Uyuklarken Yazdım Bu Satırları

Ahmet yola çıktı. Caddeyi boydan boya yürüdü, geri döndü. Günlerdir aynı şeyi yapıyordu. Önce aşağıdan yukarıya sonra yukarıdan aşağıya katediyordu yolu.

Vitrinlere bakmıyordu. Yol üstünde karnını doyurmuyordu. İnsanları izlemiyor, ne yaptıklarıyla ilgilenmiyordu. Tek yaptığı başı önde boş boş yürümekti.

Zaten vitrinlerde bakmaya değer bir şey yoktu. Tüm mağazaların vitrin tasarımlarını ezberlemişti neredeyse. Dışarıda yemek yiyecek parası yoktu. İş yerinden aldığı ücret en fazla kira bedeli ve pazar masrafına yetecek kadardı. Buna bir de ailesine elinden geldiği kadar para gönderme zorunluluğu eklendiğinde dışarıda yemek onun için gerçek bir lüks oluyordu. Evin joker aşçısı olmuştu bu yüzden. Arkadaşlarında herhangi bir sebeple yemek yapmayacak oldu mu dışarıda yememek için kolları sıvar ve mutfağa geçerdi.

Hava da nasıl sıcaktı yahu! Şimdi burada olmak yerine köyünde olmak, bir ağacın altına keçi postu serip uzanarak doyumca bir uyku çekmek vardı.

Kadın Budağı, Dilber Dudu

“Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içinde Nedim
Bir peri-suret görünmüş, bir hayal olmuş sana”

Biz, hepimiz, bir peri-suret görmüşüz; kapılmışız rayihasına, gidiyoruz ardı sıra. Sanıyoruz ki dilber o dilber kurtaracak bizi düştüğümüz bataklıktan, alıp götürecek hadsiz hudutsuz aşk diyarına. Diyoruz, “İşte odur çıkaracak dünyayı aydınlığa, tabi olun!” ve kaniyiz, başka dilber aramaya ne hacet!

İyi de insan bu, kıskanmaz mı hiç dilberini? İstemez mi bir onun olsun, bir ona ifşa etsin tüm sırlarını? Ah, evet; özel olmak ister her biri o dilberin peşine düşenlerin. Umar ki bazı şeylere tek o vakıf olsun, olsun da yeri geldiğinde ima edebilsin dilberle muhabbetinin derinliğini yol(!)daşlarına.

Onu bunu boşverelim de sadede gelelim. Ben de istiyorum bir dilber artık!

Meriç'i Okurken

Elin kağıda gidiyor. Yazmalıyım, diyorsun. Neyi yazacaksın? Niye yazacaksın? Nasılsa değişmeyecek mi düşüncelerin günbe gün? Her tecrübe bir vesile olmayacak mı senden yeni senler çıkarmaya? Hem düşünüyor musun ki sen? (B/s)eni(m/n) sa(y/n)dıkları(m/n)ın ne kadarı senin gerçekten?

Haksızlık ediyorsun, diyorsun içinden; biliyorum. İnanıyorsun kendine. İnanıyorsun çünkü kayboldun ve her kaybolmuş gibi sen de yeri yurdu belli olanlara bakıp sözde acıyla ama esasında gururla kendinden eminsin.

Neden kaybolduğunu sordun mu hiç kendine? Belki sordun, muhtemelen sordun. Sordun ya aldığın cevap seni tatmin etti mi? Bu bir tercih miydi? Hayatın seni sürüklediği bir yol(suzluk) mu? Dürüst ol!

Afiyet Olsun!

Yine bi bok yedim!

Noktalar, Dört Nala Uçan Noktalar

"Ah lele, yar uyan! Adına kurban
Ah lele oluram yoluna revan
Aldırma derdin ya ardımdan ağlama
Al beni yanına ben dayanamam."

Dün çok çok uzun zaman sonra ablamla sohbet ettik. Nasıl özlemişim onu, nasıl da özelmiş o beni. Öyle çok şey vardı anlatılacak, öyle çoktu ki soracaklarım...

Sonra, çok sonra fark ettim, ne sorsam ne söylesem boştu. Zira ablamdı o benim, beni benim gibi bilirdi. Ben onu kendim gibi bilirdim. Ben ona beni anlattım, o bana "Beni anlattın." dedi.

Aynı gül bahçesindeydik biz, aynı bok çukuruna düştük. Şimdi, arada bir uzatıyoruz başımızı nefes almak için. Güneşi görüyoruz, geldiğimiz yeri özlüyoruz. Belki çırpınsak biraz...

İşte bunu yapıyoruz. Üç nokta koyuyor ve...

Çeyrek Düşünce Kopuk Satır Sohbet Ziyan Zırva

- Yaş kaç?
- 28. (Yazıyla yirmi sekiz)
- Gençmişsin daha.
- Öyleydim.
- Şimdi değil misin?
- Kim bilir. Öyle olmadığımı hissediyorum.
- Hisler... (Sessizlik, belki on beş saniye)
- Yok mu devamı?
- Yok, yoruldum.
- Söz söylemekten yorulur mu insan?
- Bu bir gençlik hastalığıdır.
- Öyleyse genç olan sensin.
- Kim bilir. Yaşımı bilmiyorum.
- Benim yaşıma neden yorum yaptın?
- Bilmem. Gençlik yaşla değildir oysa.
- Öyleyse kapatmak lazım sohbeti.
- Kapatmalı, evet. Bitirmeli de belki.
- Bitirmeli? Belki...

Bak Hele

Gülmek, dedi. Devamını getireceğini düşünmüştük hepimiz. Oysa (o ise mi, halbuki mi; nedir bunun aslı bilir misin?) susmayı tercih etti. Belki de yoktu söyleyecek bir sözü. Olsaydı bu bizi memnun eder miydi? Bundan hiç emin değilim. Zira ne zaman ağzını açsa bizi pişman eder kendisini dinlediğimize. Sanılmasın ki söyledikleri bizi hedef alır da canımızı sıkar. Bilakis, hiç ağzına almaz iş arkadaşlarıyla ilgili en ufak bir dokundurmayı dahi. Öyleyse neydi bizi pişmaniye yemişten beter eden o akşam? (Pişmaniye yemek, evet. Tam karşılığı bu olsa gerek onu dinlemenin. Ne vazgeçilir, ne de zorluğundan hayıflanmaksızın yerine getirilir. O nedenle kimse bilmez pişmaniye yese memnun olur mu.)

O susunca ben başladım konuşmaya. Şuna "aldım sazı elime" demek isterdim lakin hiçbir sazda olmadığım gibi söz söylemede de pek becerikli değilim. sadece konuştum. Ne ahenkten ne derinlikten eser vardı sözlerimde. Kuru kuruya yankılandılar duvarlardan. Yine de sessizliğe yeğdi bu durum. Yokluğa (belki hiçliğe) ne kadar özlem duyarsa duysun insanoğlu (ki "özlemek dostluktandır" der Ahmet Telli, alakasız da olsa yazalım) yarım kalmış bir sözün bıraktığı sessizliğe...