.

Ne kadar oldu tez için gerçekten bir şey yapmayalı? Bir hafta mı? On gün mü? Biraz daha fazla sanırım. İçimden hiçbir şeyle ciddi ciddi ilgilenmek gelmiyor. Sadece kitap okumak ve müzik dinlemek istiyorum. Yoruldum sanırım bu işlerle uğraşmaktan. Böyle bir lüksüm de yok üstelik. Bu benim tercihimdi. Unuttum mu?

Sadece Birkaç Gün

İsmini bir köprünün üzerindeki grafitiden alan ve buna bir hikaye uyduran bu kitap benim için postmodernizmin romanı. Postmodern bir roman değil dikkatinizi çekerim. Modern algılarımızı bir güzel irdeler ve yer yer ince bir mizahla tiye alırken ruhaniliğe de aydınlanma sonrası bir zihnin berraklığıyla bakıyor ve tüm bunları yaparken bir geriye dönüş nakaratı tutturmak yerine evrilme hikayesi kaleme alıyor.

Kansız savaşlar için silah üretmek amacıyla oluşturulan bir kurumun vaktiyle Avrupa'nın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan ve Fareli Köyün Kavalcısı hikayesine kaynak oluşturan -meselenin bu kısmından emin değilim, yazarın kurmacası da olabilir- toplu çıldırma vakalarından esinlenerek bu vakalara sebep olan geni bulması ve geliştirmesiyle başlıyor her şey. Genin geliştirilmesindeki amaç insanların iletişim becerilerinin zarar görmesi, böylece topluluk duygusunun ortadan kalkması ve saldırılan ülkenin kan dökülmeden savaşı kaybetmesi. Deneklerden birinin (yoksa hepsinin mi?) kaçmasıyla işler çığrından çıkar ve...

Kitap kelimenin gerçek anlamıyla mükemmel. Independent Publishers tarafından "En İyi Düşsel Kurgu" ödülüne layık görülmüş. Tony Vigorito'nun Gözde Naiboğlu tarafından Türkçe'ye kazandırılan kitabı Hitkitap tarafından yayınlanmış.


Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

.

İz bırakanlar unutulmaz

Şiraz'ın Eylülleri

Şiraz'ın Eylülleri Dalia Sofer'in kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı bir kitap. İranlı bir Yahudi ailenin İran İslam Devrimi'nden sonra yaşadığı sıkıntıları anlatan kitap gayet akıcı bir dille kaleme alınmış. Üstelik cefa gören Yahudi hikayelerinde çoğunlukla gördüğümüz ajitasyona da kaçılmamış -ki bu durum kitabı benim gözümde sıradandan daha yukarıda bir yerlere yerleştiriyor. Devrim sonrası Devrim Muhafızları'nın nasıl kendilerinden olmayan herkesi suçlamaya ve cezalandırmaya meyilli olduğunu -hatta cezalandırdığını, infaz ettiğini- bu ailenin dramını anlatırken büyük bir zerafetle aktarıyor Dalia Sofer. İran-Irak savaşı esnasında yaşanan sıkıntılara da değinen kitap bu yönleriyle tavsiye edebileceklerim listesine giriyor.

Ne var ki bu güzel özellikleri yanında tatmin olmadığım ve beni memnun etmeyen yanları da var kitabın. Kitabı okurken memnun olmadığım kısım Batı'nın estetik anlayışının yüceltilişiydi. Sanat eserlerinden aksesuarlara, mimariden müziğe, hatta insan güzelliğine kadar her şey bir Batılı'nın gözüyle övülüyor yahut yeriliyor. Bir bestenin veya bir tablonun Batılı yahut Doğulu biri tarafından yapılmış olması değil de bir Batılı'nın beğenip beğenmeyeceğine bağlı olarak güzel olup olmadığı yargısına varılması benim tadımı kaçıranlardan biriydi. Bilhassa -İran İslam Devrimi'nden kadınların belli bir biçimde giyinmesinin zorunlu kılınmasıyla iyice belirginleşen- giyim kuşam meselesinde bu durum kendini gösteriyordu.

Kitabın beni tatmin etmeyen kısmı ise sosyal adaletsizlik konusundaki belirsiz duruşu. Varsıllık ve yoksulluk, patronluk ve hizmetçilik, arkadaşlık ve sırdaşlık arasındaki farklarla, bunların birbirleriyle ilişkisi hakkında can alıcı sorular sorulurken bu soruların cevaplanmasından kaçınılmış. Her zenginin ve her fakirin aynı olmadığı belirtilmiş belki ama zengin ve fakir arasındaki farkın neden bu denli yıkıcı olduğu, bu uçurumun neden bu denli büyük olduğu sorusu cevaplanmadan bırakılmış. Sanki biraz böyle gelmiş böyle gider havası yaratılmış. Elbette bir yazar aklımıza takılan her soruyu cevaplamak zorunda değil fakat kendi sorduğu sorulara cevap vermemesi yahut kaçamak cevaplar vermesi ister istemez doyumsuzluğa neden oluyor bende.

Tüm bunlar şahsi kanaatlerim olduğuna göre son bir şahsi kanaatle Işıl Aydın'ın çevirisiyle GOA Yayınları'ndan çıkan kitabın okunmaya değer olduğunu söyleyeyim.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

On Sekiz

Ben sende yönümü kaybettim. Beni o istasyonda bırakıp gittiğin gün ardından bakarken seni bir daha böyle görmeyeceğimi sezmiştim. Arkandan gelememiş, geriye dönememiştim. Başım dönmüştü. Raylara ve yola, trene ve sana, dört yolum, dört yönüm vardı. Ben hepsini yitirmiştim. O günden beri kime dönsem sen.

İstanbul Dönüşü

İstanbul'dan döndüm. Döndüm ya, hala kendime gelemedim. Otobüs yolculuğu git gide zor gelmeye başladı. Çocukluğumdan beri kaç bin kilometre yol kat etmişimdir acaba otobüslerde? Bünyem kaldırmıyor artık. Bir de şu yeni otobüslerde bir türlü rahat edemiyorum ben, nedense.

Hem tek sorun otobüs değildi. Keşke öyle olsaydı. Son beş altı defadır İstanbul'a bir türlü gezilecek havada gidemedim. Geçen sene Haziran'daki konferans iyiydi ama onun da programı öyle yoğundu ki hiçbir şey yapmama fırsat vermedi. Ondan beri dört gidişimde de hava soğuk, rüzgarlı, yağışlı, velhasıl gezmeye elverişsizdi. Şans işte.

Cumartesi fena değildi aslında hava. O gün de aksilik çok azımız birlikte olduğumuz için fazla dolaşmadık. Önce Çengelköy'de kahvaltı yaptık. Sonra iki arkadaş Üsküdar'dan Kadıköy'e yürüyerek geçtik -ki o yolun bir kısmı hiç çekilir değil. Haydarpaşa'dan Şişman'ı alıp (özlemişim keratayı) biraz Kadıköy'de dolaştık diğer arkadaşlarla buluşup. Sonra Üsküdar'a geçip bir arkadaşın evinde Monopoly oynayıp günü bitirdik.

Pazar ne gündü öyle! Fethipaşa Korusu'ndaki kahvaltıya giderken bir güzel boğaz rüzgarı yedik zaten. Bir de dönüşte yedik. (Taksiyle gitseydiniz diyenler olacaktır. Maksat dolaşmak, bir yere ulaşmak değil.) Üsküdar'dan Eminönü, Süleymaniye, Beyazıt, Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci derken akşama kadar bir güzel üşüttük kendimizi.

Pazartesi yağmurda çamurda dolaşacaktık. Neyse ki bizim Danimarkalı misafirler Kapalı Çarşı'yı görmek isteyince bize de gün doğmuş oldu. Önce Mısır Çarşısı'nın altını üstüne getirdik sonra Kapalı Çarşı'ya geçtik. Onlara sorsan Kapalı Çarşı'nın da altını üstüne getirmeye kalkarlardı ama o kadarı da fazla olurdu. Saatlerce dolandıktan ve kapalı mekanlarda yağmurdan kurtulduktan sonra bizimkiler İstanbul'un sadece eski mekanlarını görmesin diye kaldırıp bir de İstiklal turu yaptık.

Sonrası malumunuz. Üsküdar'a dön, bilet al, biraz otur ve yola çık. Okula gel. Bütün gün boş dur. Tezle ilgili hiçbir şey yapma. Dizi izle, Ekşi'de takıl, sen yokken olanları takip et internetten, akşam eve git. Bugün de hiçbir şey yapmadım. Bakalım Cuma'ya kadar gerekli düzeltmeleri yapabilecek miyim.

.

Yaşamayı beceremiyorum. Sevinmeyi, sevmeyi, yaptıklarımdan keyif almayı beceremiyorum. İnsanlarla ilişki kurmayı beceremiyorum. Sürekli bir öfke halindeyim. Etrafımda olup biten saçmalıklara(!) sürekli bağırıp çağırarak karşılık veriyorum. Çok az şeyden memnuniyet duyuyorum. Belki de hiçbir şeyden memnuniyet duymuyorum. Yoruldum.

Dün tezle ilgili planladığım hiçbir şeyi yapamadım. Sürekli olarak hiç ileri gitmeyen ama vakit alan idari işlerle uğraştım. Bugün için koymuş olduğum hedefin gerisindeyim demek bu. Ne ki hiç umurumda değil. Yarın sabah İstanbul'dayım ve tadını çıkaracağımdan şüpheli olduğum iki ya da üç günlük bir tatilde tezle ilgili hiçbir şey kafa yormak istemiyorum. Zaten bitince her şeyi bırakıp köye gitmek istiyorum. Bu büyük şehirler beni boğmaya başladı artık.

You Know What? Chuck is getting boring!

Başlık her şeyi anlatıyor, o yüzden fazla bir şey söylemeyeceğim sanırım. Chuck'tan sıkılmaya başladığımı fark ettim. Diziyi izlemeye başladığımda Chuck'ın şapşallığı ve Sarah ile olan "durumları" ilgi çekici olduğu için keyif alıyordum. Fakat bu sezonun ortalarına doğru Chuck artık "an almost super cool" ajan olmaya başladı. "Almost" şapşal olduğundan değil, duygusal olduğundan. Sarah ile ilişkilerinin de bir sebeple gerilip bölüm sonunda düzelmesi rutin halini alınca benim diziyi takip etmeme neden olan üç sebepten ikisi gitmiş oluyor. Araya bir de birkaç haftalık boşluklar girince iyice tadı kaçıyor. Hala keyif aldığım üçüncü sebepse Morgan'ın olduğu sahneler. Joshua Gomez'in iyi oyunculuğundan mıdır yoksa karakterin iyi yazılmasından mı bilmiyorum ama Morgan'ın olduğu her sahneden keyif alıyorum. Hele Alex'le flört edişlerine bayılıyorum. Alex kızımızın (Mekenna Melvin) güzel olmayan güzelliğinin de etkisi olabilir bunda elbet. Belki de bu sahneler dolayısıyla kendisi güzel görünüyordur bana, bilemiyorum.

Örtmenim!

Yeni bir gün başlıyor. Yeniden çalışmaya başlıyorum demek bu. Dün önceki güne oranla daha fazla çalıştım. Verimsizdi ama hiç yoktan iyidir. Bakalım bugün neler yapabileceğim.

Dün ilginç bir şey oldu. Pek de ilginç sayılmaz aslında, herkesin başına gelebilecek türden. Niye ilginç dediğimi bilmiyorum o yüzden. Şimdi de dönüp ilginç kelimesini yeni bir şeyle değiştirmeye üşendiğimden (yerine koyacak kelimeyi bulmaya üşendiğimden) laf salatası yapıyorum. Her neyse. Dünün günlerden Salı olduğunu bazı cihetlerden biliyordum. Ne demek bazı cihetlerden? Mesela akşam gözetmenlik yapacağım sınavın gününü, ertesi gün (bugün) yapılacak maçın Çarşamba günü yapılacağını ve benim sınav nedeniyle oynayamayacağımı, Ensari'nin Çarşamba günü İzmir'de olmayacağını vesaire biliyor, dolayısıyla günlerden Salı olduğunu da bu yönleriyle biliyordum. Gel gör ki Cuma günü teslim etmem gerekenler için önümde iki gün varmış gibi hissediyor ve yetiştirip yetiştiremeyeceğimi düşünüp duruyordum. Akşam sınav öncesi yemek yerken birden meselenin o yönünü de doğru algılayıp önümde üç gün olduğunu fark etmem büyük bir rahatlamaya neden oldu. Acaba bu rahatlama rehavet şeklinde mi dönecek yoksa üzerimdeki baskının kalkmasıyla kafam rahat çalışmama mı vesile olacak?

Şunu da söyleyeyim. Dün kanallar arasında dolanırken "Öyle Bir Geçer Zaman ki" denen (denen ne demek ya, dizinin adı işte) diziyi gördüm. Şöyle bir bakayım, gözümün bebeği İnci Öğretmen'i görürüm belki diyordum. Bekledim, bekledim, bekledim, arada bir kanal değiştirdim, geri gelip tekrar bekledim ve nihayet mah-cemali görünce sevindim. Şans bu ya görüşüm de kızcağızın hasta olacağı bölüme denk gelmiş. Ah be senaristler, reva mı bu İnci Öğretmen'e? Hem iyileşecek mi iyileşmeyecek mi onu da öğrenemedim. (Niye? Gidip zıbardım birazdan da ondan.) Takip edenlerden öğrenirim artık.

Fuck-Up

Başlığa bakıp bir şeylere küfredeceğimi düşünmeyin. Geçenlerde okuduğum bir kitaptan bahsedeceğim. "Fuck up" kelime anlamıyla berbat etmek, mahvetmek, -biraz daha argo katarsak, içine sıçmak gibi bir şey. Ben sıçıp batırmak demeyi tercih ediyorum.

Hikayemiz de tam bir sıçıp batırma hikayesi. Arthur Nersesian bizlere 1980'lerin New York'unda geçen bir hikaye anlatıyor. Kahramanımız bir sinemada yer gösterici olarak çalışırken aynı sinemada çalışan birine "yazılınca" kız arkadaşından, yazıldığı kızın gazıyla zam isteyince işinden olur. Önce bir arkadaşında kalan kahramanımız, arkadaşının sevgilisiyle kavgası sonrası kendini bu defa sokaklarda bulur. Para kazanmak için bir porno sinemasında çalışmaya başlar ve eşcinsel taklidi yapar. Bu arada bir iki kadınla tanışır fakat bir takım aksilikler ya da kendi tercihleri sonucunda hem ilişkilerinden hem de kalacak yerinden olur. Karıştığı bir yolsuzluktan ötürü sinemadaki işinden olan, bir grup ergen tarafından dövülen kahramanımız sokaklarda uyumaya, çöpten topladığı yiyeceklerle karnını doyurmaya(!) başlar. Kitabın sonundaysa bizleri bir sürpriz beklemektedir.

Fuck-Up bir yeraltı romanı. İyi yeraltı edebiyatı ürünlerinden aşina olduğumuz üzere Fuck-Up da bizlere hayatımız, sahip olduklarımız ve olmaya çalıştıklarımız, estetik anlayışımız hakkında sorgulamalar yapma fırsatı sunuyor. Nersesian'ın aşk hakkında söyledikleriyse bir kenara not edilecek cinsten.

Edinmek isteyenler için not: Sakıp Murat Yalçın tarafından Türkçeye aktarılan kitap Pia Yayınları tarafından basılmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Boşları Almaya Geldim

Ne oldu? Nafile'nin tez günlüğünden notlar vesaire diye bik bik ediyordun! Bugünkü gibi bomboş geçirdiğin bir günün sonunda da bahset tezinin durumundan yiyorsa. Hatta koca hafta sonunu boş geçirdiğinden. Yemez değil mi? Sen anca kendini teselli et. Neymiş efendim, derginin yeni sayısı çıkmışmış da mıkmışmış da falanmış da filanmış. Onu hazırlamak için iki gününü harcamış da paşam tezle o yüzden ilgilenememişmiş. Hadi diyelim bunlar geçerli mazeretler. Bugün öğleden sonra niye hiçbir şeye dokunmadın? Buna bir cevabın var mı? Yok!

Çok mu hırpaladım kendimi? Sanmıyorum. Biraz durumu abarttığım doğru ama. Göründüğüm ya da görünmek istediğim kadar önemsemiyorum aslında tezi. Bir şekilde biteceğini ve bittikten sonra da her şeyin olacağına varacağını düşündüğümden galiba. Doktora için bile kasasım yok şu aralar. Bakalım, hayırlısı.

Einstein'la Dans

Eistein'la Dans (Dancing with Einstein) isimli bir kitap okudum. Kate Wenner tarafından kaleme alınmış. Babası ilk atom bombasının yapımında çalışmış ve kendisi 12 yaşındayken trafik kazasında ölmüş bir kadının yedi yıl boyunca dünyayı dolaştıktan sonra ülkesine geri dönüşünü ve aynı anda dört terapistle görüşüp kendisi, geçmişi ve babası hakkındaki sorularına cevap arama hikayesini anlatıyor. Kitabın nesi hoşuma gitti bilmiyorum ama (bu belki de her yerini sevdim demek) zorunlu haller dışında elimden bırakamadan bitirdim kendisini. Ana karakterimiz olan Marea'nın çocukluğunda Albert Dede'yle (Einstein) yaşadıkları, nükleer savaş tehdidiyle büyüyen bir çocuğun korkuları, insanın muhataplarına göre ruh hallerinin değişimini anlatan terapi diyaloglarıyla oldukça ilginç ve başarılı bir kitap olmuş.

Arayanlar için: Kuraldışı'nın piyasaya sunduğu kitabın çevirmenliğini Mercan Yurdakuler Uluengin yapmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Bırakmak

Sene 2003, bendeniz şiir yazmayı beceremediğimi fark ettim ve şiir yazmayı bıraktım.

Sene bilmem kaç, bendeniz yaşamayı beceremediğimi fark edip yaşamayı bırakır mıyım?

Bir Başıma Bir Hafta

İtiraf etmeliyim ki tez günlüğünden notlar meselesini sevdim. İlerlemenin olduğu zamanlarda sevmem normal elbette. Açık ofisin kalabalığından kurtulup tek başıma bir odada bulunduğum bu hafta gayet verimli geçti. Özellikle şu son 24 saat gayet iyiydi. Önce dün akşama doğru modelde yapacağım değişiklikleri netleştirmeye başladım. Akşam evdeyken yapılacaklar kesinleşti. Bugün de bu değişiklikleri "bilimsel" bir biçimde kağıda dökme işini hallettim. Neredeyse bundan önceki dört günde yazdıklarım kadar şey yazdım bugün. Artık ne kadar ikna edicidir yaptığım açıklamalar zamanı gelince göreceğim.

Önümüzdeki hafta da bu imkandan yararlanabilecek olmam güzel. Umarım gelecek hafta da bu haftaki gibi (hatta belki bundan daha fazla) verimli olacaktır. Esas mesele yeniden açık ofise döndükten sonra neler yapabileceğim. Rahatlığa alışan bünyenin tekrar çalışmakta zorlanması gibi sessizliğe ve yalnızlığa alışan bünyenin de yeniden onca dikkat dağıtıcı şeyle baş etmekte zorlanacağını düşünüyorum. Bakalım neler olacak.

Nafile'nin Tez Günlüğünden Notlar vol.bilmemkaç

Zurnanın zırt dediği yerlerden birine daha gelmiş ve tıkanmış bulunmaktayım. Bırakıp başka bir kısma geçsem, sonra buraya tekrar mı dönsem yoksa diğer kısımları burada yazacaklarıma göre bina edeceğim için yazıp bitirsem mi bilemiyorum. Burayı bir tez günlüğü gibi tutmak istediğimden de emin değilim. Lakin şu sıralar başka bir şey yapmaya fırsat bırakmıyor bizimki.

Aslında çok uzun zamandır yapmak istediğim, okuduğum kitaplar hakkında birkaç cümle karalama (kitap eleştirisi değil, karışıklık olmasın) meselesini hayata geçirebilirim ama o da toparlanmış bir zihin gerektiriyor. Şu sıralar eksikliğini en çok çektiğim de o.

Böyle çok şikayet ediyorum ama teze (tez öncesi yüksek lisansı da dahil edebiliriz aslında, derslere de yoğun bir biçimde çalıştığım için) hakkını teslim etmem gereken bir konu var. Neredeyse sürekli kendisiyle meşgul olduğum için aşk meşk meselelerine kafa yormuyorum. Oh mis! Tez olmasa peşinden koşacağım birinin, yok efendim onu etkilemeye çalışacağım, vay efendim sonunda yine götümü avuçlayacağım, hadi avuçlamadım diyelim kalkıp başka yerlere gideceğim için ayrılma zımbırtısıyla uğraşacağım, uğraşmasam uzak mesafe ilişkisi denen saçmalık... Cümleyi bile bitiremedim. Neyse, sözün özü, teze bu nedenle müteşekkirim. Sağ ol var ol tez!

Tezdeyim Baştayım Depresyonda(mı)yım

İstanbul'dan döndükten sonraki bir aylık sürede ortaya koyduğum yoğun çalışma temposu sayesinde şu an tezde planladığımızdan daha önde gidiyorum. Bu güzel bir şey elbette. Ne kadar önde olursam beklenmedik aksiliklere karşı o kadar zaman kazanmış olurum. Ne var ki tezin ikinci bölümünü (ilk bölümü yazmadan ikinciyi yazdım) teslim ettikten sonra toparlanmakta güçlük çektim. Üç hafta kadar oluyor, verimsiz çalıştığımı hissediyorum. Yöntem bölümünü yazmayı planladığım için şu sıralar, kafamda oluşan modeli kağıda dökmekte zorluk çekiyorum. Daha da fenası bu modeli kağıda aktarmadan önce yöntemin genel hatlarına dair bir şeyler karalamam gerekiyor ki işin en zor yanlarından biri bu benim için. En zoru ise muhakkak ki modelimi rasyonalize etmem. Daha önce kullanılan bir modeli kendi çalışmama birkaç değişiklikle uyarlamam gerekiyor. O nedenle hem modelin (aslının) neden bu çalışmaya uygun olduğunu anlatmam hem de yaptığım değişiklikleri akademik nedenlere dayandırmam gerekiyor. (Bu değişiklikleri keyfi sebeplerle yapmadım elbette ama sebepleri detaylı bir şekilde aktarmayı becerebilecek miyim emin değilim.) Üstelik bu gerekçeleri önce danışmanıma sonra da jüriye girecek olan diğer hocalara kabul ettirmem gerekiyor. Tüm bunların baskısına artık buradan sıkılmış olmam ve her zamanki tatminsizliğim eklenince ilerleme kaydetmekte çok zorlanıyorum. Yine de önüme koyduğum hedefi gerçekleştirebilir ve gelecek hafta sonuna kadar bu bölümü yazıp bitirebilir ve bir de önceki bölümde benden istenen düzeltme ve değişiklikleri yerine getirebilirsem İstanbul'a giderken kafamı rahatlatmış olurum. Böylece iki İstanbul seyahati arasına iki bölüm -ki benim için en zor olan iki bölüm- sıkıştırmış olurum. İstanbul'da da tam anlamıyla iki günlük bir tatil yapmış olurum. Güzel olmaz mı?

On Yedi

Ademoğlu ne garip varlık. Hep bir yönüne şaşırıyor, sonra o yönünü kanıksıyor, sonra yeni bir yönüne şaşırıyor, sonra o yönünü de kanıksıyor, bu döngüyü devam ettiriyorum. Son günlerde muhabbet ettiğimiz cins-i latiften bir arkadaş, erkek milletinden biraz çekmiş anlaşılan, saydırıp duruyor erkeklere. Ha bu normal. İnsanın kendi deneyimlerinden yola çıkarak genellemeler yapması, ona göre davranış geliştirmesi hiç şaşırtıcı değil. Bunu hepimiz yapıyoruz. Mesele bazılarımızın kendisine hiç bakmayıp hep başkalarını suçlaması. Güzel kardeşim, biz erkeklerin çoğu yalancı, haysiyetsiz, şerefsiz olabilir. Misal ben öyle biriyim. Ama canım arkadaşım, bu malları etrafına toplayan sende hiç mi hata yok? Hiç mi anlamadın canını yakan bu mal arkadaşlarla birlikteyken ne bok olduklarını? Anladın ve yine de karşı koyamadıysan kendine (ben mesela böyle bir durumda olsam anlasam da zaafiyetlerim dolayısıyla anlamazlıktan gelirim) kendine sorman gerekmez mi bende de eksik bir şeyler var mı acaba diye? Ben sürekli soruyorum ve inan şimdiye kadar canımı yakan insanlardan çok kendimde kusur bulmuşumdur onlarla olan muhabbetimden ötürü.

.

Bir gülü sevdim
Bir onu sevdim
Tek mevsimlikmiş
Bak geçiverdi
Gel etme dedim
Kal gitme dedim
Söz dinlemedi
Bak kaçıverdi

Zeki Müren'in sesinden ne de vurucu oldu gece gece.

Şu garip gönlüme olanlar olmuş
Belki de o beni çoktan unutmuş
Nerde kim bilir
Aşktır Allah bilir