Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi

Umberto Eco'yu ben Gülün Adı ve Baudolino'dan bilirdim. Bunlar Orta Çağ Avrupası'nı daha doğrusu o dönemin Avrupalılarının dünyaya bakışını anlatan kitapalardı. Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi'ni kütüphaneden alırken de benzer bir şeyle karşılaşacağımı umuyordum ki... Burada biraz ara verip başka bir konuya değinmem gerekiyor.

Eco'nun Ur-Fascism isimli bir çalışması vardır. Türkçe'ye nasıl çevirildi bilmiyorum ama Daimi Faşizm gibi bir şey diyebilirim. Neyse. Bu çalışmasında Eco faşizmin iki dünya savaşı arasında kalmış, Almanya ve İtalya'da yaşanmış bitmiş bir olgu olmadığını, bunun süregiden bir durum olduğunu açıklıyor özetle. Faşizmin yeniden üretim mekanizmasını onun belli başlı özelliklerine bağlayan -Eco bunları on dört maddeye ayırıyor- çalışma bir yandan toplumsal bir meseleye eğilirken diğer yandan bireyler olarak içimizde barındırdığımız faşiste göndermeler yapıyor.

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi de bu çalışmanın roman hali gibi bir şey. Bir kaza sonrası hafızasını kaybeden, geçmişini hatırlamak için çocukluk anılarının arasında dolaşmaya başlayan -ki bu çocukluk İkinci Dünya Savaşı ve sonrasına denk gelmektedir- bir İtalyanın romanı bu. 40'lı yıllarda, İtalya'da yaşayan bir çocuğun -biraz okumaya düşkün bir çocuğun- hayal dünyasını, maceralarını ve aşkını anlatan bu kitap aslında her şeyden çok bize bizi, faşizmin kendi kendini nasıl beslediğini anlatıyor. Okurken "Altmış yaş üstü bir İtalyan olsam daha mı keyifli olurdu acaba bu kitabı okumak?" sorusu elbette insanın aklından geçiyor ama kitaba sadece bu gözle bakmak haksızlık olur.

Farkındayım, abuk sabuk şeyler yazdım çoğunlukla ama Eco'nun kitaplarını anlatmak da pek mümkün değil takdir edilir ki. Tavsiye edilir diyerek sözü sonlandırayım. Okumak isteyenler için, kitap Doğan Kitapçılık'tan Şemsa Gezgin'in çevirisiyle yayınlanmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Gerçek Bunun Neresinde?

Behzat Ç. güzel dizi. Reklamlarını ilk gördüğümde, yeni bir Arka Sokaklar yahut Yılan Hikayesi vakası beklemiştim, Emrah Serbes'i okumamış olmanın etkisiyle. Sonra zevkine güvendiğim ve öyle her polis asker hikayesine yüz vermeyecek bir arkadaşın ısrarla bahsi üzerine izlemeye başladım. İyi ki yapmışım.

Behzat Ç.'yi sevenlerin çoğu diziyi gerçekçi bulduğu için seviyor. Bazıları da dizideki olaylara, Behzat'ın posta koyduğu insanlara bakarak "Bunun neresi gerçekçi lan?" diyor. Anlamadıkları yahut anlamak istemedikleri olayların çoğunlukla belli idealleri yansıttığı, olanı değil olması gerekeni yansıttığı; gerçek olanınsa insanlar olduğu. Ben Behzat Ç.'yi izlerken o insanların yerinde olsam aynen o cümleleri kurarmışım gibi hissediyorum. Aynı acıları, aynı mutlulukları yaşarmışım gibi hissediyorum. Aşık olunca biraz Behzat gibi, biraz Harun gibi, en çok Hayalet gibi aşık olurmuşum gibi geliyor bana. Bekar bir polis olsam oturduğum ev Akbaba'nın evi olurdu gibi geliyor -ki bilen bilir her evde oturmam.

Her neyse, ben bu diziyi seviyorum ve hakkında bir şeyler yazmak istedim. Sebepsiz, manasız ve sonuçsuz.

Tanios Kayası

Osmanlı'ya başkaldıran Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, valisine söz geçirmeye gücü yetmeyen devlet Osmanlı, bu oyunda rolü -bu demektir ki çıkarı- olan büyük güçler ve tüm bu hengamenin ortasında kalan adı anılmaya değmez bir dağ köyü.

Farkındayım, bu yazdıklarım kitabın arka kapağındakilerden bambaşka şeyler. Orada Lamia'dan bahsediyor, güzelliğini bir çarmıh gibi taşıyan kadından. Şeyh Francis'ten söz ediyor ve yasak aşk meyvesi Tanios'tan. Esma'nın sözü geçiyor bir de kitabın arkasında. Aynen benim yazdığım üslupta (ben mi o üslupta yazmış oluyorum bu durumda?) tüm bunlar ama bambaşka şeyler.

Roman elbette bu adı sayılan kişilerin -ki bence bu liste eksik, Gerios'un, Katırcı'nın, Tamar'ın da adı geçmeli bence en azından- hikayesini anlatıyor. Sürgünü, aşkı, cinayeti, kaçaklığı anlatıyor. Ne var ki ben kitabı okurken geçimini sağlamaktan başka derdi olmayan bir köy halkının, bir yörenin halkının nasıl da iktidar oyununun bir parçası olduğunu, bu oyunda kararan hayatları ve sönen ocakları gördüm hep. Kuzey Afrika'yı, Orta Doğu'yu, Kıbrıs'ı ve buralarda, buraların üzerinde dönen hesapları gördüm. Gördüklerim güzel değildi belki ama güzel anlatılmıştı, tıpkı Lamia'nın, Tanios'un ve -ah!- Tamar'ın hikayesi gibi.

Amin Maalouf'un kitabı her zamanki gibi YKY'den çıkmış, Esin-Talu Çelikkan'ın çevirisiyle. Tavsiye edilir.

Not: Ah edişimden anlaşılmştır, benim için romanın en büyüleyici karakteri Tamar'dı. Lamia'dan da güzeldi o, Esma'dan da. Ah Tamar! Senin hikayen yarım kalmamalıydı.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Tez Bitti (Aşk Bitti Melodisiyle Lütfen!)

Tez bitti lan! Az evvel son bölümün son paragrafını yazdım. Elbette danışmanımın isteyeceği düzeltmeler, tez özetinin yazımı, teşekkür, eklerin hazırlanması, jürinin isteyeceği düzeltmeler vesaire var ama sonuçta jüri önüne çıkabilecek iyi kötü bir tezim var artık. Daha bol zamanım olsaydı, mesela bu tezi üç buçuk dört ayda değil de on ayda yazma şansım olsaydı ve jüriye böyle bir tezle girseydim memnun olmazdım ama bu kadar zamanda bir tez yazmış olmak, hem de meselenin teorik alt yapısını oluşturan iki konudan birine dair sıfırdan okuma yapmışken (neyse ki diğer konuya bir hayli hakimdim) bunu becerebilmek şu an memnuniyet duymam için yeterli sanıyorum.

Neyse, ilk anın bendeki etkisinin büyük bir rahatlama olduğunu ve bundan sonrasının çok kolay göründüğünü söyleyerek şimdilik huzurdan çekiliyorum.

Bir Rüya Gördüm

Hayırdır inşallah.

Bir rüya gördüm dostlar. Rüya da olsa mutlu oldum. Aç tavuk darı ambarı ilişkisi oldu. Anlatacağım ama önce son günlere dair biraz malumat vereyim.

Bir süredir tezle pek ilgilenmiyordum. Bu hafta başında tekrar -çok sıkı olmasa da- ilgilenmeye başladım. Teknik mevzularla ilgileniyordum daha çok. Sonra Pazartesi akşamı bir haber aldım. Çok yakın bir arkadaşımın babası vefat etmiş. Çarşamba günü cenaze için Bursa'ya gidip döndüm. İki gece üst üste otobüslerde uyuyup dünü cenazeye bugünü de dinlenemeden işe ayırınca akşam evde yatağa güç bıraktım kendimi.

Rüyada birinin, hem de çok güzel birinin bana aşık olduğunu gördüm. Vurucu cümleyi söylediğime göre detaylara geçebilirim. Bu olmayacak iş olmayacak biçimde oldu zaten rüyada. Bu güzel kız bana aşkını ilan etmiş vaktiyle ama ben "Seni arkadaş olarak seviyorum." gibi bir bahaneyle olmaz demişim gibi bir durum var ortada. Rüya işte, nasıl olduğu pek kesin değil ama aşağı yukarı böyle bu. Sonra ben bununla böyle yokuş aşağı yürüyorum. (Bizim üniversitenin arkasında dolanıyormuşuz gibi bir his vardı içimde, hatırlamıyorum.) Biz konuşurken kızımızın gözleri doluyor. Onu öyle görünce içimin yağları eriyor. Kendime küfrediyorum, bak ağlattın kızı diye. O esnada yollarımız ayrılıyor. Mecazen değil. O arkadaşlarının yanına gidecek, ben başka bir yere -muhtemelen eve ya da işe. Ben buna sarılıp kulağına "Vurdun, kanıma girdin/ Kabulümsün" minvalinde bir şey söylüyor ve akşama görüşürüz diyorum ve hafif açık olan omzuna, tam köprücük kemiğinin üzerine bir öpücük konduruyorum. (Çok romantik geldi lan böyle yazarken.) Görmelisiniz nasıl seviniyor. Arkadaşlarının yanına yürürken bakıyorum, ayakları yere basmıyor sanki. Başımı önüme eğip yürümeye başlıyorum. Bir yokuş çıkıyorum ve kendi kenime soruyorum bir insan bana neden aşık olur diye. Cevabı bulamıyorum. (Muhtemelen olmadığından.) Sonra uyandım.

İşte böyle sevgili dostlar. Darı ambarı meselemiz budur.

Sağlıcakla kalın.