Para Sıkışınca

İnternetle ilgili sorunun ne olduğunu bulduk ve çözdük. Mesele telefon hattına para sıkışmasıymış meğer.

Bir haftalık arıza kaydı bildirme ve ulaşılamama sorunumuzun üstesinden gelmeyi başardık ki evimize gelen TTNet çalışanı eve gelen hatta çevir sesi olmadığını söyledi ve sorunun Türk Telekomla ilgili olduğunu, onların ilgilenmesi gerektiğini belirterek gitti. Sonra gelen Türk Telekom çalışanı da birkaç dakikalık incelemeden sonra apartman girişinde hatla ilgili sorun olmadığını, eve gelen kabloda sorun olabileceğini ve yeni hat çekmemizi söyledi. Meğer apartman içindeki işlere onlar bakmazlarmış, elektirikçi bulup bizim çektirmemiz gerekirmiş. Bizim komşu apartmandaki elektirikçiye sorduk, ölçtü biçti, 20 metre kablo gider, işçiliğiyle size 35 lira olur dedi. Kabloyu ben Çankaya'dan 5 liraya buldum, işçiliğini de 20 liraya hallettik, 25 lira vererek hat çektirdik eve. Sonrasında yine problem yaşadık ve dün hat çekildiği halde bugün tekrar gelen TTNet çalışanı sayesinde onun da üstesinden gelindi ve şu an için sıkıntımız kalmadı. E tabi onca müşteri hizmetleri araması falan bir hayli pahalıya patladı bize. 444'lü hatlar dakikada dört kontör yiyor ki sadece benim 100'e yakın kontörüm gitti, 50 civarı da dostumun gittiğini hesaplarsak 50 liraya yakın masraf yaptık, tek kilobaytlık veri alamadan hem de. Trajikomik, evet.

Neyse, nihayet internet sorununu aştık. Diyeceğim budur şimdilik.

İnternet Mevzuları

Çatlamak, patlamak, yırtılmak üzereyim. Bir haftadır kullanamadığım internetin ücretini ödeyeceğim resmen. Hani kullanamamak neyse de bir şey söylendiği halde dikkate alınmayınca çıldırıyor insan. Geçen hafta Çarşamba günü TTNet'i arayıp arıza bildiriminde bulundum ve bana cep telefonumdan ulaşılmasını özellikle belirttim zira sabit telefonumuz yok. Bugün tekrar aradığımda adam bana iki defa arandığımı fakat bana ulaşılamadığını ve arıza kaydımın bu nedenle iptal edildiğini söyledi. "Beyefendi eğer internet hattının bağlı olduğu numaradan aranırsam ulaşılamam çünkü telefonumuz yok, özellikle belirttim cep telefonumdan aranmak istediğimi." dedim. Yeni bir arıza kaydı daha aldı ve yine özellikle sabit numaram olmadığını belirttim. Aradan altı saate yakın bir zaman geçti ve hala ses seda yok. Muhtemelen yine sabit numaradan arıyorlar ve ulaşamıyorlar. Yarın da düzeltilmezse şu sorun ne yaparım bilmiyorum. Sakin kalmaya çalışıyorum ama kafa bırakmıyorlar ki insanda.

Dellendirmeyin İnsanı

Bugünkü konumuzu açıklıyorum: lezbiyenler(!)

Kelimenin sonundaki ünlem işareti parantezin içinde. Bunun iki sebebi var; birinci sebep benim ne yazacağımı hiç kurgulamamış bu nedenle de bunun gerçekten konu olabilme ihtimalini hiç hesaplamamış olmam, ikincisi de bahsini edeceklerimin bence gerçekten lezbiyen olmamaları yahut benim kafamdaki tanıma uymamaları. Peki nedir benim kafamdaki tanım?

Ben lezbiyenliğin cinsel bir tercih olarak hormonlardan, hemcinsler arası sevginin aşka dönüşmesinden, hiç olmadı bir karşı duruştan kaynaklandığına inanır(d)ım. Lakin şu birkaç gündür takıldığım arkadaşlık sitelerinde gördüklerim durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koydu. Hani şaşırabileceğim bir şey kalsaydı dünyada gördüklerim beni afallatabilirdi. Her gördüğüne "Çok güzelsin, tanışalım mı?" yazandan kendini pazarlayana, cinsel çağrışımları yüksek fotoğraflarıyla ego tatmini peşinde koşanlardan herkese aynı numarayla yaklaşmaya çalışanlara kadar çok hilkat garibesi gördüm ama dikkatimi en çok çeken bu sözde lezbiyenler oldu. Sözde diyorum çünkü bu kadar çok sayıda gerçek lezbiyen olabileceğini sanmıyorum.

Aslında benim takıldığım sayılarının çok olması değil. Kendini lezbiyen olarak tanımlayan bunca insanın olmasını garipsedim, bu doğru ama bunu ifade etme biçimleri oldu esas dikkatimi celbeden. Kullanıcı adları, tanıtım yazıları ve fotoğrafları hep cinsel vurgularla yüklü. Merak etmeden duramıyor insan, bir tercihin bu kadar cinselliğe bulanması garip değil mi? Temel İçgüdü filminde Jeanne Tripplehorn'un Michael Douglas'la çekilen tecavüz-sevişme karışımı sahneden sonra Douglas'a "You were not making love." deyişini aklıma getiriyor bu durum. Hani bahsini ettiğimiz bu sözde lezbiyenler sevişmiyor da... (Yahu bu da nasıl söylenir ki? Elin gavuru ne güzel ayırmış "making love"/"having sex" diye.)

Bir de kendilerine "lez" demeleri yok mu, deli oluyorum. Arkadaşım bu kadar mı saygın yok cinsel tercihine. Bu kelimenin argo, argonun da erkek egemen bir dil olduğunu bilmiyor musun? Hoş önce ne bok biliyorsun ki diye sormalı, erkek egemenmiş, peh!

Söyleyeceklerimin yarısını türlü sebeplerden ötürü söyleyemeden bitiriyorum bu yazıyı. Konuşmak neyse de yazmak zor oluyormuş ya bu konularda.

Güv...

İki gündür dönüp dönüp bir insanın güvenini nasıl kazanabileceğimi soruyorum kendime. Güven, kazanılan bir şey midir yoksa güvenmesi beklenen kişinin elinde midir tamamen? Başından geçenleri fazla kurcalamayan biri olmama rağmen arada bir bu soruyla boğuşmadan duramıyorum iki gündür. Boşver, diyorum bazen ama boşveremediğim zamanlar da oluyor.

Anlatacak gücü bulamadım kendimde. Üzgünüm.

Avcı ile Avı

Günün fotoğrafı bir belediye otobüsünden. Farkındayım, cümle televizyon programlarından fışkırmış gibi oldu. Ne yapalım, idare edin artık. Neyse, fotoğraf diyorduk.

Şu fotoğraftaki zat-ı acizlerinin sırıtışına bakar mısınız Allah aşkına! "He hey, bu akşamki avım hazır. Şafak sökmeden bu kızın vücudundaki tüm kanı emeceğim. Hahahaha!" dercesine bakmışım objektife. Sevgili arkadaşım da niyetimi sezmiş olacak ki "Abi n'olur yeme beni. Ben saf, masum, kimsesiz, çaresiz, aç, susuz (abarttım mı ne) bir kızım." der gibilerinden büküvermiş boynunu. Ama ters yana bükmüş garibim, kafası kafama yapışmış. Bu halde av ile avcıdan çok iki can ciğer arkadaş gibi görünüyoruz.

Eveeet, bu ısınma turu kabilinden olsun. Umarım yakında daha aklı başında bir yazı ile "Ceee!" derim sizlere. Aklı başında bir "Ceee!" nasıl olur bu yaştaki biri için merak etmeden duramıyorum doğrusu.

Öyle Sarhoş Olsam ki

Gece yarısını hayli geçtik. Evde şu an dokuz kişi var. Biri uyudu, uyanıkları da yatırmaya çalışıyoruz. Kimsenin yatıp yatmamasında değilim ama ayaktayken de doğru durmuyoruz ki arkadaş. Vakit biraz geçtikten sonra ses inanılmaz yayılıyor ve alta üste her yana rahatsızlık veriyor. Yok, şikayet etmeyeceğim. Bir şeyi kaç defa tekrarlayabileceğimi görmek istemiyorum artık.

Cem Yılmaz'ın 2008 gösterisini izledik. Sinir oldum. Çok uzun. Esprilerin yarısına yakını eski gösterilerinden. Bir saate yakın uyudum, uyandıktan sonra da bir saat kadar devam etti. Patladım resmen. Öyle işte.

Sevgi, saygı, gürültülü bu gece.

İlk Yemek

Soldaki resimde görmüş olduğunuz bendenizin elleriyle hazırlanmış ilk pilavdır. Hatta menemen, hazır çorba ve bir iki çeşit yöresel çorba bir kenara bırakılırsa ilk yemektir diyebilirim. Hayat ne kadar kolaylaşmış meğer. İnternetten tarif alıyor, yapıyor ve afiyetle yiyorsunuz. Gayet de güzel olmuştu doğrusu. Tuzu azdı biraz o kadar. Ona da alışacağız artık yavaş yavaş. Tencerenin yarısının neden boş olduğunu soran varsa kendisine bilsin ki yarım saat demlenmesi gereken pilavı piştikten beş dakika sonra yiyecek kadar açtık. Sonuç böyle bir şey oldu doğal olarak.

Ellerime sağlık, ne diyeyim.

Birkaç Fotoğraf

Evin yanındaki beyaz kubbe çok hoşuma gitti. Daha belirgin çekmek istediğimde altındaki demir ayaklar meydana çıkıyor ve o güzelliği bozuyordu. Resmi İzmir manzarasından ve evin yanındaki ağaçların çatıdaki gölgesinden olabildiğince az mahrum kılarak çekmeye çalıştım. Ortaya bu sonuç çıktı. Fotoğraftan hiç anlamam, sanatsal yorum istemiyorum bu arada.

Fazla söze ne hacet, pazar alanının üstten fotoğrafı ve İzmir manzarası bir arada.

Hayvansever böyle olur, benimki gibi yalandan değil. "Kedilerin annesi" diyor çevre esnaf ona. "Beni çekmeyin, onları çekin." diyor dişleri dökülmüş, sigarasını tutuşturduğu ağzıyla kedileri göstererek.

Güneş Dostum'un sırtından batıyor. Dağ gibi, deniz gibi büyük adam vesselam.

Kızlarağası'nı hiç böyle boş görmemiştim, çünkü hiç Pazar günü girmemiştim. Ne numaraydı ama!

Ben anlamam ya böyle ıvır zıvırdan yine de örnek bulunsun istedim bir tane.

Not: Yalnızca kubbenin ve Dostum'un olduğu fotoğraflar bana aittir, geri kalanlar gezide bana eşlik eden sevgili turist(!) arkadaşım Koray Yalçıntepe tarafından çekildi.

Evimiz ve İzmir Gezimiz

Bir insanın hayatı bir haftanın içinde ne kadar değişebilir? Bundan daha fazlası da olacağından eminim ama bizimki de hiç fena sayılmaz hani.

Her şey geçtiğimi Salı günü ev bakmak için gazete almamızla başladı. İlanlara göz atarken bir tanesine gülmüştüm, çünkü sadece "Sahibinden, eşyalı, kiralık" yazıyor bir de telefon numarası veriyordu. Yine de şansımızı denemek için aradık. Adam tam bize göre bir ev tarif etti ve o gün mesaisi bitince bakmayı teklif etti. Olur, dedik. O saate kadar da internetten ve gazeteden gözümüze kestirdiğimiz birkaç eve bakmak ve dolaşırken başkalarına da rast gelmek düşüncesiyle yollara düştük. Mithatpaşa Lisesi'nden başlayarak yürüye yürüye kendimizi Hatay'a attık. Aç karınlarımızı doyurduktan sonra telefonda görüştüğümüz adamla buluştuk ve eve geldik. Evi görür görmez Koray'la gözlerimiz birer karış açık, çenelerimiz yerlerde birbirimize baktık. Evi gördük, beğendik. Kaçırmamak için de o akşam için kaparo verip ayrıldık. Velhasıl Çarşamba günü ilk ayın kirası ve depozitoyu verip kontratı imzaladık. Artık anahtarlarımız ceplerimizde, evimizin yolunu tutabilirdik.

Elbette ha deyince yerleşilmiyor eve. Önce temizlik falan yapmak gerekiyor malum olduğu üzere. Sağolsun arkadaşlar bu konuda bizi yalnız bırakmadılar. Saat 9 (akşam 9) civarında beş kişi başladığımız temizliğe sonradan iki kişi daha eklendi ve saatler gecenin 2'sini gösterdiğinde neredeyse her şeyi bitirmiş gibiydik. Ertesi gün kalan ufak tefek işleri de halledince her şeyimiz hazırdı. Sonra eşya taşınması falan derken bir hayli yorulduk yine ki hala ben eşyalarımın hepsini getirmiş değilim Bornova'dan.

Allah nazarlardan saklasın evimiz çok güzel gerçekten. Hiç öğrenci evi gibi değil. Her gelenin ağzı açık kalıyor. Biz de ilk kez evde olmanın tadını çıkarıyoruz.

Haftasonu evde otururken İzmir'i görmek amacıyla hiç gezmediğimizi fark ettik. Şöyle fotoğraf çekerek falan dolaşmak için kendimizi sahile attık. Bu arada, ev sahile çok yakınmış. Yürüyerek beş dakikaya indik ama çıkarken biraz fazla sürecektir. Her neyse, kıyı boyu yürüdük. Dario Moreno'nun evinin olduğu sokağa gittik ki sokak da adını Moreno'dan alıyor. Oraya kadar gitmiş olmamıza rağmen asansörle yukarıya çıkmadık, zira ilk önce beraber çıkacağımıza dair söz verdiğimiz arkadaşlarımız vardı. Onlarla beraber çıkarız artık. Bekleriz, n'apalım.

Günün en komik olaylarından biri Kızlarağası Hanı'na girerken yaşadığımızdı. Han Pazar günleri kapalı olduğu için içeri giremeyecektik ama aklımıza bir cinlik geldi. Koray turist numarası yapacaktı, ben de ona hanı gezdirecektim. Sadece avluyu gezebilmemize rağmen güzel fotoğraflar çektik. Belki birkaçını eklerim bir ara, üşenmezsem.

Son olarak söylemek isterim ki insan hayranlarını kaybetmemek için onlardan uzun süre uzak kalmamalıymış. Yurttan çıktıktan sonra uzun süre buralara uğrayamamış olmam günlüğü bıraktığım izlenimi mi oluşturdu yoksa beklemekten sıkılındı mı bilmiyorum yorumlarını görmeye alıştığımız insanlar görünmüyor ortalıkta. İsim vermemek için neden bu kadar yırtındım bilmiyorum. Neyse, bu satırları okuyanların hepsi onun kim olduğunu biliyor sanırım.

Giderken "Acının Rengi" çalıyor. Bu kadının sesinde büyülü bir şey var ya.

"Yalnızlık büyütür
Ama yalnızlık sonra çürütür
Yalnızlık
Gitme, gitme, gitme"

Türk E-Dergi de Nedir?

Yanda görülen resim dergimizin 38. sayısının kapağı. Dört yılı aşkın bir süredik yayınlanıyor Türk E-Dergi. Önceleri Turkyouth adıyla biliniyordu, sonra bu adı aldı. Dergiye www.turkedergi.com adresinden ulaşılabilir.*

Bendeniz iki buçuk yıldır derginin kadrosundayım ve bu süre zarfında ara ara yaşadığımız irili ufaklı sorunlara rağmen çok güzel günler geçirdim. Bir yıldan fazla kalite yönetmenliği yaptığım dergide 15 Haziran'dan itibaren sorumluluklarımı daha da arttıran bir göreve, genel yayın yönetmenliğine, başladım. 38. sayı benim yönetimimde çıkan ilk sayımız oldu. Bu vesileyle, derginin kurucuları arasında olan ve 37 sayı boyunca genel yayın yönetmenliği yapan çok değerli arkadaşım Egemen Özkan'a teşekkürlerimi iletmeyi borç bilirim.

İlerleyen günlerde yeri geldikçe başımızdan geçen iyi ve kötü olaylardan bahsetmeyi düşünüyorum. Şimdilik herkese iyi günler diliyor ve derginin tadını çıkarmalarını tavsiye ediyorum.

* Çekirdeği yazan sistem sorumlusu arkadaşımızın bir türlü sebebini kavrayamadığı bir garabet dolayısıyla derginin kapağını IE 6 ve IE 7'de yayınlamayı başaramadık bir türlü. Elimizden gelen en kısa zamanda çözeceğimize inandığımız bu sorun için özür diliyor ve Firefox yahut Opera kullanıcılarının sorun yaşamadığını hatırlatmak istiyorum. Anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim.

.

Günlüğe neden resim koymadığımı sordum kendime ve cevabını veremedim. "Madem öyle, bükemediğin eli öpeceksin." düsturuyla hareket edip bundan sonra aklıma eserse fotoğraf falan koymaya karar verdim. İlk denemeyi de tişörte baskı yaptırmayı düşündüğüm işte şu gördüğünüz karikatürü koyarak yapıyorum.

Evet, bu karikatürü tişörte bastırmayı düşünüyorum zira tam olarak beni veya benim gibi kafası karışık birkaç arkadaşımı anlatıyor. Aslında bazen biz bundan da ileri gidebiliyoruz çünkü g.tümüze girenin ne olduğunu anlamadığımız dahi oluyor? "Sana giren çıkan ne?" derler ya, öyle işte.

Bu da böyle bir anımdır. Anı mı? Boşverin, kendimde değilim. Sıcaktan olsa gerek. Allah vere oturduğumuz yer rüzgarlı. Aksi olsaydı devreler külliyen yanardı.

Öptüm kuzucuklarım. İyi bakın kendinize.

Elegans Nedir?

Seyyar satıcı sesi diye bir şey var, bilirsiniz. Bilmiyorum böyle bir tabir literatüre girmiş midir ama apayrı bir sestir hakikaten seyyar satıcı sesi. Allahlık bir durum denir ya hani aynen öyle.

En başta, değişik bir tınısı vardır seyyar satıcı sesinin. Böyle genizden mi, üst gırtlaktan mı, ikisinden birden mi çıkar o ses çözemezsiniz? Hani bebeklerin ağlamaya başlarken çıkardıkları sese benzer. Örnekleyecek olursak; bebeğin ağlarkan çıkardığı sesi "ıngaaa" olarak kabul edersek seyyar satıcı sesinin tınısı bunun "ın" kısmına benzer. "Ingaaa"nın "gaaa"sı ise kelimenin son hecesini uzatırken çıkarılan sesin tınısını andırır. "Domatieeeees" örneğinde olduğu gibi.

Seyyar satıcı sesinin bir özelliği de söylenen kelimenin ne olduğunu anlaşılırlıktan uzaklaştırmasıdır. Şöyle ki; simit satan bir seyyar satıcının "Simiiiiitçiiiii" dediğini anlamak neredeyse imkansızdır. Taze fasülyeye ihtiyacınız vardır, uzaklardan seyyar satıcının sesi gelir; sevinirsiniz. Lakin fasülye satıp satmadığını anlamak için seyyar satıcının sizin sokağın köşesini dönmesi, sesi dikkatle dinlemeniz ve hiçbiri kar etmeyeceği için aşağıya inip arabaya bakmanız gerekecektir.

Daha başka şeyler de vardı söyleyeceğim ama seyyar satıcının sesi gelmiyor artık. İlham perim kayboldu vesselam. Eğer bir kez daha gelecek olursa devam ederim belki.

Son bir şey, sabahın köründe bağırdıklarında çok sinirleniyorum. Ne için uyandığımı bilsem gam yemeyeceğim de anlamayınca kuru kuruya uyanmış oluyorum dolayısıyla ifrit oluyorum.

Sevgi, saygı, elegans.

Vatana millete hayır notu: Efendim gördüm ki elegans kelimesinin anlamını arayarak bu yazıya bakan pek çok kişi var. Seneler evvel yazdığım ve elegans kelimesini laf olsun diye kullanmaktan başka hiçbir amaç gütmediğim halde insanlar elegansı merak edip bakıyorlar. Elimden geldiğince açıklama yapayım. İlk olarak kelimenin Türkçe'de doğrudan bir karşılığı yok. Latince kökenli bir kelime. Zarif, sade ve şık, basit (bayağı anlamında değil elbette) gibi anlamları mevcut. Kelimeyle ilgili sorun şu ki Türkçe'ye çevirmeye çalıştığımızda sıfat gibi duruyor fakat aslında isim olarak kullanılması gerekiyor. Sanıyorum bu yüzden de kullanmıyoruz. "Odasının çok elegans bir dizaynı var." demiyoruz. İllaki bu kökten kelime kullanacaksak "Odasının çok elegant bir dizaynı var." dememiz gerekir ki saçma. O yüzden boşverelim elegansı falan, ne gerek var. 

Dönerken

Uzun zaman sonra ilk kez dün yazabildim buraya. On günden fazla süreyle internete erişim imkanım olmadı. Hani oldu da acil işlerimi halledip çıkacak kadar. Burayı ihmal etmek zorunda kaldım bir anlamda. Salı günü itibariyle her şey yoluna girdi, çok şükür. Staj raporudur, dergidir, havadır, sudur derken dün daha önce yazdığım birkaç satırı eklemeyi başardım. Bu gerçekten bir başarı çünkü insan bir şeyden uzun süre uzak kalınca tekrardan yapmak zor geliyor. Aslında bu satırları yazarken de zorlanmıyor değilim. Neyse, buradayım nihayetinde. Görünümü de yeniledim. Beğenilecek mi bakalım.

Burdan uzak olduğum sürede neler oldu neler, anlatmakla bitmez herhalde. İlk olarak internetten uzak kalma sebebim olan yurttan çıkışım var mesela. Çok uzun bir hikaye ve doğrusu neler olduğunu buraya yazmak istemiyorum; bu nedenle geçiyorum bu konuyu. Sadece güce tapan insanlarla uyuşamadığımı, bundan bir önceki yazıyı da ("Güç Müç" başlıklı olan) o olay üzerine yazdığımı belirtmek istiyorum. Bilmeyen ve merak edenler yorum yazarak kendilerine ulaşabileceğim bir mail adresi verirlerse meraklarından kurtulabilirler.

Bir fırsatını bulup şuraladardan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmak istiyorum ama maddi imkanlarım el vermeyecek sanıyorum. Bir de eve çıkmak istediğimiz düşünülürse paradan yana çok rahat olamayacağım aşikar. Gerçi başlangıç masraflarını karşılayacağını söyleyen dostum bu konuda içimi ferahlatmaktan geri durmuyor sağolsun ama öyle olduğunda dahi pek mümkün görünmüyor İzmir'den uzaklaşmak, en azından şimdilik. Ben yine de ümidimi kaybetmeyip gelecek günlerin beraberinde neler getireceklerini merak etmekle meşgul olmayı tercih ediyorum. (Ne dedim ben şimdi?)

Erol Evgin dinliyorum şu an, İçimdeki Fırtına çalıyor. İlk dinlediğimde çok da etkilenmediğim ve açık sözlülükten de (nedense) geri durmadığım için Bıcır'ı bana şarkı göndermeye tövbe ettirdiğim halde şimdi gayet güzel buluyorum. Demlenince güzelleşiyor demek bazı şeyler.

Bir hafta oldu herhalde Şirine'yi görmeyeli. Hanımkızımız önce Ankara'ya gitti, oradan Eskişehir'e geçti. Haftaya da Aydın'a düğüne gidecek. Bu kadar geziyor, galiba kısmeti açılacak. Bakalım, başını bağlar mıyız artık. (Şirinem sen okuma buraları olur mu? Geç mi yazdım uyarıyı yoksa?)

Sunay Akın'dan birkaç dizeyle veda ediyorum sizlere. Sağlıcakla kalın.

"bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru"

Güç Müç

Tarihe mal olmuş liderler arasında Gandhi'nin yeri neden ayrıdır? Gerçek anlamda sivil olup savaş kazanmış tek(?) lider olduğu için belki. Pasif direnişin vücut bulduğu en ünlü figür olmasından diğer bir ifadeyle.

Ne gariptir ki Che Guevara'yı ikonlaştırıp bu ikonu kapitalist dünyanın bir parçası haline getiren yurdum ve dahi yerkürem insanı aynını Gandhi'ye yapmadı. İyi de etti, orası ayrı. Ama kıllanmıyor da değilim hani. Che'yi sermayeye, Mevlana'yı pop figürüne, Mustafa Kemal'i -ki ben inanmasam da kendisinin taassupla savaştığı söylenir- tabuya dönüştüren insanoğlu -ki sosyalizmi devlet kapitalizminden ayırt edemeyen de aynı insanoğludur- Gandhi'ye neden dokunmuyor, merak ediyorum. Acaba, diyorum, yönetmi çekici gelmiyor mu?