak diye bakmıyorduk tabi, çocukluk), bir de karanlıklar efendisi gibi bir şeye karşı savaştığını hatırlıyordum. Sonra nasıl oldu, geçen gün birden "Silvan" diye bir şimşek çaktı beynimde. Telefona mesaj olarak kaydettim, daha sonra kontrol ederim diye ama onu bile unuttum. Neyse, az evvel taslaklara girince gördüm ismini. Hemen ekşiyi açıp baktım, harbi o senmişsin lan. Nasıl sevindim bilemezsin. Şimdi tek sorun adını hatırladığımda ne yapıyor olduğum. Tuvaletteymişim gibi bir his var içimde ama emin değilim. Off, niye bu kadar dert ediyorum böyle şeyleri bir bilsem. Neyse, Silvan'ı hatırladım ya üzerimden bir yük kalktı resmen.

Yıkarım Lan Burayı

Bokunda boncuk bulmak diye bir deyimimiz var ya ben bokumda tespit bulduğum daha doğrusu tespit sıçtığım zamanları özledim. Çok merak ediyorum ne yiyormuşum o zamanlar ki öyle şeyler çıkıyormuş bu bünyeden. Acaba yediklerimde değil de onları yakma biçimimde mi bir değişiklik oldu? Bu blogun ilk açıldığı zamanlara yahut sağda bulabileceğiniz linkten eski günlüğüme bakanlar neyi kastettiğimi anlayacaklardır. Bilenler biliyor zaten. Netlarus'un habersizce kendisini kapattığı için güme giden ilk blogumdakileri saymıyorum bile. Uzun lafın kısası, birilerinin yine bez getirdiği günleri istiyorum ben.

Fayton Geldi Meyhaneye Dayandı

Kaçınılmaz olanı daha fazla erteleyemeyeceğime kanaat getirerek gündem takibini yazmak için hazırlık yapmaya başladım. Şimdilik sadece nelerden bahsedeceğim belli. Dört konu belirledim ki zaten son iki aydır daha başka bir şey konuşmuyor gibiyiz. Bunlardan biri de dünya kupası. Onca siyasi çekişmenin sonunda bir nebze olsun dinlendirici... Muzaffer Hoca gelmiş, gitmem gerekiyor şimdi. Neyse, gündem takibini yazmaya dönünce başlarım artık.

.

Ya rab! Bunca salak insanla aynı havayı solumak istemediğimi söylersem isyan etmiş mi olurum? Fiilen ettiğim isyanları saymıyorum. Bu sözlü isyan kapsamına girer mi? Aynı hava derken, aynı ülkenin havasını kastediyorum. Hava, deniz, kara sahası içerisinde bulunan insanlar falan filan feşmekan işte.

.

Efendim burayı takip edenler arasında gündemi de takip edenler var mıdır acaba? Bir güzellik yapsalar da dergi için bu sayıdaki gündem takibini onlar yazsalar. Zor bir şey değil yeminle. Geçtiğimiz iki ayda olanları özetleyecek bir yazı, o kadar. Bu güzelliği niye istiyorum? Yaklaşık bir yıldır neler olup bittiğini hiç takip etmesem de gündem takibini ben yazıyorum. Olacak iş mi? Oluyor valla. Hani fena da sayılmam bu işte ama bu sefer o kadar çok şey oldu ki nasıl yazacağımı bilemedim.

Kın Kın Kın

Bilmem kaç dakika oldu bu sayfa önümde açık duruyor bir şeyler karalamam için. Yazmak istiyorum. Boş kalmasın şu bölme, kenarları somon rengi çerçeveyle kaplanmış olan hani. Ama bulamıyorum nedense yazacak bir şey. Bütün hafta sonu evde oturduğum için olabilir belki. Gerçi dün akşam üzeri dışarı çıktık, monopoly oynadık hatta Yılmaz Abi'nin orda. Arada bir Yılmaz Abi'ye uğramaya çalışıyorum. Geçtiğimiz yıl hiç gitmemiştim, biraz mahçuptum kendisine karşı. Bu sene telafi etmeye çalışacağım artık. Balçova'ya da taşındım, gitmemi engelleyecek bir şey de kalmadı sayılır.

Somon rengi demişken, Galatasaray'ın yeni formaları polemik konusu olmuş yine. Geçen sene kullandıkları mor formadan sonra bu sene somon rengi forma kullanılması (ki futbol seyircisi kitlenin dörtte üçünden fazlasının erkek olduğunu düşünürsek bu renk düpedüz pembedir) bir hayli alay konusu olacak gibidir yıl içinde. Hele Kadıköy'de kaybedecekleri maçtan sonra (aksini düşünemiyorum, öğrenilmiş çaresizlik gibi bir şey galiba) bir hafta boyunca facebook'tan komik video izleyip bobiler'den... falan filan işte, sıkıldım. Hem banane canım, ben sevgili Trabzonsporumun yöneticilerinin Şenol Abi'ye ayıp edip etmeyeceğine bakarım, gerisine karışmam. Bu sene için öyle büyük bir başarı beklediğim yok, ayyuka çıkarıp Şenol Güneş'e yazık etmesinler yeter benim için.

Çok alakasız bir konuya geçiyorum ama bir süredir aklımda, lafı gelsin diye bekliyordum gelmiyor bir türlü. Bloga bot gibi bir şey dadandı galiba. Google'dan "nafileden" araması yoluyla bloga ulaşıp hemen çıkan bir şey var. Biri diyemiyorum çünkü bir insanın bunu yapması için sebebi olamaz. İki üç günde bir tekrar ediyor bu durum. Şehir, işletim sistemi, ekran çözünürlüğü, tarayıcı gibi özellikler hep aynı oluyor. Sadece zaman zaman servis sağlayıcısı değişiyor. Daha doğrusu üç ayrı servis sağlayıcısından biri olarak görünüyor hep. Ne kadar zaman önce başladı bu durum bilmiyorum ama üç dört aydır devam ediyor, onun farkındayım. Burayı takip eden ve google analytics kullanan arkadaşlar varsa kendilerine aynısının başlarına gelip gelmediğini de sormak istiyorum bu vesileyle. Belki blogger'ın ya da google'ın böyle bir özelliği vardır da ondandır. Benim aklıma gelen en mantıklı açıklama sayfanın üstünde bulunan navbar aracılığıyla başka bloglara giden insanların ulaşma yönteminin google aratıp bulma gibi görünmesi oluyor. Komik oldu bu söylediğim. Aklıma gelen en mantıklı açıklamayı hiç mantıklı bir şekilde açıklayamadım. Gerçi o zaman da blogger.com'dan yapılan yönlendirmeler ayrıyeten görüntülenmezdi herhalde. Velhasıl, bilen varsa bana da açıklasın bu durumu lütfen. Çok da dert değil ama bir süredir aklımı kurcalıyor bu mesele.

"Evet sevgili pıtırcıklar," diyerek bu yazıya son vermek isterdim ama takipçilerime pıtırcıklar diye seslenecek bir yazı yazmadım. O nedenle "Evet işte öyle böyle." diyerek sözlerime son veriyorum. Durup dururken cümleye evet diyerek başlama alışkanlığı ediniyor olduğum için kendimi de kınıyorum. (Konuyla alakalı kötü espri için başlığa bakınız.)

.

"Belli, senin şiir falan okuduğun yok. Eğer şiir okusaydın bilirdin ki... Aşık adam sınanmaz."

Beş Şehir filminden.

Çay Keyfi Ama Eti'den Değil

Oh be! Okulda ağız tadıyla çay içmeyi özlemişim. Kaç gün oldu eve yıkamak için götürdüğüm demliği getirmeyi unutuyorum. Olmuyor arkadaş. Güne en az iki kupa (kupa dediğim de 300 ml) çay içmeden başlayamıyorum. Başım ağrıyor gün içinde çay içemediğim zaman. Aşağıdan (kantinden) çay almak da istemiyorum. Hani mecburiyetten alıyorum ama zaten çayın tadı yok üstüne bir de benim günlük çay masrafım en az üç dört lira oradan almaya kalksam. Her neyse, şükür bugün unutmadan geldim de ilk iş çayımı demleyebildim. Afiyet olsun değil mi? Sizi de bekleriz bu arada. Adresi biliyorsunuz sanırım. Bilmeyenler de gelmek isterlerse yorum yazabilirler hemen veririm adresi.

Ben Tören Sevmiyim

Kitap okumak ve film izleyebilmek istiyorum. Çok şey mi bu istediklerim? Hani İstanbul dönüşü kendime bir hafta hatta on gün tatil verecektim. Yalan oldu bütün planlarım. Neyse, başa gelen çekilir.

Bu akşam mezuniyet töreni var ve ben görevliyim. Arkadaşlarım, öğrencilerim, öğrenci arkadaşlarım (galiba en doğru ifade sonuncusuydu) mezun oluyorlar ve çok heyecanlılar sanıyorum. Onların heyecanına ortak olmalı mıyım bilmiyorum. Kendi mezuniyetine heyecanlanmayan birinden bunu beklemek abes olur biraz o yüzden hiç öyle bir niyetim yok. Yine de en azından öyle bilsinler diye işten biraz erken çıkıp evde traş olabilir ve gömlek kravat giyebilirim tören için. Ama üşeniyorum yahu! Hem ben törenlerden nefret ederim. Geçtiğimiz yıl kendi mezuniyet törenime katılmadım örneğin. Ay aman bilemedim şimdi. Gidiyorum ben.

O Kendini Biliyor

İşbu yazı rica kisvesi altında yemiş olduğum bir fırçanın ürünü olarak kaleme alınmaktadır. Uzun zamandır buralara uğramamış olmama kızan bir arkadaşımın sert çıkışı üzerine hemen kontrol sayfasını açtım ve yazı ekle butonuna tıkladım. Ama bu sevgili arkadaşa da birkaç çift lafım var. (Sayamadım şimdi kaç tane olduğunu, belki tek çift bile değildir. Tek çift de ilginç bir ifade bu arada. Bir çift mi demeliydim?) Senin gibilerden fırsat mı buluyoruz ki yazalım cimcime? Önceki gün senin bir yanlış yapıp bir boş bıraktığın sınavda ben salon başkanı olarak ayakta dikiliyordum. Gerçi Allah için güzel para veriyorlar, her hafta sonu olsa her hafta sonu dikilirim. Yok yok, her hafta sonu dikilmem de ayda en az iki hafta sonu dikilirim. Sınav başına 75 lira aldım, daha ne olsun. İlaç gibi geldi yeminle. Paralar suyunu çekmişti, ay sonuna elimde birkaç kuruş olarak (kuruş mu, ne kuruşu, kuruş ne arar la...) girdim. 150 liraya birkaç kuruş deyişimden sayılarla ilgili kavrayışımı kaybetmiş olduğumu anlayabilirsiniz herhalde. Hep şu öğrenci konferansının bildiri metinleri yüzünden. O kadar çok formülle uğraştım ki ne olduğunu anlamadan, sayı görünce feleğim şaşar oldu. Neyi nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum artık. O derece.

Neyse, şimdi görev bekler. Tam da sözünü ettiğim bu bildiri metinleriyle ilgilenmem gerekiyor. Sevgiyle kalın. Söz burayı bu kadar ihmal etmeyeceğim.

Not: Arkadaşım, takip ettiklerimin sayısının fazlalaşmasını kıskandığını söylemiştin bir zamanlar. Hep aklımda onunla ilgili de bir şeyler yazacağım ama olmuyor bir türlü. Ama bilesin ki senin yerin başka.

Tutku

"Tutku." diyorum. "Bunu hayatım boyunca tanıyıp tanımadığımı bilmiyorum. Belki bunun için çok sıkılgan biriydim. Gençken tek bir parola geçerliydi: Kendine hakim olmak. Tek bir kadını sevdim ve o kesintisiz olarak düşüncelerimde. Onun artık varolmayacağı bir anı asla kabullenemiyordum."

J. Bernlef, Dışarısı Pazartesi

Ay, Of, Aman! Git Başımdan da Kurtulam.

Şimdi... Nasıl desem? Öyle bir doluyum öyle bir doluyum ki ne diyeceğimi bilemiyorum. O yüzden dolu olduğum şeylere hiç girmeyip boşalttıklarımı yazayım ve susayım şimdilik. On günde on bir gözetmenlik, bir tam gün yedek gözetmenlik yapıp bir yandan ahım şahım olmasa da iyi kötü bir makale yazıp hem de ev taşıdım ya daha da bir şey demiyorum kendime. Helal olsun bana.

Ama dün, The Hours izlerken fark ettim ki ben yazmayı unutmuşum. Artık kağıda dökebileceğim hayaller kurmuyorum gün içinde. Zihnim bir makina gibi çalışır olmuş yalnızca. Oku, öğren, analiz et ve yazacaksan bunlarla ilgili yaz. Hikayelere yer yok artık parmaklarımın ucunda sanki. Bu geçici bir süre için mi böyle acaba yoksa bundan sonra hep böyle mi olacak? Olmasın.

Not: Başlığı yazı bittikten sonra yazan bir insan olduğum için bir çağrışım sonucu böyle abuk bir şey çıktı. Çağrışa çağrışa Yıldız Tilbe'nin şarkısı geldi ya aklıma ona da bir şey demiyorum. Yine helal olsun bana.

Bir Hayli Zaman Sonra İkinci Not: İnsanların bu hep nefret ettiğim şarkıyı google'da arayıp bu yazıya ulaşmasından sıkıldığım için başlığı değiştiriyorum. İllallah!

Oleeey!

Kendime yeni bir ad buldum: dil kurutucu. Ne alaka değil mi? Arkadaş ben ne zaman ilgimi çeken bir blog bulsam ve takip etmeye başlasam insanlar yazmayı bırakıyor. Ama yalnızca gerçekten ilgimi çeken bloglarda yaşıyorum bu durumu. Dilini kurutuyorum sanki insanların. Yapmayın arkadaşlar böyle. Üzülüyorum.

Bir de -bu sözüm tüm arkadaşlara- şu yorumlara cevap yazın lütfen. Kızıyorum ama! Yorum yapıyorum cevap alamıyorum. Daha evvel sözünü ettiğim şikayetim bu ikincisiydi işte. Bir iki arkadaş hiç yorum yaptırmıyor, onlara da hak versem mi vermesem mi bilemiyorum. Neyse.

Son olarak şunu da söylemek istiyorum. Yukarıda yazdıklarımdan tamamen bağımsız olarak. Bugüne kadar hep sır olarak kalacağını düşünerek ettiğim boşboğazlıklardan çektim. Bilhassa kızların en yakın arkadaşlarından hiçbir şeyi saklamadıklarını öğrenme sıkıntısı yaşadığımdan. Hala akıllanamadım ama. Bu halde de kendime diyecek söz bulamıyorum. Yok yok, buldum. Aferin.

Ben Adam Olmam Demiş miydim?

Hani demiştim ya geçenlerde yıldırım aşkının kıyısından döndüm diye... Aaa! Dememiş miydim? Nasıl olur ya, ben anlattım sanıyordum. Neyse, anlatayım da dinleyin o zaman.

Bir ay falan oluyordur herhalde, Konak'tan metroya binmiş eve gidiyordum. Akşamın erken saatleri olmalı ki İnönü Caddesi'ne girmeyip Konak'a gitmeyi tercih etmişim. Özel bir iş için gitmiş olsam hatırlardım herhalde. Her neyse, meselemiz o değil.

Üçyol'da inince insanlar bir an önce kendilerini dışarı atmak için yürüyen merdivenlere hücüm ediyor da orası banka kuyruğu gibi oluyor hani. Ben yorgun değilsem merdivenleri kullandığımdan normalde sorun etmiyorum o durumu. Ama yorgunsam yürüyen merdivenleri kullanmak için kenara çekilip kalabalığın azalmasını bekliyorum. O akşam da yorgun olmalıydım ki kenarda duruyordum. Derken kızın biri önümden geçip az ötede beklemeye başladı. Altı yıl oluyor neredeyse İzmir'deyim, iyi kötü metroya da binerim ara ara, ilk kez böyle bir şeyle karşılaştım. Daha bunun şaşkınlığını atamamıştım ki kız elindeki kitabı açıp okumaya başladı. O an Eros'un oralarda bir yerlerde olduğundan ve kalbimi nişan almak için uğraştığından adım gibi emindim. Garibimin şanssızlığı şu ki bende bir bahane bulup kızla tanışacak ne cesaret ne maharet var. İçinden "Ulan ruh eşini bulduk ayağına getirdik, daha ne bok yemeye bekliyorsun!" diye küfürler savurduğunu tahmin ediyorum kendisinin.

Kalabalık azaldı, yürüyen merdivene bindim ve yoluma devam ettim. Arkama dönüp bakamadım bile kız hangi yöne gidiyor diye.

Bilmek vs. Düşünebilmek

Edebiyatçı yahut tiyatrocu değilim, o nedenle şimdi sözünü edeceğim kavramın adını bilmiyorum ama muhakkak bir adı vardır. Eleştirmek istediğiniz bir şeyi onunla aynı dili kullanarak fakat işin içine biraz mizah katarak eleştirmek gibi bir yöntem var. Benim çok severek takip ettiğim, pek çoklarının da benim gibi sevdiğini bildiğim Zaytung da bu yöntemi kullanarak medyamızın ne kadar tekdüze, ne kadar aymaz, zaman zaman ne kadar ahlaksız olduğunu gözler önüne sermeye çalışıyor. Gel gör ki bizim her boktan çok iyi anlayan ama nedense baktığını, gördüğünü analiz etmek için düşünmeyi aklına getiremeyen insanımız bu yöntemi fark etmemiş olacak ki adamlar yeni başlattıkları "Dergi" uygulamasındaki gezi sehayat dergi kapağının üzerine neyi neden yazdıklarına dair açıklama yapmak durumunda kalmışlar. Zaman zaman "Bu da mizah malzemesi yapılmaz ki abi!" dediğimiz şeyler oluyor ama durup bir düşünmekte fayda var mizah malzemesi yapılan şey "o" mu yoksa birilerinin o meseleyle ilgili tavırları mı diye. Velhasıl, Allah sizi davul etsin diyorum Zaytung'u o açıklamaları yapmak zorunda bırakanlara. Ne anlamı kaldı şimdi esprinin?

.

Bizimkini bekliyorum. Gelsin ve eve gidelim diye. O gelinceye kadar bir şeyler yazmak istedim. Sadece bir şeyler yazmak. Bu kadarmış. :)

Şarapçı Şarap Şarap

Alkol alan insanlarda en sevmediğim şeydir ayarını bilmemeleri. Dün ayarı öyle bir kaçırdım ki ne sen sor ne ben söyleyeyim. Bu sene bir iki defa daha başıma gelmişti ama ben münferit olaylar sayıyordum bunları. Galiba değilmiş. Ben artık ayarı tutturamıyorum arkadaş. Öncekiler evdeydi de çok dert etmemiştim ama dün gece gerçekten çok utandım. Ayarı kaçırdım da kavga dövüş mü çıkardım, hayır. Ama kendimden geçtim resmen. Ayıp oldu arkadaşlara karşı. Yarın okulda karşılaşınca nasıl bakacağım yüzlerine bilmiyorum. Neyse. Bundan sonra dışarda alkol almak yok. İçeceksem adam gibi oturup evde içerim.

Takip Ettiklerim

Blogu olan arkadaşlardan şikayetim var. Şaka değil, gerçek. Takip ettiğim birkaç blog vardı, araya bir iki tane daha eklendi. Ben takip ettiğim blogların güncellemelerinden kendi blogumun sağında blog listesi oluşturarak haberdar oluyordum. Geçenlerde bir karar verdim, Google Reader'ı kullanayım dedim. Takip ettiğim blogları da oraya ekleyeyim, oradan izleyeyim diye düşündüm. Arkadaş o gün bu gündür kimsecikler bir şey yazmaz oldu. Eliniz mi gitmiyor arkadaşlar klavyeye ne var yahu? Olmaz ki böyle.

Yorumlarla ilgili de ikinci bir şikayetim var ama karnım aç şimdi, o nedenle yemeğe gidiyorum. Başka bir zaman bunu da dile getireceğim. Öptüm canım. Babay!

Ağır Argo ve Küfür İçerir, Bilmekte Fayda Var

Şimdi şöyle bir durum var. Acayip ağzı bozuk bir adamım. Çok sağlam küfür de ederim zaman zaman. Arkadaşlarımla pek paylaşmadığım fakat benim mantıklı olduğuna kanaat getirdiğim (elbette mantıklı olduğuna kanaat getireceğim, kendi fikrim ne de olsa) bir ayrım güdüyorum küfretmekle ağzımı bozmak arasında. Belki doğduğum ve belli bir yaşa kadar yaşadığım yerlerde insanların ağzının çok bozuk olmasından da kaynaklanıyor bu düşüncem, bilemiyorum. Her neyse. Bana göre kötü bir ifade bir şahsa yöneltilirse küfür olur. Bu ifade (affedersiniz) orospu çocuğu da olabilir şerefsiz de it de. En kallavisinden en naifine kadar her türlü kötü ifade birine yönlendirilince bu küfürdür. Bakın aklıma bir tanesi geldi mesela. Omurgasız lafı hiç de küfür gibi durmaz, alt tarafı bir ithamdır çoğuna göre çünkü ayıp kelime içermez. Bana sorarsanız birine omurgasız demek küfürdür diğer bir yandan. Ama lafa amına koyayım diye başlarsanız (koyduğunuz am birisine ait olmadığı sürece) bana göre küfretmiş olmaz, ağzınızı bozmuş olursunuz. Hakeza siktir et de küfür değildir mesela bana göre.

Şahsi kanaatimi belirttiğim bu ön bilgiler ışığında esas değinmek istediğim konuya geliyorum. Milletçe ne kadar çığırından çıkmışız yahu biz. (Burada milletten kasıt milliyetçilik fikrine temel teşkil eden millet kavramı değil lafın gelişi söylenmiş ve beni de içinde barındıran kuru kalabalığı anlatmaya yarayan bir ifadedir. Yav bugün gevezeliğim üzerimde bakıyorum da.) Önümüze gelene ana avrat, soy sop küfrediyoruz. Yüz yüze gelsek söylemekten imtina edeceğimiz sözleri kişilerin gıyabında sarf etmekten çekinmiyoruz. En basit meselelerde dahi bunu yapıyoruz ya aklım almıyor. Hoş mesele ne olursa olsun küfretmek tasvip edilecek bir şey değil orası ayrı ama sudan sebeplerle birbirlerine kevaşe, götveren, amcık ağızlı falan diyen insanları görünce cinlerim tepeme çıkıyor. Hele hele küfre üçüncü şahısları da katan küfürler olunca - ki bunlar genelde orospu çocuğu, it oğlu it ve türevleri oluyor- dellenmeden edemiyorum. Yok arkadaş, ben gerçekten ne hale geldiğimizi anlamıyorum. O nedenle söylediklerime beyni yerine omuriliğini kullanarak cevap verecek insanların olduğu yerlerde kendimi ifade etmekten kaçınmaya çalışıyorum çoğunlukla. Yoksa Hayaloğlu’nun şiirinde “Yoksa bu ilişkiler, bu zaaflar/ Seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir/ Dirhem dirhem azalırsın.” dediği gibi beni yiyip bitirecek “muhataplarımın” bu hali.

.

Bu arada az önce aynaya bakarken saçlarımın tam istediğim uzunlukta olduklarını gördüm. Daha doğrusu saçlarımın uzunluğu şekil vermekte sıkıntı yaşamayacağım ve baktığımda hoşuma gidecek bir hal almış. Keyiflendim birden yahu!

Dikkat Dikkat

Son günlerde yazdıklarımı okuyan biri mutsuz olduğumu düşünür herhalde. Oysa ruh halimin mutluluk yönünden incelenebilirliği yok şu aralar. Diğer bir ifadeyle mutlu olup olmadığım sorulsa bana, verecek cevabım yok. Mutsuz olmadığımı biliyorum ama mutlu muyum onu bilmiyorum. Gerçekten de ruh halimin mutluluk yönünden incelenebilirliği yok şu aralar. Hayatım meşguliyetler ekseninde devam ediyor daha ziyade. Yapabildiklerim ve yapamadıklarım (buna isteklerim de dahil) belirliyor ahvalimi genellikle. "Nasılsın?" sorusuna verilecek cevaplarım yoğun, boş, her zamanki gibi, sıkkın, iyi, enerji dolu, yorgun gibi sıfatlarla sınırlı. O nedenle bu satırları ve bundan önce yazdıklarımı okuyan tanıdık, eş, dost varsa mutsuz olduğumu düşünmesinler lütfen.

Ah, Of, Falan, Filan

"Geçmişe sünger çekmek istiyorum. Her şeye sıfırdan başlamak, başka başka insanlar tanımak, başka yerlerde başka şeyler yapmak istiyorum." Bunlar bir anlığına aklımdan geçip parmaklarımın ucundan bilgisayara kaydedilmiş cümleler mi yoksa ağır ağır olgunlaşan ve yerlerini bulan düşüncelerimin meyveleri mi bilemiyorum. Bazen sil baştan başlamak gerekir mi gerçekten bilmiyorum. Bildiğim şu anda bir şekilde, ama yazarak ama konuşarak kendimi anlatmak istediğim. Hiç aklıma gelmeyen, hiç kelimelere dökmediğim, belki hiç farkına varmadan içimde büyüyen ne var ne yoksa bir bir boşaltmak, dışarı akıtmak istiyorum. Birisi olsun istiyorum yanımda. Bakışımdan, duruşumdan, susuşumdan beni anlasın demek çok fazla şey istemek olacağından belki; söyleyebildiğim kadarından anlatabildiğim kadarını anlasın ve izin versin başımı omzuna yaslayabileyim. Başımı omzuna yaslayabileceğim, bunu isteyebileceğim biri olsun. Öyle bir girdaptayım ki bu hususta, döndükçe dönüyor fakat bir yere varamıyorum. Şimdi sorsalar yaslanabileceğim kimim olduğunu bir annemle babamı söyleyebilirim. Görmemin zor; gördüğümde sarılmanın ve omzunda ağlamamın neredeyse imkansız olduğu annemle babamı.

Bu acı neden? Bu yalnızlık hissi, bu boşluk neden? Neden bu kaybolmuşluk? Nerede yitirdim kendimi? Nerede ve ne zaman kırıldı düzenimin zembereği? Neden hiçbir biçimde kendimi avutamayışım? Neden böyle anlarda Rabbim'e sarılmak isteyişim lakin el açıp dua bile etmeyişim? Neden onu terk edişim? Neden herkese ve her şeye sırtımı dönüşüm? Neden parmaklarımın ağrıması bu satırları yazarken? Bunca soru neden?

Takvime baktım şimdi. 2010 Nisan'ı da geride bırakmışız. Kaç ay oldu acaba hangi ayda ve hangi yılda olduğumu merak etmeyeli? Ne zamandır saatlerin ve günlerin benim için bir önemi yok? Ne kadardır biri sorumluluklarıma diğeri isteklerime dair iki insan barındırıyorum içimde?

Yapılacak işler, asılacak duyurular varmış. Ben, sorumluluklarıyla ilgilenen ben, gidiyorum. Diğer ben nerelerde bilmiyorum zaten.

Bir Türkü Olmak

Bir türkü dinlemek istiyorum. Bir türkü, içimden akıp geçmesin, oturup kalsın öylece yüreğime. Bir türkü ki feryadım olsun. Bir türkü dinlemek istiyorum. Bir türkü olmak ve hep türkü kalmak istiyorum.

Günlerdir türkülerde yaşıyorum. Ne dinlesem kesmiyor beni, hemen bir türküde bulmak istiyorum kendimi. Öyle bir halde bir dostun Ali Asker dinlediğini görüyorum. "Şu Metris'in önü bir uzun alan/ Bir tek seni sevdim gerisi yalan!" Dinlemek istiyorum. Dinlemek ve kaybolmak dizelerin içinde. Dinlemek ve ürpermek. Diken diken etmek istiyorum tüylerimi. Dikenlerim tenime, damarlarıma, yüreğime batsın istiyorum. Nihayet çalmaya başlıyor türkü. Ben susuyorum.

"Kanım hep içime akar kanarım/ Beni anlamadın ona yanarım."

Ateş Olsam Cirmim Yine Ben Olurdum

Benim canım yanmıyor. Ben yanıyorum. Tepeden tırnağa alev aldım, yanıyorum. Ruhumun küllerini savura savura yanıyorum. İnsanlar bir biçimde yaşıyorlar, ben ölüyorum.

Dün, boş bir vaktimde eski günlüğüme baktım biraz. Hüzünlendim. Bu benim. Aklından doğru yanlış yüzlerce düşünce geçmiş olan insan benim. Vaktiyle kafasını bir şeylere yoran insan benim. Şimdi hiçbir şey düşünmüyorum. Etrafımda olup bitenlerin hiçbiri hakkında fikrim yok. Öğrendiklerim üzerine bile kafa yormuyorum. Bana verilen, başıma gelen her şeye "Eyvallah!" diyor; yapılması gereken bir şey varsa yerine getiriyor fakat şahsım adına hiçbir katkıda bulunmuyorum. En yakınımdaki insanlar acı çekerken yahut eğlenirken ben hiçbir şey hissetmeden; onları teselli edecek yahut memnuniyetlerinin devamını sağlayacak hiçbir şey akıl edemeden onlarla birlikte bulunuyorum.

Benim canım yanmıyor. Ben yanıyorum.