2013

Yeni yıl geyiklerini hiç sevmem ama iki kelam etmeden duramadım bu defa. 2011 benim için fena bir yıl olmadı. 2012 biraz hızlı geçti. Zaten çok sıkkın olduğum bir seneydi, isabet oldu. Ne diyelim, safa gelsin 2013.

Boş beleşi (ne var!) nereden tanıyorsunuz?

"Hay senin soracağın anket sorusunu... cevaplayayım e mi!" dendiğini duyar gibiyim. Hemfikirim. Olmaz olsun böyle soru. Ama oldu bir kere. Madem oldu, cevapları irdelemek gerek değil mi?

Bendenizi "okuldan" ve "işten" tanıyan birer kişi varmış. Doğruyu söyleyin, ne ayaksınız siz? Hadi okuldan tanıdıklarımı anlıyorum da -birkaç kişi biliyor zira burayı- iş yerinde tanıştığım kim takip ediyor yahu beni? Okulda tanıştık da işte kaynaştıysak o da saçma, o zaman yine cevap okuldan olmalı. Tuhaf.

"İnternetten" cevabını üç kişi vermiş. Beni internette tanıyıp burayı takip edenlerin sayısı daha fazla, bunu biliyorum. Hatta en fazla takipçim internette tanıdıklarımdan var. Demek ki oy vermek istemiyorlar. Sonuçta sunduğum bir şey yok, ondan olabilir. Demokratik katılım önemli arkadaşlar. Az çok demeyelim, boş geçmeyelim lütfen.

Az çok demeyelim boş geçmeyelim dedik madem şu "Ben ne tanıycam kardeşim, benim meselem değil ki." şıkkına verilen yedi oydan bir bahis açalım. Seçime hile karıştığını itiraf etmeliyim. Bazı arkadaşlar anketin bir tahtakurusunu (bug) yakalayıp o şıkka habire oy basmış. Utanmadan bir de yüzüme karşı söylüyor bilmem kaç tanesi benim o oyların diye. Terbiyesiz adam. Sallandıracaksın bunun gibi üç beş tanesini blogger meydanında gör bak bir daha yapıyor mu!

Son olarak, "kurbanda beraber danaya girdik" diyen iki kişi, birinizi anladım da öbürünüz kim be. Muhittin Abi'nin buraya göz attığını tahmin ediyordum zaten. Öyle bir lafı geçmişti sakatatlarla uğraşırken, "Biz bunların hepsini blogumuzda yazdık efendim." deyivermiştim. O günden beri yoğun biçimde Bayburt merkezli girişler oluyor bloga. Anlamıştım Muhittin Abi olduğunu da bu cevapla iyice kesinleşti. Lakin ikinciyi çözemedim. Aslında bir tahminim yok değil. Gülşen Teyze olamaz, yaşlı başlı kadın, ne işi var burada. Ayhan Hoca desen adam bilgisayara düşman. Bizim Tekin'i ezelden bilirim uğramaz buraya. Tek ihtimal deriyi yüzerken dananın ayaklarını tutturduğumuz Gülşen Teyze'nin yeğeni fırlama Zeki kalıyor. Zeki, bak abicim, birincisi senle beraber danaya falan girmedik. Kendini nimetten sayma. İkincisi, burası sana göre bir yer değil, +18 yazılar oluyor ara sıra. Git sen evin bahçesinde oyna, bisiklete bin, okuldan çocuklarla kavga et, kızların saçını çek falan. Hadi canım, hadi gülüm.

Git

Çık git. Kapıyı çek arkadan ve çek git. Hatta -affedersin- siktir git! Neyin var neyin yoksa bu evde al yanına ve bir daha dönmemecesine yürü git. Ha şöyle kıyıdan kıyıdan... Şurada montun, orada şalın, terliklerin çekyatın yanında, kapının önünde babetlerin, çizmelerin az evvel ayağından çıkardığın, çizimlerin duvarlarımı kirlettiğin, varlığın odamın havasını kirlettiğin, izlerin ruhumu kirlettiğin... Neyin var neyin yoksa işte al ve git. Sanma gördüğümde üzülürüm diye böyle konuşuyorum. Gördüğümde tiksinirim, midem kalkar. Canımı sıkmadan, beni uğraştırmadan, zahmete sokmadan... Anla işte. Bizim hikayemiz de böyle bitecekmiş. Kısmet işte. Kaderde senden nefret edememek bile varmış. Ben ki bir gün yollarımız ayrılsa da dost kalacağımızı, değerinin bende baki kalacağını tahayyül ederdim; yanıldım. Güç şimdi sana git demek. Gitmeni istemediğimden değil; muhatap olmayı istemediğimden. Rica ediyorum daha fazla konuşturmadan beni...

.mursamaz

Ulan iyice dünya s.kime minare g.tüme olduk ha! (Bu otosansür de nereden çıktıysa şimdi.)

Soru

Romanlar neden okundukları kadar kolay yazılamıyorlar? Ben isterdim okumayı sevdiğim yazarların yüzlerce romanı olsun, kana kana okuyayım.

Zek-a

Bugün pek çok mesele gelip geçti aklımdan, buraya not düşmek isteyebileceğim sürüyle şey düşündüm ama üşengeçlikten kaldı. Üşengeçlik üzerine bile not düşmek istedim, ona da üşendim haliyle. Yalnız bugün yazmazsam sonra unuturum diye şu konuya eğileyim dedim; ben galiba pek zeki biri değilim. En azından satranç oynamak, rubik küpü çözmek gibi şeyler için gereken türden bir zekaya pek sahip değilim. Gerçi bu bilmem ne zekası bilmem ne zekasından ayrıdır gibi laflara da pek inanasım gelmiyor ya, geçelim. Şimdi ben niye bu iki örneği verdim de başka örnek vermedim? Başka ne örnek verebilirim bilmiyorum da ondan. Ama bu ikisinde çok beceriksizim onu biliyorum. Bir de bunlarla şu bir iki günde uğraştım ondan. Satrançta zaten kendimi bildim bileli iki hamle ötesini düşünmüşlüğümü hatırlamam. Hele karşı tarafın neyi amaçladığını anlamayı, bir sonraki hamlesini tahmin etmeyi falan hiç beceremem. Şu baş belası küpün daha bir yüzünü düzeltemedim. Onda da fıs anlayacağınız. Yahu benimki de laf. Ben bataktan daha fazla zeka gerektiren herhangi bir oyun ya da spor her neyse oynayabilmiş ya da yapabilmiş değilim ki. Neyse, uykum var. Çalışmam lazım. Gidiyorum ben. Babay canım.

.

Ağla sevdiğim
Ağla ve kucakla kumral delikanlını


Yılmaz Odabaşı

Beklenti

"İnsanoğlu tuhaf yaratık." Bu ifadeyle başlayan onlarca yazı yazabilirdim şuraya. Birkaç tane yazmış bile olabilirim. Geçen gün aklıma geldi, keşke etiket oluştursaydım bu adla. Şimdi tek tek üç yüz küsür yazıyı inceleyip etiketleyemem. Neyse, demem o ki insanoğlunun ne kadar garip bir varlık olduğuna defaatle şahit oluyorum.

Düşün ki birine değer veriyorsun. Şimdi bir insan bir başkasına neden değer verir, bu ayrı mesele. Sebebi olur da olmaz da -daha doğrusu sebebi makul görünmeyebilir de. Bana tuhaf gelen birine değer vermenin sebebi varsa o sebepten bağımsız hususlarda o insanın senin değer yargılarına uygun davranmasını bekliyorsun. Karışık bir cümle kurdum galiba, bir örnekle açıklamaya çalışayım. Diyelim ki birine sözü sohbeti güzel diye değer veriyorsun. Hani konuşurken keyif alıyorsun, güzel vakit geçiriyorsun, bir şekilde mizah anlayışınız uyuyor birbirine (ki senin durumumda bu biraz zordur, malum mizah pek gelişkin bir yönün değil) vesaire vesaire. Şimdi bu birine değer vermek için makul bir gerekçe mi? Ben bilmiyorum. Paragrafın başında dediğim gibi insan birine makul görünmeyen sebeplerle de değer verebilir. Ne ki sen sohbetini sevdiğinden değer verdiğin birisinin sen sigaraya karşısın diye sigara içmemesini, sen dolaşmayı sevmiyorsun diye evde oturmasını, sen çay seviyorsun diye çayı kahveye tercih etmesini, birayı değil de şarabı sevmesini, Galatasaray değil de Fenerbahçe taraftarı olmasını bekliyorsun. Daha bunlar basit şeyler. Mesele din gibi siyaset gibi daha derin ayrılıkların olduğu yerlere gelince iyice belirginleşiyor. Sen ona değer verdiğin için senin değer yargılarına göre düşünmesini ve davranmasını bekliyorsun. Öyle olmayınca keyfin kaçıyor. Keyfinin ne kadar kaçtığı da davranışın değer yargılarına uzaklığına bağlı olarak değişiyor. Tuhaf.

Buradaki sen elbette ben oluyorum. Gel gör ki bence ben de herkes gibiyim.

Okur İsteğiyle

Aç gözünü daha vakit erken gör şeytanın gör dediğini
Bir kulak ver de dinle sağır sultanın duyduğunu
Sen öyle devekuşu gibi şaşkın şaşkın bakınırsan
Birgün duyarsın elbet Dıral Dede'nin düdüğünü

Romanın Roman Aman

Arkadaş şu sıra hiç roman okuyamıyorum, ne iş anlamadım. Gerçi başka şeyler de okuyamıyorum pek, okumayla ilgili genel bir sıkıntım var ama bu şimdiye dek rastlamadığım türden. Ders çalışmak amaçlı okuma yapmak istemediğim zamanlar çok oldu. Araştırma kitapları falan da okumaktan sıkıldığım olurdu ama roman okumaktan sıkıldığım... Arada başlayıp bıraktığım kitaplar oldu da bu kadar sık olmadı. Son zamanlarda başladığım dört beş tane romanı yarılamadan bıraktım. Hayrolsun

Kabuk

Kabuğundan çıkmak kötü iş be. Dış dünyanın farkına varmak, iyi ve kötü yanlarını görmek, zorluklarına ve güzelliklerine şahit olmak fena. Sonra ne geri dönebiliyorsun, ne dışarıda kalabiliyorsun. Dönsen boğuluyorsun kalsan yoruluyorsun. Brrr!

Yirmi Bir

Seni benim kadar hiç kimse sevmeyecek,


Hiç kimse seni üzdüğüne
Benim kadar üzülmeyecek

We have to go back vol. 5

Ankara'ya gittim. Lafa böyle başlanır mı? Başlanır, niye başlanmasın. İlk kez Ankara'da durmak üzere gittim Ankara'ya. Öyle otogarda, havaalanında araç değiştirmek için değil. "Neden Ankara?" sorusuna verecek cevabım yok ama "Niye gittin?" sorusuna cevap verebilirim. Şu bizim gelenekselleşmeye başlayan "We have to go back vol. x" etkinliğimiz için. Bu beşincisiydi. Sadece ilkinde "back" kısmı mekan olarak gerçek değerini taşıdı, daha sonra üç defa İstanbul'da ve bu defa Ankara'da buluştuk ama olsun. Biz zaman olarak da geriye gidiyoruz biraz. Az biraz. Herkesin iyi kötü bir işi var. Herkes az çok memnun değil yaptığı işten. Kimimiz ekonomik darboğazda kimimiz de evlilik vs. durumları için lazım olur diye elini sıkı tutuyor biraz. E henüz yolun başı, şaşmamak gerek. (Evlenenleri hiç göremiyoruz ama onları bekarken de pek göremiyorduk zaten.) Böyle irili ufaklı değişiklikler var hayatımızda ama bir araya geldiğimizde eski günlerdeki gibi oluyoruz. İçimizden birinin tabiriyle Cem Yılmaz gösterileri gibi oluyor buluşmalarımız. Gülüyoruz. Eğleniyoruz. Ne yapıyoruz? Hiç. Hiç yaparak keyifli zaman geçirebiliyoruz bir araya geldiğimizde. Kanlı batak oynuyoruz, counter strike oynuyoruz, birbirimizle dalga geçiyoruz vesaire vesaire. Biz iyi çocuklardık, iyi çocuklar olmanın tadını çıkarıyoruz.

Ankara'ya ilk ziyaretimin bu vesileyle olması da ayrı güzel oldu. İstanbul'a ilk gidişim de güzeldi. Böyle güzel başlangıçlar bazen o şehirlerle ilgili acı hatıralara dönüşüyor ya inşallah olmaz öyle şeyler. Belki biraz bunun korkusuyla hiçbir şeye dikkat etmedim şehirle ilgili. Varsın bu defa da böyle olsun.

Yarım Ekmek

Fakir Baykurt'un Kaplumbağalar ve Gönül Ustası (hikayelerinin derlendiği bir kitap) kitaplarını okumuştum. Her iki kitabı da keyifle okuduğumu söylemeliyim. Anlatımını, işlenişini, mesajlarını hayli beğendiğim eserlerdi. Yarım Ekmek için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Bundan sonra yazacaklarımda sanki çok daha fazla eserini okumuşum gibi genellemeler yapacağım için de affınıza sığınıyorum.

Yarım Ekmek, Almanya'ya yerleşmiş bir ailenin hikayesini anlatıyor. Bu aile eşi Türkiye'de bir kazada vefat etmiş dul bir anne, iki kızı ve bir oğlundan oluşuyor. Oğlu üniversitede öğrenci, bir Alman kızla evlenmemiş ama evli gibi yaşıyorlar. Büyük kızı Almanya'da çalışan bir Türkle evli, küçük kızı da bir Almana aşık. Hikaye temel olarak Almanya'yla kurulan bu bağlar nedeniyle Türkiye'ye dönüşü muhtemel olmayan ailenin bir Müslüman mezarlığı ayarlanması ve ailenin Türkiye'de ölen babasının kemiklerinin Almanya'ya getirilip o mezarlığa defnedilmesi çabaları üzerine gelişiyor. Bu eksende gelişen hikaye ne yazık ki okuyucuyu kitaba bağlamakta pek başarılı olamıyor. "Acaba daha sonra neler olacak?" sorusu okuyucunun aklına nadiren geliyor. Bu elbette bir roman için olmazsa olmaz değil fakat önemli hususlardan (en azından benim için önemli) biri.

Yarım Ekmek'i daha evvel okuduğum Fakir Baykurt eserlerinden ayıran diğer bir husus karakterlerin gerçekçiliği. Topluma ışık tutmaya çalışan bir aydın olarak Fakir Baykurt'un eserlerindeki ilerlemeci duruşu beğenmişimdir fakat bu romanda karakterler o derece net çizgilerle belirlenmiş ki yalnızca siyahlar ve beyazları görebiliyoruz. Kitapta iyi gösterilen bir karakteri roman boyunca hep iyilik yaparken, iyi şeyler düşünürken görüyoruz ve kötü gösterilen bir karakter de hep sıkıntıya sebep olacak faaliyetlerde bulunuyor. Bunun sadece bir iki yerde istisnası mevcut. Ayrıca (umut ediyorum yanlış yorumlamışımdır) karakter tahlillerinin ve kahramanların konuşmalarının satır aralarında Alevi-Sünni ötekileştirmesinin belirtileri de yer alıyor.

Kitapta dikkatimi çeken bir diğer nokta da sonlara doğru, bölümlerde görülen acelecilik ve bağıntısızlık oldu. Türklerin Almanya'daki hayatına ışık tutmak amacıyla kitabın pek çok yerinde kullanılan yan olaylar bu kısımlarda detaylandırılmadan geçilmiş ve olay örgüsüyle bağlantısı net olarak kurul(a)madan kalmış. Bu durum belki de yazarın o kısımları yazarken yaşadığı bir takım değişiklik ya da sıkıntılardan kaynaklanıyordu, bilemiyorum.

Bu saydıklarımı bir kenara koyarsak Fakir Baykurt yine toplumsal sıkıntılardan, adaletsizlikten, haksızlıklardan Anadolu insanının görüşü ve anlatışını başarıyla kullanarak bahsetmiş. Fakir Baykurt sevenler için okumaları tavsiye edilebilecek fakat daha önce okumamışlar için başlangıç olarak pek de iyi bir tercih olmayacak bir kitap diyerek sözlerime son vereyim efendim.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Bugün Günlerden Ne?

Aşk olsun yahu! Kaç gün olmuş anketin oylama süresi dolalı, bir kişi de çıkıp demiyor ki aga şuna bir ayar çek. Zaten oy verip sonra oylarını silen arkadaşlar var, kızgınım, bir de bu baştan savma, adamsendecilik (böyle de saçma bir laf yok herhalde, "adam sen de" lafından kelime türetmeye kalkarsan böyle olur), vurdumduymazlık, aymazlık... Hiç gelemem! Demokrasi dediler, başımızın etini yediler, oy kullanma hakkı verdik, çektiğimiz çileye bak. Bir gün bakıyorum yedi kişi oy vermiş, öbür gün bakıyorum sayı beşe düşmüş. Hiç hoş değil. Neyse, bir daha olmasın!

Anket süresince sekiz kişiden toplam on iki oy çıkmış. Benim bundan çıkardığım sonuç anket işinden anlamadığım oldu. Arkadaş bir ayda sekiz kişi oy veriyorsa bir ankete o iş iş değil demektir. Bu kadarcık oyun nesini yorumlayacaksın? Buna da neyse.

En başta "Du takvime bakam" diyen iki arkadaşı gerçekçiliklerinden ötürü tebrik ediyorum. Gün sorulan adam bilmiyorsa takvime bakar, öyle kafadan uydurmaz. Sağolun, var olun, bu ülke sizlerin sayesinde kalkınacak, gelişecek, ilerleyecek.

"Cumartesi" ve "Seni sevdiğim için cumartesi elbet" diyen birer arkadaş var, belki de bir arkadaş. Eğer öyleyse tutarlı ve aşık biri demektir. Tutarlı aşık mı olur? Olmaz, o zaman iki kişi var demektir. Öyleyse biri tam da cumartesi günü oy vermiş demektir. Kendisini bu başarısından ötürü kutluyor, diğer arkadaşa da mutluluklar diliyorum.

"Gün bizim güneş bizim"cilere (bir değil iki değil, beş kişi yahu!) diyecek tek sözüm var. Siz ne nesneci (İsmail Abi, Abiiim!) insanlarmışsınız!

Son olarak, "Seni sevdiğim için bak temmuz ayındayız" diyen üç arkadaş, siz ne güzel kafalardasınız. El alemin hastalıktan kırıldığı kasım soğuğunda temmuzu yaşıyorsunuz, bu ne sevgi ah! Buradaki sen zamirinin beni işaret ettiğini düşünmek isterdim, o derece kıskandım kimi seviyorsanız. Bence (okuyanlar, benim görüşüme katılın bakalım) sizler bu güzel Metin Eloğlu şiirinin en çok yakışacağı insanlarsınız.

Sıradaki ankete daha çok katılım bekliyorum ona göre.

Muhittin Abi Vol: 4

Muhittin Abi geçen çok sıkıldım, öyle mi sıkılır insan? Böyle sıkıl sıkıl suyum çıktı resmen. Galiba daha fazla sıkılamayacağım için yalama yaptım. Balataları sıyırdım. Kayış koptu. Senin anlayacağın Muhittin Abi, içerden bir hoş, içmeden sarhoş oldum. Kelebekler midemde değil kafamda uçuşuyor ondan beri. Böyle bir tatlı uyuşukluk, bir umursamazlık var ki üzerimde dokunsan uçarım. O yüzden Muhittin Abi dokunma bana. Sana bana dokunma dedim! Af buyur abi, gaza geldim bir an. Haklısın abi, hep bu Amerikan filmleri, dizileri yüzünden. Ne tripcan amcalar, ablalar yahu onlar. Abi ayıp oluyor ama! Uykumuz geldi, esnedik diye insan ağzımızı mağaraya benzetmez ki! Hani sızdığında salyaların akmasa anlayacağım da böyle bir defon varken benle uğraşman da hiç yakışık almıyor Allah için. Neyse, tamam. Uzatma dedin uzatmıyorum. Şuraya uzanıyorum ama. Sen de kıvrıl bir köşeye. Bu gece erken yatalım, sabah erkenden iş var. Yav umursamazım dedim de o kadar değil. Karnımı sen doyurmuyorsun, ne taşak geçiyorsun. He abi, he! Dünya sikine minare götüne senin, sen benim halimden ne anlarsın. Ben yatıyorum. Hadi eyvallah.

O Neydi Öyle Yahu!

İnsanın kafası güzelse yalnız olmamalı. Yalnız adamın kafası güzel olduğunda yalnızlığı koyulaşmaya başlıyor. Lafa bak, yalnızlığı koyulaşmak. Arkadaş ne tiksiniyorum şu anlaşılmaz imgelemelerden. Böyle soyut kavramlara somut özellikler atfedilmesi hastalığına kapıldığım oluyor ara ara, sinir oluyorum. Neyse. Ne diyorduk? Kafası güzel insanın anlaşılması zor. Normal olmadığında etrafında giderek daha az insan kalmaya başlıyor. Kafası güzel adamın yaptığı işleri sevenler oluyor da onunla vakit geçirmeyi sevenler nedense pek az oluyor. Off, çok kötü bir reklam gördüm, devam edemeyeceğim.

.

"Biz dağlarda keklik idik
Şimdi bu çöplükte karga olduk"



Yusuf Hayaloğlu

Gitmek mi Zor Kalmak mı Zor?

Muhteremler, malumunuz bir ay evvel bloga anket eklemiştim. Oylama süresi dün doldu, ben de bugün değerlendirmeyi yapayım dedim. Öncelikle zahmet edip oyalayanlara şükranlarımı sunuyorum. Şaka tabii, ne sunacağım. Anket işte, bana bir faydası mı var?

Dokuz kişinin toplamda on üç seçeneği işaretlediği anketimizde en fazla oyu beş adet ile "Hayırlı olsun anket yapmışsın" seçeneği almış. Arkadaşları doğru cevaplarından ötürü kutluyorum. İlk olunca hayırlı olsun denir tabii. Hatta hayırlı olsuna gidilir. Eli boş gidilmez ama! O kadar bekledim bir baklavadır, şekerparedir, kalburabastıdır, lor tatlısıdır, bir şey getirilir diye ama ne arayan var ne soran. Yazdım bir kenara.

"Hicaz makamındaki bu eseri tüm sevenlere armağan ediyorum" diyen iki arkadaşa tüm sevenler adına teşekkürlerimi iletiyorum. Gerçi tüm sevenler bu konuda ne düşünürler bilmem. Seven olmayan birini kendilerinden saymayabilirler. Kendilerinden saysalar da temsilci olarak benden başka birini görmek isteyebilirler. Öyle bir durum varsa tüm sevenlere buradan sesleniyorum: "Temsilcinizi seçin, gönderin. Ne istiyorsa yazsın. İzin vermezsem şerefsizim. Lakin benim gözümün önünde yazsın. Şifre falan vermem ona göre!"

Garsonla anlaşmazlığa düşen "Vişne votka dedik ya be adam"cı arkadaşlar! Boşuna celallenmeyin. Sizin kafa uçmuş, ağzınızdan çıkanla kulağınızın duyduğunun tuttuğunun bir olmadığının farkında değilsiniz. Eyyorlamam bu kadar.

Gelelim ilk iki şıkkımıza. Ankete "Gitmek" seçeneğini işaretleyerek yanıt veren muhteremler, kendinizi kandırmayın. Hayalet diye bir şey yoktur, olsa da görülemez, görülse de alta sıçı... karar değiştirdim sıçılabilir. Rahat rahat sıçabilirsiniz. Belli zaten alışkınsınız. Bırakın lütfen şu ağızları. Yok gitmek zor da, yok efendim hem ayrılmanın yükü hem suçlu hissetmenin ağırlığı, hem kızılıp nefret edilmenin ağırlığı hem vicdan azabı çekilmez de falan da filan. Yemezler anacım yemezler. Zaruri halleri bir kenara koyuyorum (kendinize hemen pay çıkarmayın, zaruri hal onda bir hatta on ikide birdir, gerisi zaruri falan değil) gitmek kalmaktan zor değil arkadaş. Ha kalanlar da yeis bize kaldı diye sevinmesinler. Ne güzel düzeniniz baki ulan işte, ne istiyorsunuz? Zaten sadece bir kişi bu seçeneği -"Kalmak"- işaretlemiş. Aldırma arkadaşım sen de. Giden gitsin sen şarkılar söyle içinden. İçinden söyle ama, sesin çok kötü, sık sık da detone oluyorsun, çekemem.

İşte böyle. Birazdan bir anket daha hazırlıyorum. Oylamayanın elleri kaşınsın. Hadi bakalım!

Arzular Marzular

İstekler ve yükümlülükler arasında kalmak zor iş arkadaş. Sahip olmak arzusu fena. Hani ihtiyacım olduğuna kendimi ikna edebildiğim durumlarda vicdanımı rahatlatabiliyorum da bu olmadığında... Misal geçenlerde temiz bir ayakkabı çektim kendime. Fiyatına bakınca çok bir şey değil elbette ama ihtiyacı olan pek çok kişinin daha önemli masraflarını karşılayabilecek bu meblağı kişisel zevkim için harcamış olmak zor geliyor. Neyse ki ayakkabıya gerçekten ihtiyacım olduğundan bunun gerilimini çok yaşamadım. Aynı şeyi cep telefonu için söyleyemiyorum. Dört yıldır kullandığım telefonum eskidi. Hala iş görüyor ama defaatle düşüp kalkmalar sonucu kapağı hayli açıldı. Ayrıca ahizesinden az ses geliyor. Değiştirilecek hale geldi sayılır. Bak işte bunu bile kesin söyleyemiyorum. Henüz idare ediyor çünkü. Yetmiyor, şimdi telefon alacak olsam aklı başında bir şey almam gerekecek gibi hissediyorum. Hani dört sene sonra da şimdiki telefonumun yaptığı gibi ihtiyaçlarımı karşılayabilmeli. Bu lanet akıllı telefonlar da ucuz değil ki arkadaş. Şöyle eli yüzü düzgün ve uygun fiyatlılardan göz koyduklarım 600-700 lira civarında geziniyor. Van'da deprem oldu, insanlar sokakta yarı aç yarı tok yatıyor, Afrika'da insanlar aylardır açlıktan kırılıyor. Önümüz kurban bayramı, hem bir borç ödenmeli hem bu insanlara yardım etmeli. Hal böyleyken ben nasıl kaldırıp da onca parayı cep telefonuna vereyim? E istiyorum da telefon almayı, düştü bir kere aklıma. Gel de çık çıkabilirsen işin içinden! Ha sözde düşündüğüm onca insanın derdine kıyasla benimki dert mi? Dert dersem çarpılırım ama işte dertsiz adamın derdi de böyle basit şeyler oluyor işte.

Yirmi

Ben sende cesareti yitirdim. Yüzünü ilk kez gördüğüm gün yüreğime ilk çentiğin atıldığı gündü. Gözlerine ilk kez baktığım an aklımın başımdan gittiği andı. Ellerimi son tuttuğun yer cesaretimi alıp götürdüğün yerdi. Ben senden sonra kimsenin yüzünü görmez, kimsenin gözlerine bakamaz, kimsenin elini tutamaz oldum. Korktum.

Fırça

Tuvalet fırçası kullanmayan insanlardan hazzetmiyorum. Umumi tuvaletleri kullanmaktan nefret etme sebebimdir elini tuvalet fırçasına götürmeyen insanlar. Buna gerekçe olarak da herkesin elinin değdiğini söyleyenler var, deli ederler insanı. Aynı herkesin eli kapı koluna da dokunuyor anacım. Neyse. Bunların bir de evde dahi kullanmayan versiyonu var. İşte esas ona deli oluyorum. Lan! İnsan sıçtıktan sonra sifonu çekince bir geri dönüp bakmaz mı? Ben hacet gidermek istediğimde senin pisliğini görmek zorunda mıyım? Dahası başkasının bokunu temizlemek zorunda mıyım? Ben değilim diye biliyorum, öyleyse haber ver de doğrusunu bileyim damacana!

Arkadaş(!)

Bugüne kadar hiçbir arkadaşımla ilişkimi ideolojik konumumuzdaki uyum veya çatışmaya göre belirlemedim. Fikren uyuştuğumuz insanlardan anlaşamadıklarım olduğu gibi fikren uyuşmadıklarımızla çok iyi anlaştığım da oldu. Arkadaşlık ilişkisi ve daha iyi bir dünya tasavvurları arasında bağ kurmamaya özen gösterdim. Fakat bugün, bu meselenin herhangi bir tarafında olan insanları arkadaşım olarak görmekte zorlanıyorum. İster asker olsun ister militan ölen çocuklar için yüreği aynı derecede yanmayan insanları arkadaşım olarak adlandırmakta güçlük çekiyorum. Üzgünüm.

Ah Bu Gönül Şarkıları

Günün şarkısını efenim, akşama kadar döner artık bu bende. Muhsin Bey'de duydum ve kaldı öyle. Melihat Gülses söyleyince başka birinden dinleyebilir miyim bilmem.


Roman

Sabah sabah nereden esti bilmem kendime roman okuma hastalığımın (tamam, abartmayalım, roman okuma sevgimin olsun) neden ileri geldiğini sordum. Dürüstlüğü kendine şiar edinmiş biri olarak (yalancıyı...) hiç kaçamak yapmadım. Ben romanları fikir edinmek için okumam. Onun için yazılmış tonla kitap var. Koskoca bir felsefe, sosyoloji, psikoloji külliyatları var yahu! Öyle sağlam bir edebiyat meraklısı da değilim. Hatta edebi olduğu söylenen metinlerin bir kısmından tiksinirim. Sembollerden, türlü türlü anlam yüklenmiş imgelerden, okurken başıma ağrılar sokan girift cümlelerden nefret ederim. Tahliller neyse de tasvir okumayı hiç sevmem. Bu ne demek şimdi? İnsanların ruh halleriyle ilgili tasvirlere ben tahlil diyorum, tasvir dediğimse mekan anlatıları. Bunu da götümden uydurmuş olabilirim, o derece de anlamıyorum işte edebiyattan. O zaman niye roman okumayı seviyorum? Seviyorum çünkü içimde gemleyemediğim bir dikizleme arzusu mevcut. İnsanların hayatına burnumu sokmayı değil belki ama oralarda neler olup bittiğini öğrenmek için yanıp tutuşuyorum. Magazin gazetelerinden, televizyon programlarından nefret etmemin sebebi meğer içimde yatan bu magazincilikmiş de haberim yokmuş. Roman okurken insanların en mahrem anlarının anlatıldığı yerleri en yoğun hazzı alarak okuyorum, onu anladım birden bu sabah. Vah beni vahlar beni!

Not: "La hırt! Madem edebiyattan, felsefeden vs. anlamıyorsun ne diye blogda "Bir Kitap Okudum" diye bir bölüm var o zaman?" diyebilirsiniz. Vallahi haklısınız. Lakin ben o etiketle yazdığım yazılarda eleştirmen gibi davranmıyorum, haksızlık etmeyelim. Okuduğum kitaplardan bazılarına dair, onlardan anladığım şeyleri ya da bende bıraktıkları hisleri not ediyorum. Kişisel blogumda kişisel görüşlerim işte kitaplara dair. Fazla önemsememek gerek.

Ömür Dediğin

Gerçekten tuhaf yaratıklarız. Burnumuzun ucunda ölüm var. O denli gerçek ve kesin olarak karşımızda duruyor ki... Geçen ekşide biri (galiba benim takip ettiklerimden biri) "Yeryüzünde yedi milyar insan var, yedi milyar farklı hayat demek bu." demişti. Düşünsene, bunca farklı hayat için kesin olan iki şey var. Doğmak ve ölmek. İşte bu iki kesinlik arasındaki ömür dediğimiz kısa zamanı anlamlı kılmak gerekmez mi? Bu mana nerede bulunur bilmiyorum. Kendini bir şeye adayarak mı, kendini her şeyden özgür kılarak mı, dünyadan soyutlanarak mı, dünyadan kam alarak mı?.. Bir yerlerde olmalı ve bize düşen onu aramak olmalı. Oysa biz (ben, sen, o) ne yapıyoruz; daha çok para kazanmanın yolunu arıyoruz, daha çok harcamanın yolunu arıyoruz, kendimizi geliştirmenin(!) yolunu arıyoruz, kendimizi göstermenin yolunu arıyoruz, kendimizi beğendirmenin yolunu arıyoruz... Daha çok yemenin, daha çok içmenin, daha çok gezmenin, daha çok sevişmenin yollarını arıyoruz... Daha nice şey yapıyoruz da ömrü anlamlandırmakla meşgul ol(a)mıyoruz. Yazık değil mi gerçekten?

Seyir

Eğlenceliyiz
Zorluyorsun
Sıkıcı

Bir ilişkinin seyri...

.

"Ayrılık görünmüşken yar tutmuyor elimden
Misafirim bugün ben gurbet akşamlarına"


Ömer Bedrettin Uşaklı

Sevgiliz

Neden bir süredir aşık olmadığımı bir süredir merak ediyordum. Yalan, hiç de merak etmiyordum. Konuya girmek için böyle bir cümleye ihtiyacım vardı, ben de kullandım. Neden doğrudan konuya girmediğimi bilmiyorum. Hep böyle sağdan soldan dolanmak, öteye beriye sapmak zorunda hissediyorum kendimi. Uzattım.

Bir süredir kimseye aşık olmuyorum çünkü o bir süredir kendime aşıkmışım da haberim yokmuş. Kendimi beğenmişliğimden mi kendime aşkım? Alakası bile yok. Tamam, kendimi beğendiğime şüphe yok. Hatta kendimi o kadar beğeniyorum ki başka kimseyi beğenmiyorum. Ne ki kendime aşık oluşum kendimi beğenmemle ilintili değil. O kendimi küçümsememle alakalı. Ben ne zaman biri bana kendimi değersiz hissettirse ona bağlanmışım şimdiye kadar, bu sabah bunu fark ettim birden bire. Böyle ani bir aydınlanma anında tüm hayatım bir yağlı boya tablo misali gözümün önünde canlandı ve bu fikir fotoğraf makinesinin flaşı gibi gözümün önünde patladı. Uzunca bir süredir kendimi küçümsediğim, değersizliğimi kendi kendime takdir ettiğim için kendime aşıkmışım yahu! Bunu anladım, anlayınca da rahatladım. Şimdi tek yapmam gereken kendimi kendime aşık olmaktan vazgeçirmek. Lakin bunun için çabalarken çok dikkatli olmalıyım. Malum kendimi reddedersem daha kötü bağlanırım. Kendimle sevişirsem bu sefer de sevişmeye kaptırır, işi uzatırım. Öldürmeden, süründürmeden ama sevindirmeden de kendime kendimi sevdirmem lazım. Sonrasına Allah kerim.

So-rum-suz

Şu an buraya yazmak yerine dergiye yazı hazırlıyor olmam gerekirdi. Hikayenin başlangıcını kaleme almıştım bile. Yapmam gereken kağıda yazdıklarımı bilgisayara aktarmak ve devamını getirmek. Neden yapmıyorum? Sorumsuzluktan mı? Olabilir. Bugün sorumsuzluğun tadını çıkarmaya bırakmış vaziyetteyim zaten kendimi. Bir eksik bir fazla fark etmez herhalde.

İki ders arasında altı saat varken insan ne yapacağını şaşırıyor. Tınaztepe nere, Balçova nere. Birinden çıkıp öbürüne git, sonra dön derken dört saat yolda geçiyor zaten. Eve gidip uzanmaya da değmez, okula uğrayıp yapılacak bir şey var mı diye bakmaya da. Manasız. Ticaret Odası'nda çalışan bir arkadaş sağolsun Alsancak'a attı beni. Konak'a geçtim, hocama uğradım. Kıyı kıyı Alsancak'a geri yürüdüm. Bir şeyler yedim. Karşıyaka'ya geçtim. Bostanlı'ya yürüdüm. Bostanlı'dan otobüse binip Tınaztepe'ye geri bastım. Bir hayli yorulmuş olmalıyım ki yolsa uyukladım. Bari cam kenarında olsaydım da başımı yaslasaydım. Kafam önüme düşe düşe feleğim şaştı. Derste hocayı takip etmek imkansız olduğu için de hikayeyi kurmaya başladım. Çalışmam beklenen saatte gezdim, dersi dinlemem gerekirken hikayeyle ilgilendim, hikaye yazmam gereken saatte blogla ilgileniyorum. Hatta şimdi House izleyeceğim. Sorumsuzluk mu bu?

.

Uzun zamandır kendime yasakladığım şarkılardandı. Açar açmaz tüylerim ürperdi. Var işte içimde böyle varoş bir yan, ne yapalım?

Hala haber bekliyorum senden


Allah vere kimseden haber beklemiyorum. Bir de öyle olsa ne hale gelirdim kimbilir.

Bir Rüya Gördüm vol.2

Ben öyle sık sık rüya gören biri değilim. Gördüğünü hatırlayan biri değilim desem daha doğru galiba. Neyse ne canım. Daha önce gördüğüm bir rüyayı şurada anlatmıştım. O güzel bir rüyaydı Allah için. Etkisi de uzun sürmüştü. Sonra geçti neyse ki. Yoksa ben o gazla tüm kızlar bana aşık sanabilirdim. (Arkadaş burası benim kişisel alanım, canım istediğinde gülen suratlar kullanabilmeliyim. Niye yazıp siliyorum anlamıyorum ki.)

Bu gece benim rüya görme geçmişimde önemli bir yere haiz. Belki de hayatımda ilk kez bir gecede gördüğüm dört adet rüyayı çok net hatırlıyorum. Oha! Ne demek lan dört? Şimdi burada tek tek dört rüyayı da anlatacak değilim herhalde. Özetle rüyalardan biri bir çalışmamın akademik dergilerden birinde yayınlanması üzerineydi, diğer üçü ise çok farklı biçimlerde olsa da görüşmeyi uzun zaman önce bıraktığımız bir arkadaşla ilgiliydi. İlginçtir bilinçaltımı delip geçen, bir gecede üç ayrı rüyama konu olan arkadaşın kendisini hiç görmedim rüyalarda. Rüyanın ilkinde arkadaşıyla konuşuyorduk, sevgilisini bırakıp başka biriyle ortadan kaybolduğunu söylüyordu. İkincisinde annemle dedikodusunu yapıyorduk. Üçüncüsünde ise sevgilisiyle ona doğum günü için alacağı hediyeyi konuşuyorduk ama sevgilisi gerçektekinden çok alakasız biriydi. Sanırsın zat-ı şahaneleri rüyama teşrif etmeye tenezzül etmemişler de elçi göndermişler. "Devletlu hükümdarımız Sultan Süleyman Han Hazretleri..." (Böyle mi diyorlar Muhteşem Yüzyıl'da? Ev arkadaşım uyanık olsa sorardım şimdi. Fosur fosur uyuyor paşa. Parantez içre parantez aç. Ulan Şişman, o kadar çok laf ettin ki küfrediyon küfrediyon diye, ağız tadıyla götünde pireler uçuşuyor bile diyemedim lan. Aha şimdi demiş bulundum. Sana inat bir daha diyorum, götünde pireler uçuşuyor. Oh! Parantez içre parantez kapat.) Öyle saçma sapan bir geceydi vesselam. Allah hayırlara çıkarsın.

.

"ve sen daha demincek
yıllar geçse de demincek"

Ahmed Arif

Cehalet Serdendir

Ben bu fukara edebiyatından çok sıkıldım. Ezelden de sevmezdim ama git gide daha çok sığınıyor olmam sebebiyle sanıyorum dikkatimi çekmeye başladı. Ne ki başka da çare bulamıyorum ki kendime kaçmak için. İçine sıçtığımın hayatına geç başladım, ne yapayım. Köy çocuğuyum ben. Üstelik yalnız büyümüş bir köy çocuğu. Köyden çıkıp gittiğim şehirlerde hep yurtlarda kaldım. Parasız yatılı yurdunda ne öğreneceksin hayata dair? Üniversiteye başladığımda biraz şansım olur sanıyordum. Oldu da herhalde ama temel çürük olunca ne yaparsın. Her haltı geriden takip ettim. İnsanlar karşılarında akranları birini görürken (hatta bazen yaşından olgun biri görürken) ben içerde hep bir çocukla yaşadım. Öyle çocuk saflığı romantizmi değil bu. Çocuk cahilliği. Saflık olmadan cahillik olunca da çok kötü. Her önüne geleni sormak gibi bir şansım yok. Sevimli değilim, katlanmak istemiyor bu yüzden insanlar. Sormazsam öğrenemiyorum. Öğrenemediğim için her şeyin içine ediyorum. Sonra şaşırıyor, kızıyor insanlar bu yaşta adam nasıl böyle davranır diye. "Biz bunu aklı başında biri bilirdik." diyorlar muhtemelen içlerinden. Akılsızlık değil oysa bu. Yoksa öyle mi? Akıllı adam etrafını gözleyerek de öğrenebilir bilmediklerini. Pek akıllı da değilim demek ki.

Doğup büyümeyi bilememişiz amına koyim. Bahtsızlık orada. Köylü doğmuş, yatılı büyümüş, cahil bir adam kalmışsın. Akıllı değilsin yolunu bulasın. Paralı değilsin katlanılabilir olasın. Yakışıklı, hatta yakışıklı değil ama sempatik değilsin araya kaynayasın. Arada kalmış bile değilsin lan! Bir sikim değilsin sen. Geçmiş olsun.

Tutamadım Kaçırdım

Efenim duramadım ve blogla biraz oynayayım dedim. Ne kadardır bu temayı kullanıyorum bilmiyorum ama o kadar hoşuma gidiyor ki hiç değiştirmek niyetinde değilim. O kadar güzel, temiz, göz yormayan bir yapısı var ki... Temayla oynayamayacaksam bir şeyler koyayım dedim. Ne koyayım ne koyayım? Dedim neredeyse herkesin var, ben de bir izleyiciler gadget'ı koyayım. Koydum efendim. "Düş Peşime" iddialı bir başlık oldu ama aklıma başka şey gelmedi. Bakalım, değiştirim belki ilerde. Bir de anket ekleyeyim dedim. Soru sorayım cevap alayım. Hem iğrenç esprilerimi de saçacak bir mecram olur işte fena mı? Onu da yaptım. Oylarınızı bekliyorum.

Vatana millete hayırlı olsun.

+18 (Ağır Küfür, Sakıncalı İçerik)

Çok pis küfredesim var. Öyle böyle değil ama, böyle ana avrat soy sop dümdüz gidesim var. Kime mi? Öyle ortaya, ulu orta sövesim var. Niye mi? Bilmem. Yani niye küfredesim var onu bilmem de (çok doldum desem "Kim doldurdu neyle doldurdu ulan pezevenk?" diye sorasım gelir kendime) niye ortaya küfretmek istediğimi bilirim. Bugün ortaya küfretmezsem yarın birine küfredeceğim. Bugün ite kopuğa, şerefsize pezevenge, götünü siktiğimin kalantoruna, ağzına sıçtığımın yalakasına, götünde at tepinesi puştuna, amına otobüs giresi kancığına (böyle gider bu liste) sövmezsem yarın sana söveceğim, ona söveceğim, buna söveceğim.

Topumuzun ağzına sıçayım zaten.

Modern Mahrem

Bugüne değin hep romanlardan bahsettim. İlk kez bir bilimsel yayının sözünü edeceğim burada. Ne ki Modern Mahrem benim için bir çeşit roman da sayılır. Memleketin değer verdiğim sayılı sosyologlarından Nilüfer Göle Modern Mahrem'de örtünmenin romanını anlatıyor gibi. Bunu hem çalışmadaki tarihselliğin bir nevi olay örgüsü algısı oluşturmasından hem de Göle'nin anlatımının bilimsel yayınlarda pek aşina olmadığımız akıcılıkta olmasından dolayı söylüyorum.

Modern Mahrem üç kısımdan oluşuyor (giriş ve sonuç bölümleri haricinde) fakat kitabın hayli uzun da bir önsözü mevcut. Kadına bakışta Doğu-Batı karşıtlığını kısaca özetleyen Giriş bölümünün ardından ilk kısım olan "Batılılaşma'nın Mihenk Taşı: Kadın"da Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar geçen sürede batılılaşma ve kadın ilişkisi irdeleniyor. Batılılaşma hareketinin öncülerinin kadına bakışını, kadının toplumsallaşması hususudan yaşanan çatışmaları, Doğu-Batı arasında sıkışmış bir ülkenin aydınlarının görünürlük-gizlilik ikileminde yaşadığı gerilimi okuyabiliyoruz. İkinci kısım "Medeniyet Projesi: Kemalizm" bilhassa erken Cumhuriyet dönemi olmak üzere 1980'lere kadar kadının toplumdaki konumunu inceliyor. Kemalizm'in kadına biçtiği bir yandan özgürleştirici fakat diğer yandan cinsiyetsizleştirici rolü pek çeşitli örnekler ve detaylı analizlerle görebiliyoruz. Kitabın son kısmı olan "İslamcılaşma'nın Simgesi: Örtünme"de ise 1980'lerden sonra görünür hale gelen türban meselesi ele alınıyor. Özellikle üniversitelerde karşılaşılan türban serbestisi dileklerinin toplumsal ve siyasal boyutları, talep sahipleriyle yapılan görüşmeler ve kuramsal yorumlar ile iç içe sunuluyor. Bu kısım bir anlamda ilk iki kısımda sunulan kuramsal ve tarihi temelin üzerine inşa edilen saha analizini içeriyor.

Modern Mahrem'in hayli özgün ve çığır açıcı bir çalışma olduğu su götürmez. Ne var ki, üniversitelerde türban yasağının kalktığı 1990'ların başında yazılmış olması dolayısıyla türbanın tekrar yasaklandığı 90'ların sonları ve AKP iktidarıyla iyice ilginçleşmeye başlayan 2000'li yıllar hakkında yapılabilecek yorumlar okuyuculara kalıyor. Bunu bir eksiklik olarak addetmek, kitabın yeni baskılarında yazarın belki son kısma eklemeler yapmasını ya da yeni bir kısım yazmasını beklemek mümkün mü? Emin değilim. Zira Göle sunduğu tarihi ve teorik altyapı ile Türkiye'de örtünme meselesine dair analizlerini öylesine iyi aktarıyor ki okuyucuya bu yeni dönem gelişmelerini yorumlamada bir hayli kolaylık sağlıyor.

(Sonlara doğru araya dikkat dağıtıcı şeyler girdi. Daha sonra dönebilirdim ama bitirmek istedim. Saçmalamış olabilirim. Affola.)

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Suçluluk

Suçluluk garip bir şey. Vicdan azabı mı demeliydim yoksa? Kişinin yakasına yapıştı mı bırakmamak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Eğer kişi umursamaz değilse -ki ben nasıl umursamaz olunur hiç bilemedim- sebebine ve hissedenine bağlı olarak ömür boyu peşini bırakmayabilir kişinin. Meselenin üzerinden geçen zamanın, muhatabın affının hatta unutmasının önemi yoktur. Biri seni affetse de sen kendini affedemiyorsan kurtuluşun yok bu histen. Ha aslında çoğu zaman tam bir koy götüne rahvan gitsin durumu oluyor ama başta dediğim gibi bunun için kişinin umursamaz olması gerekiyor. Ulan mevzu kapanmış bitmiş, kırdığın üzdüğün insan bırak o olayı belki seni bile unutmuş, daha ne kaşınıyorsun eşşeoğlu eşşek!

Yorum Morum

Anam! Sabah sabah neyi fark ettim. Dört aydan fazladır benim bloga yorum yapan yok lan. Şşşşt! Aloooo! Kimse okumuyor mu burayı? Bir ses verin yahu. Ayıptır. Kendimiz söylüyor kendimiz mi dinliyoruz, n'oluyo?

On Dokuz

Ulan iyice balık hafızalı oldum. Her boku unutuyorum. Aha şimdi de birazdan yazacağım cümleyi nerede duyduğumu ya da okuduğumu unuttum. Dünkü kitapta mıydı, izlediğim bir dizi ya da filmde miydi? Az zorlasam saksıyı hatırlarım ama onu yapmak zor geliyor. Garip aslında saksıyı zorlamak zor gelmemeli çünkü şu an zorlamamak için zorluyorum. Her neyse. (Yazıyı yayınladıktan sonra not. Saksıyı zorlamak diye bir şey yoktu değil mi? Saksıyı çalıştırmaktı o. Onu da unutmuşum. Ayrıca yazının sonuna değil de ortasına not düştüm. Bu daha önce yapılmış mıydı?)

İşte bu nasıl karşılaştığımı hatırlamadığım cümle hayatta neyi yapmam dediysem hep yaptım hem de uç örneklerinden anlamında bir şeydi. Cümleyi bile hatırlayamadım doğru düzgün. Buna da neyse. Aynı biçimde ben de neyi yapmam dediysem, insanların neyi yapmasına kızdıysam hepsini yaptım, yapıyorum. Kime güldüysem ondan daha beter oldum, kime sinirlendiysem ondan kötü oldum, kime acıdıysam ondan acınacak hale düştüm. Şimdi de hayata hep olumsuz gözlerle bakan ve bunun edebiyatını(!) yapan insanlarla aynı safta duruyorum. Bundan nefret ede ede hem de. Hoş nefret etmemde garip bir şey yok. Ömrü kendinden nefret etmekle geçmiş biriyim ne de olsa.

Huzur

Mahur Beste ile başlayan, Sahnenin Dışındakiler ile devam eden serinin son romanı Huzur. Bu bir nev-i nehir romanda karşılaştığımız kahramanlar Sahnenin Dışındakiler'de gördüğümüz II. Meşrutiyet dönemi kahramanlarının bir kuşak sonrasının, Cumhuriyet Devri'nin insanları. (Mahur Beste'yi henüz okumadım, sanıyorum onlar da Sahnenin Dışındakiler'in bir kuşak öncesinin insanları. Neyse.)

Huzur, adına uygun biçimde kahramanlarımızın huzuru arayışlarının hikayesi. Her şeyin siyasi, her şeyin toplumsal olduğu bir devrin insanlarıyla yavaş yavaş bireyin ön plana çıkmaya başladığı dönemin insanları arasındaki fikri ve ameli zıtlıkların, uyuşmazlıkların ve ortak yanların ince ince işlendiği; bireyselleşmenin bir yanıyla kişiyi özgür kılarken diğer yanıyla nasıl da yalnız bıraktığının okuyucuya aktarıldığı bir roman. II. Meşrutiyet kuşağının iç sıkıntılarını toplumsal alana aksettirerek belki görmezden geldiğini belki de daha "yararlı" bir alana yönlendirdiğini, Cumhuriyet kuşağının ise toplumsal olanı içselleştirmeye başladığını ve sıkıntının çözümünü dışarıda değil kendi dünyasında aradığını görüyoruz romanda. Romanın başından sonuna kadar hakim olan savaş (II. Dünya Savaşı) olasılığının kahramanlarımızın halet-i ruhiyesini derinden etkilediğini, insan ilişkilerine çarpıcı yansımaları olduğunu fark ediyoruz.

Daha söylenecek çok şey var elbette -hatta hiçbir şey söylemiş sayılmam- nihayetinde Türk Edebiyatı'nın köşe taşı romanlarından birinden, Tanpınar'ın belki de en önemli eserinden bahsediyoruz ama beni biliyorsunuz (her kimseniz, her nerede ve nasıl yaşıyorsanız) fazla uzatamıyorum. Demem o ki bulun, alın, okuyun.

Not: İlk kez Türkçe yazılmış bir kitaptan söz ettim. Pek huyum değil. Bakalım devamı gelecek mi.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Peşimde Biri(leri) Var

Sanırım takip ediliyorum. Araştırılıyorum demek daha doğru olabilirdi. En doğrusu bloga biri ya da birileri dadandı demek olurdu sanıyorum. Dört koldan blogun altı üstüne getiriliyor dört beş gündür. Dört koldan diyorum zira iki farklı ip'den giriş yapıldığı için iki farklı kişinin olduğunu düşünüyorum. İki kişi dört kol eder. Eğer aralarında koldan yana eksiği olan varsa kendisinden samimiyetle özür diliyorum. Şimdi böyle söyleyince dalga geçiyorum gibi geliyor kulağa ama ciddiyim. Ben kimsenin fiziksel özelliğini alay konusu edecek bir adam değilim. Bunca saat göz attılar bloga, anlamışlardır sanıyorum. Şimdi çoğul konuşuyorum ama tek kişi de olabilir bloga bakan. Kafam karışık biraz bu hususta. Dediğim gibi iki farklı ip'den giriş yapılıyor. İlk referans yerleri de ayrı. İki giriş de google'da "nafileden" aramasıyla yapılmış ama biri doğrudan bloga girerken diğeri twitturk diye bir site yoluyla (ne alakaysa) yapılmış. Bunlar farklı kişiler olduğuna dair kanaatime neden olan veriler. Aynı kişi olabileceğine dair şüphelerim ise giriş saatlerinin en fazla birkaç dakika arayla olması. Sürekli olarak aynı vakitlerde giriş aynı vakitlerde çıkış yapılıyor. İki kullanıcı da aynı şehirden sabit ip'lerle giriş yapıyor ve kullanıcıların işletim sistemi, ekran çözünürlüğü ve tarayıcı ayarları aynı.

Ey bu nafile adamın blogunu kurcalayan zat-ı muhterem(ler), sözüm size! Gizli hayranımsan(ız) gizli kalma(yın), bir ses ver(in), yorum yap(ın). Tanıdıksan(ız) gizli gizli kurcalamak ayıp oluyor, gizlim saklım yok yahu, haber ver(in). Yok istihbarattan falansan(ız) da bilmem hangi operasyonun hangi dalgasından içeri almayı planlıyorsan(ız) adamla dalga geçme(yin), beni kim ne yapsın! (Bu son dediğime ben de inanmadım, kabul ediyorum. Komik de değil üstelik, niye yazdıysam. Başlığa ilham oldu ama, iyi oldu. Yoksa düşünüp duracaktım ne koysam yazının başlığını diye.)

Ölüm Kadar Basit

Polisiye/Macera türünde bir kitabı etkileyici kılan beklenmedik ve şaşırtıcı bir sona sahip olması mıdır yoksa başından sonuna kadar okuyucunun merakını uyanık tutması mı? Benim için bu sorunun cevabı ikincisidir. Polisiye/Macera türünde bir kitap alıyorsam bunu hoşça vakit geçirmek ve kafamı meşgul edecek bir şeylere sahip olup başka meseleleri düşünmemek için yaparım. İşte bu nedenle kitabın beni sürekli olarak belli hususlarda merakta bırakması ve heyecanımı iniş çıkışlara rağmen belli bir seviyenin üzerinde tutması gerekmektedir. Peter James bu hususta benden farklı düşünüyor olacak ki Ölüm Kadar Basit'te hikayeyle ilgili soruların cevaplarını okuyucuyu fazla bekletmeden kitabın sayfaları arasına serpiştirmiş. Okuyucuyu kim ve nasıl sorularından ziyade neden sorusu ile kitaba bağlamaya çalışmış sanırım ama nedenler de az çok tahmin edilebilir şeyler (para, şehvet vs.) olduğundan kitabı bitirmek ve gerçekten ilgi çekici bir hale gelen sonunu görebilmek için biraz sabır gerekiyor. Sabır ise sanıyorum bir polisiye/macera roman okuyucusunun sahip olmak isteyeceği son duygulardandır. Bu sebeple bu türün meraklısı olmayanlara tavsiye edemesem de polisiye/macera romanlarında farklı bir tad arayanlar için kitabın Doğan Kitap'tan Pınar Aslan'ın çevirisiyle yayınlandığı bilgisini vereyim.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Fes Başıma Püskülü Püs

Biliyorum, uzun zamandır boşladım burayı. Pek kimsenin de umurunda değil sanıyorum. (Şu iki cümleyi birlikte ve ayrı ayrı kaç defa yazdım burada çok merak ediyorum.) Ne ki gelip iki kelam edesim yok hiç. Şu sıralar hiçbir şey yapasım yok zaten. Kendimi bırakmak istiyorum sadece. Evde yalnız kalınca ritmimi de buldum iyiden iyiye bu hususta. Gündüz mesai bitsin diye bekliyor, eve gelir gelmez Leyla ile Mecnun açıyor, yemek yiyor, üflüyor, kamyon sürüyor başka da bir şey yapmıyorum. Günde iki üç bölümden Leyla ile Mecnun hafızı oldum artık. Bunda bir gariplik olduğunun farkındayım ama hiç umursamıyorum. Hayat akıp gidiyor işte bir şekilde. Karnımı doyurduğum akşam bana yetiyor, o gün bitti sayıyorum. Ertesi güne Allah kerim! Birkaç gün sonra işsiz kalma ihtimalim varmış. Ne gam! Gam aslında, düşününce birilerini dara koyma ihtimalim dolayısıyla üzülüyorum ama garip de bir uyuşukluk var üzerimde. Bugün bir arkadaşım sinirlerim alınmış gibi durduğumu söyledi. Boşluktan, dedim ama hakikaten ondan mı emin değilim. Aniden niye böyle oldu onu da anlamadım. Ufak ufak bir şeyler yazmak niyetindeydim halbuki. Ne zaman kurmayı bıraktım çözemedim. Bakalım neler olacak. Zaman gösterecek artık.

Leyla ile Mecnun ile Nafile

"Hoşçakal diyen dönmüyor." Suratında damacana patlasın, bir gerçek böyle vurulmaz ki insanın suratının ortasına. Hem İsmail Abi'ye o gemi ondan mı bekletilir, ondan mı rengarenk giydirilir o insan, o hikayeler hep gerçek mi olur? Yapılır mı ulan bu! Beni mafettin!

(Ulan dedim, affet.)

Arabesk

Leyla ile Mecnun hastalığına tutulduğumu söylemiştim daha evvel. Bildiğin onların dünyasında yaşıyor gibiyim. En son Tek Kişilik Dev Kadro'da yaşamıştım bunu, seneler önce. Bu dizinin bendeki güzel etkilerinden biri de arabeskin zaman zaman ne kadar güzel olabileceğini bana hatırlatması oldu. Her şey gibi arabesk müziğin de iyisi ve kötüsü, dinlenebilir ve dinlenemez -hatta tahammül edilemez- olanı var. Bense (bizse) entel görünme merakıyla sırtımızı çevirdikçe çeviriyoruz böyle şeylere. Peki Mecnun çölde sürünürken çalan Olsan İçmez miydin Benim Yerimde gönül telime dokunmuyor mu? Şarkıyı dinlerken kemanın ağladığı yerlerde ürpermiyor muyum? O zaman ne diye dinlemiyor gibi yapıyorum? Boş bunlar azizim boş. İnsan özünü inkar etmeyecek. Sevdiğini sevmez sevmediğini sever görünmeyecek. (Didaktik oldum.)

Leyla ile Mecnun

Allahım! Bu Leyla ile Mecnun ne güzel dizidir ya! Böyle dizi değil de canlı bir varlıkmış gibi yanaklarını sıkasım, kollarımı kocaman açıp sarılasım geliyor. Böyle karakterlerin yanaklarını tek tek sıkasım geliyor falan. Senaryo mükemmel, oyunculuklar harikulade, olaylar paralel evrende geçercesine olağanüstüyken karakterler senden benden bizden. Offf, of! Bekle ki Pazartesi gelsin de yeni bölümünü izle. İstiyorum benim de bir Leylam olsun, ben de Mecnun olayım. Böyle saçma sapan küsüp barışalım, ayrılıp kavuşalım, el ele tuttuğumuzda yer yerinden oynasın, fırtınalar koparsa kopsun, sürüklesin ikimizi. Ayrıca Ezgi Asaroğlu, sözüm sana: gözlerinin hastasıyım.

Bozuk Erik (Erik mi? Ne Eriği?)

Bilindik bir söz vardır hani, kendisini/duruşunu hiç bozmadı derler. Bir insan kendisini niye bozar? ("Bir insan memleketini niye sever?" gibi oldu.) Başka çaresi olmadığından değil, vaktiyle olduğu gibi görünmediğinden. İnsanlar değişirler, bu doğru, ama bu değişiklik çok az insanda belirgindir. Pek çok kişinin hayatı boyunca yaşadığı değişiklikler öyle uzun zamana yayılır ki değiştiğini fark edemezsiniz bile. Çocuğunuzun boyu uzarken fark edememeniz ve bir gün karşınızda dururken bunun ayırdına varmanız gibi. Anlık tepkileri bir yana bırakırsak (her insan her an genel durumuna uygun hareket edemeyebilir, koşullar onu karakterine zıt bir şey yapmak durumunda bırakabilir, hepimizin bildiği gibi) birinin karakterinde, davranışlarında insan ömrüne kıyasla kısa vadede bir değişiklik gözleniyorsa (bu birkaç ay ya da bir iki yıl olabilir) bu o kişinin tanışıldığı zaman olduğu gibi görünmediğine dalalettir, kanımca.

Kimsin Lan Sen!

Sadece susarak özlüyorum seni (fakat kimsin sen? Şimdi, bu şarkıyı dilerken aklıma gelen mi? Öyle olsa içimde bir sızı hissederdim. Öyle olması gerekmez miydi? Zaten öyle değil mi? Bir hayal misin yoksa sen?) Adresinde yokluğunu kıyamet bilerek...

Lüküs Hayat

Lüks merakı öyle sardı ki etrafımızı bir gün sırf lüks diye götümüze altın yaraklar sokacağız.

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi

Umberto Eco'yu ben Gülün Adı ve Baudolino'dan bilirdim. Bunlar Orta Çağ Avrupası'nı daha doğrusu o dönemin Avrupalılarının dünyaya bakışını anlatan kitapalardı. Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi'ni kütüphaneden alırken de benzer bir şeyle karşılaşacağımı umuyordum ki... Burada biraz ara verip başka bir konuya değinmem gerekiyor.

Eco'nun Ur-Fascism isimli bir çalışması vardır. Türkçe'ye nasıl çevirildi bilmiyorum ama Daimi Faşizm gibi bir şey diyebilirim. Neyse. Bu çalışmasında Eco faşizmin iki dünya savaşı arasında kalmış, Almanya ve İtalya'da yaşanmış bitmiş bir olgu olmadığını, bunun süregiden bir durum olduğunu açıklıyor özetle. Faşizmin yeniden üretim mekanizmasını onun belli başlı özelliklerine bağlayan -Eco bunları on dört maddeye ayırıyor- çalışma bir yandan toplumsal bir meseleye eğilirken diğer yandan bireyler olarak içimizde barındırdığımız faşiste göndermeler yapıyor.

Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi de bu çalışmanın roman hali gibi bir şey. Bir kaza sonrası hafızasını kaybeden, geçmişini hatırlamak için çocukluk anılarının arasında dolaşmaya başlayan -ki bu çocukluk İkinci Dünya Savaşı ve sonrasına denk gelmektedir- bir İtalyanın romanı bu. 40'lı yıllarda, İtalya'da yaşayan bir çocuğun -biraz okumaya düşkün bir çocuğun- hayal dünyasını, maceralarını ve aşkını anlatan bu kitap aslında her şeyden çok bize bizi, faşizmin kendi kendini nasıl beslediğini anlatıyor. Okurken "Altmış yaş üstü bir İtalyan olsam daha mı keyifli olurdu acaba bu kitabı okumak?" sorusu elbette insanın aklından geçiyor ama kitaba sadece bu gözle bakmak haksızlık olur.

Farkındayım, abuk sabuk şeyler yazdım çoğunlukla ama Eco'nun kitaplarını anlatmak da pek mümkün değil takdir edilir ki. Tavsiye edilir diyerek sözü sonlandırayım. Okumak isteyenler için, kitap Doğan Kitapçılık'tan Şemsa Gezgin'in çevirisiyle yayınlanmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Gerçek Bunun Neresinde?

Behzat Ç. güzel dizi. Reklamlarını ilk gördüğümde, yeni bir Arka Sokaklar yahut Yılan Hikayesi vakası beklemiştim, Emrah Serbes'i okumamış olmanın etkisiyle. Sonra zevkine güvendiğim ve öyle her polis asker hikayesine yüz vermeyecek bir arkadaşın ısrarla bahsi üzerine izlemeye başladım. İyi ki yapmışım.

Behzat Ç.'yi sevenlerin çoğu diziyi gerçekçi bulduğu için seviyor. Bazıları da dizideki olaylara, Behzat'ın posta koyduğu insanlara bakarak "Bunun neresi gerçekçi lan?" diyor. Anlamadıkları yahut anlamak istemedikleri olayların çoğunlukla belli idealleri yansıttığı, olanı değil olması gerekeni yansıttığı; gerçek olanınsa insanlar olduğu. Ben Behzat Ç.'yi izlerken o insanların yerinde olsam aynen o cümleleri kurarmışım gibi hissediyorum. Aynı acıları, aynı mutlulukları yaşarmışım gibi hissediyorum. Aşık olunca biraz Behzat gibi, biraz Harun gibi, en çok Hayalet gibi aşık olurmuşum gibi geliyor bana. Bekar bir polis olsam oturduğum ev Akbaba'nın evi olurdu gibi geliyor -ki bilen bilir her evde oturmam.

Her neyse, ben bu diziyi seviyorum ve hakkında bir şeyler yazmak istedim. Sebepsiz, manasız ve sonuçsuz.

Tanios Kayası

Osmanlı'ya başkaldıran Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, valisine söz geçirmeye gücü yetmeyen devlet Osmanlı, bu oyunda rolü -bu demektir ki çıkarı- olan büyük güçler ve tüm bu hengamenin ortasında kalan adı anılmaya değmez bir dağ köyü.

Farkındayım, bu yazdıklarım kitabın arka kapağındakilerden bambaşka şeyler. Orada Lamia'dan bahsediyor, güzelliğini bir çarmıh gibi taşıyan kadından. Şeyh Francis'ten söz ediyor ve yasak aşk meyvesi Tanios'tan. Esma'nın sözü geçiyor bir de kitabın arkasında. Aynen benim yazdığım üslupta (ben mi o üslupta yazmış oluyorum bu durumda?) tüm bunlar ama bambaşka şeyler.

Roman elbette bu adı sayılan kişilerin -ki bence bu liste eksik, Gerios'un, Katırcı'nın, Tamar'ın da adı geçmeli bence en azından- hikayesini anlatıyor. Sürgünü, aşkı, cinayeti, kaçaklığı anlatıyor. Ne var ki ben kitabı okurken geçimini sağlamaktan başka derdi olmayan bir köy halkının, bir yörenin halkının nasıl da iktidar oyununun bir parçası olduğunu, bu oyunda kararan hayatları ve sönen ocakları gördüm hep. Kuzey Afrika'yı, Orta Doğu'yu, Kıbrıs'ı ve buralarda, buraların üzerinde dönen hesapları gördüm. Gördüklerim güzel değildi belki ama güzel anlatılmıştı, tıpkı Lamia'nın, Tanios'un ve -ah!- Tamar'ın hikayesi gibi.

Amin Maalouf'un kitabı her zamanki gibi YKY'den çıkmış, Esin-Talu Çelikkan'ın çevirisiyle. Tavsiye edilir.

Not: Ah edişimden anlaşılmştır, benim için romanın en büyüleyici karakteri Tamar'dı. Lamia'dan da güzeldi o, Esma'dan da. Ah Tamar! Senin hikayen yarım kalmamalıydı.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Tez Bitti (Aşk Bitti Melodisiyle Lütfen!)

Tez bitti lan! Az evvel son bölümün son paragrafını yazdım. Elbette danışmanımın isteyeceği düzeltmeler, tez özetinin yazımı, teşekkür, eklerin hazırlanması, jürinin isteyeceği düzeltmeler vesaire var ama sonuçta jüri önüne çıkabilecek iyi kötü bir tezim var artık. Daha bol zamanım olsaydı, mesela bu tezi üç buçuk dört ayda değil de on ayda yazma şansım olsaydı ve jüriye böyle bir tezle girseydim memnun olmazdım ama bu kadar zamanda bir tez yazmış olmak, hem de meselenin teorik alt yapısını oluşturan iki konudan birine dair sıfırdan okuma yapmışken (neyse ki diğer konuya bir hayli hakimdim) bunu becerebilmek şu an memnuniyet duymam için yeterli sanıyorum.

Neyse, ilk anın bendeki etkisinin büyük bir rahatlama olduğunu ve bundan sonrasının çok kolay göründüğünü söyleyerek şimdilik huzurdan çekiliyorum.

Bir Rüya Gördüm

Hayırdır inşallah.

Bir rüya gördüm dostlar. Rüya da olsa mutlu oldum. Aç tavuk darı ambarı ilişkisi oldu. Anlatacağım ama önce son günlere dair biraz malumat vereyim.

Bir süredir tezle pek ilgilenmiyordum. Bu hafta başında tekrar -çok sıkı olmasa da- ilgilenmeye başladım. Teknik mevzularla ilgileniyordum daha çok. Sonra Pazartesi akşamı bir haber aldım. Çok yakın bir arkadaşımın babası vefat etmiş. Çarşamba günü cenaze için Bursa'ya gidip döndüm. İki gece üst üste otobüslerde uyuyup dünü cenazeye bugünü de dinlenemeden işe ayırınca akşam evde yatağa güç bıraktım kendimi.

Rüyada birinin, hem de çok güzel birinin bana aşık olduğunu gördüm. Vurucu cümleyi söylediğime göre detaylara geçebilirim. Bu olmayacak iş olmayacak biçimde oldu zaten rüyada. Bu güzel kız bana aşkını ilan etmiş vaktiyle ama ben "Seni arkadaş olarak seviyorum." gibi bir bahaneyle olmaz demişim gibi bir durum var ortada. Rüya işte, nasıl olduğu pek kesin değil ama aşağı yukarı böyle bu. Sonra ben bununla böyle yokuş aşağı yürüyorum. (Bizim üniversitenin arkasında dolanıyormuşuz gibi bir his vardı içimde, hatırlamıyorum.) Biz konuşurken kızımızın gözleri doluyor. Onu öyle görünce içimin yağları eriyor. Kendime küfrediyorum, bak ağlattın kızı diye. O esnada yollarımız ayrılıyor. Mecazen değil. O arkadaşlarının yanına gidecek, ben başka bir yere -muhtemelen eve ya da işe. Ben buna sarılıp kulağına "Vurdun, kanıma girdin/ Kabulümsün" minvalinde bir şey söylüyor ve akşama görüşürüz diyorum ve hafif açık olan omzuna, tam köprücük kemiğinin üzerine bir öpücük konduruyorum. (Çok romantik geldi lan böyle yazarken.) Görmelisiniz nasıl seviniyor. Arkadaşlarının yanına yürürken bakıyorum, ayakları yere basmıyor sanki. Başımı önüme eğip yürümeye başlıyorum. Bir yokuş çıkıyorum ve kendi kenime soruyorum bir insan bana neden aşık olur diye. Cevabı bulamıyorum. (Muhtemelen olmadığından.) Sonra uyandım.

İşte böyle sevgili dostlar. Darı ambarı meselemiz budur.

Sağlıcakla kalın.

.

Ne kadar oldu tez için gerçekten bir şey yapmayalı? Bir hafta mı? On gün mü? Biraz daha fazla sanırım. İçimden hiçbir şeyle ciddi ciddi ilgilenmek gelmiyor. Sadece kitap okumak ve müzik dinlemek istiyorum. Yoruldum sanırım bu işlerle uğraşmaktan. Böyle bir lüksüm de yok üstelik. Bu benim tercihimdi. Unuttum mu?

Sadece Birkaç Gün

İsmini bir köprünün üzerindeki grafitiden alan ve buna bir hikaye uyduran bu kitap benim için postmodernizmin romanı. Postmodern bir roman değil dikkatinizi çekerim. Modern algılarımızı bir güzel irdeler ve yer yer ince bir mizahla tiye alırken ruhaniliğe de aydınlanma sonrası bir zihnin berraklığıyla bakıyor ve tüm bunları yaparken bir geriye dönüş nakaratı tutturmak yerine evrilme hikayesi kaleme alıyor.

Kansız savaşlar için silah üretmek amacıyla oluşturulan bir kurumun vaktiyle Avrupa'nın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan ve Fareli Köyün Kavalcısı hikayesine kaynak oluşturan -meselenin bu kısmından emin değilim, yazarın kurmacası da olabilir- toplu çıldırma vakalarından esinlenerek bu vakalara sebep olan geni bulması ve geliştirmesiyle başlıyor her şey. Genin geliştirilmesindeki amaç insanların iletişim becerilerinin zarar görmesi, böylece topluluk duygusunun ortadan kalkması ve saldırılan ülkenin kan dökülmeden savaşı kaybetmesi. Deneklerden birinin (yoksa hepsinin mi?) kaçmasıyla işler çığrından çıkar ve...

Kitap kelimenin gerçek anlamıyla mükemmel. Independent Publishers tarafından "En İyi Düşsel Kurgu" ödülüne layık görülmüş. Tony Vigorito'nun Gözde Naiboğlu tarafından Türkçe'ye kazandırılan kitabı Hitkitap tarafından yayınlanmış.


Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

.

İz bırakanlar unutulmaz

Şiraz'ın Eylülleri

Şiraz'ın Eylülleri Dalia Sofer'in kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı bir kitap. İranlı bir Yahudi ailenin İran İslam Devrimi'nden sonra yaşadığı sıkıntıları anlatan kitap gayet akıcı bir dille kaleme alınmış. Üstelik cefa gören Yahudi hikayelerinde çoğunlukla gördüğümüz ajitasyona da kaçılmamış -ki bu durum kitabı benim gözümde sıradandan daha yukarıda bir yerlere yerleştiriyor. Devrim sonrası Devrim Muhafızları'nın nasıl kendilerinden olmayan herkesi suçlamaya ve cezalandırmaya meyilli olduğunu -hatta cezalandırdığını, infaz ettiğini- bu ailenin dramını anlatırken büyük bir zerafetle aktarıyor Dalia Sofer. İran-Irak savaşı esnasında yaşanan sıkıntılara da değinen kitap bu yönleriyle tavsiye edebileceklerim listesine giriyor.

Ne var ki bu güzel özellikleri yanında tatmin olmadığım ve beni memnun etmeyen yanları da var kitabın. Kitabı okurken memnun olmadığım kısım Batı'nın estetik anlayışının yüceltilişiydi. Sanat eserlerinden aksesuarlara, mimariden müziğe, hatta insan güzelliğine kadar her şey bir Batılı'nın gözüyle övülüyor yahut yeriliyor. Bir bestenin veya bir tablonun Batılı yahut Doğulu biri tarafından yapılmış olması değil de bir Batılı'nın beğenip beğenmeyeceğine bağlı olarak güzel olup olmadığı yargısına varılması benim tadımı kaçıranlardan biriydi. Bilhassa -İran İslam Devrimi'nden kadınların belli bir biçimde giyinmesinin zorunlu kılınmasıyla iyice belirginleşen- giyim kuşam meselesinde bu durum kendini gösteriyordu.

Kitabın beni tatmin etmeyen kısmı ise sosyal adaletsizlik konusundaki belirsiz duruşu. Varsıllık ve yoksulluk, patronluk ve hizmetçilik, arkadaşlık ve sırdaşlık arasındaki farklarla, bunların birbirleriyle ilişkisi hakkında can alıcı sorular sorulurken bu soruların cevaplanmasından kaçınılmış. Her zenginin ve her fakirin aynı olmadığı belirtilmiş belki ama zengin ve fakir arasındaki farkın neden bu denli yıkıcı olduğu, bu uçurumun neden bu denli büyük olduğu sorusu cevaplanmadan bırakılmış. Sanki biraz böyle gelmiş böyle gider havası yaratılmış. Elbette bir yazar aklımıza takılan her soruyu cevaplamak zorunda değil fakat kendi sorduğu sorulara cevap vermemesi yahut kaçamak cevaplar vermesi ister istemez doyumsuzluğa neden oluyor bende.

Tüm bunlar şahsi kanaatlerim olduğuna göre son bir şahsi kanaatle Işıl Aydın'ın çevirisiyle GOA Yayınları'ndan çıkan kitabın okunmaya değer olduğunu söyleyeyim.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

On Sekiz

Ben sende yönümü kaybettim. Beni o istasyonda bırakıp gittiğin gün ardından bakarken seni bir daha böyle görmeyeceğimi sezmiştim. Arkandan gelememiş, geriye dönememiştim. Başım dönmüştü. Raylara ve yola, trene ve sana, dört yolum, dört yönüm vardı. Ben hepsini yitirmiştim. O günden beri kime dönsem sen.

İstanbul Dönüşü

İstanbul'dan döndüm. Döndüm ya, hala kendime gelemedim. Otobüs yolculuğu git gide zor gelmeye başladı. Çocukluğumdan beri kaç bin kilometre yol kat etmişimdir acaba otobüslerde? Bünyem kaldırmıyor artık. Bir de şu yeni otobüslerde bir türlü rahat edemiyorum ben, nedense.

Hem tek sorun otobüs değildi. Keşke öyle olsaydı. Son beş altı defadır İstanbul'a bir türlü gezilecek havada gidemedim. Geçen sene Haziran'daki konferans iyiydi ama onun da programı öyle yoğundu ki hiçbir şey yapmama fırsat vermedi. Ondan beri dört gidişimde de hava soğuk, rüzgarlı, yağışlı, velhasıl gezmeye elverişsizdi. Şans işte.

Cumartesi fena değildi aslında hava. O gün de aksilik çok azımız birlikte olduğumuz için fazla dolaşmadık. Önce Çengelköy'de kahvaltı yaptık. Sonra iki arkadaş Üsküdar'dan Kadıköy'e yürüyerek geçtik -ki o yolun bir kısmı hiç çekilir değil. Haydarpaşa'dan Şişman'ı alıp (özlemişim keratayı) biraz Kadıköy'de dolaştık diğer arkadaşlarla buluşup. Sonra Üsküdar'a geçip bir arkadaşın evinde Monopoly oynayıp günü bitirdik.

Pazar ne gündü öyle! Fethipaşa Korusu'ndaki kahvaltıya giderken bir güzel boğaz rüzgarı yedik zaten. Bir de dönüşte yedik. (Taksiyle gitseydiniz diyenler olacaktır. Maksat dolaşmak, bir yere ulaşmak değil.) Üsküdar'dan Eminönü, Süleymaniye, Beyazıt, Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci derken akşama kadar bir güzel üşüttük kendimizi.

Pazartesi yağmurda çamurda dolaşacaktık. Neyse ki bizim Danimarkalı misafirler Kapalı Çarşı'yı görmek isteyince bize de gün doğmuş oldu. Önce Mısır Çarşısı'nın altını üstüne getirdik sonra Kapalı Çarşı'ya geçtik. Onlara sorsan Kapalı Çarşı'nın da altını üstüne getirmeye kalkarlardı ama o kadarı da fazla olurdu. Saatlerce dolandıktan ve kapalı mekanlarda yağmurdan kurtulduktan sonra bizimkiler İstanbul'un sadece eski mekanlarını görmesin diye kaldırıp bir de İstiklal turu yaptık.

Sonrası malumunuz. Üsküdar'a dön, bilet al, biraz otur ve yola çık. Okula gel. Bütün gün boş dur. Tezle ilgili hiçbir şey yapma. Dizi izle, Ekşi'de takıl, sen yokken olanları takip et internetten, akşam eve git. Bugün de hiçbir şey yapmadım. Bakalım Cuma'ya kadar gerekli düzeltmeleri yapabilecek miyim.

.

Yaşamayı beceremiyorum. Sevinmeyi, sevmeyi, yaptıklarımdan keyif almayı beceremiyorum. İnsanlarla ilişki kurmayı beceremiyorum. Sürekli bir öfke halindeyim. Etrafımda olup biten saçmalıklara(!) sürekli bağırıp çağırarak karşılık veriyorum. Çok az şeyden memnuniyet duyuyorum. Belki de hiçbir şeyden memnuniyet duymuyorum. Yoruldum.

Dün tezle ilgili planladığım hiçbir şeyi yapamadım. Sürekli olarak hiç ileri gitmeyen ama vakit alan idari işlerle uğraştım. Bugün için koymuş olduğum hedefin gerisindeyim demek bu. Ne ki hiç umurumda değil. Yarın sabah İstanbul'dayım ve tadını çıkaracağımdan şüpheli olduğum iki ya da üç günlük bir tatilde tezle ilgili hiçbir şey kafa yormak istemiyorum. Zaten bitince her şeyi bırakıp köye gitmek istiyorum. Bu büyük şehirler beni boğmaya başladı artık.

You Know What? Chuck is getting boring!

Başlık her şeyi anlatıyor, o yüzden fazla bir şey söylemeyeceğim sanırım. Chuck'tan sıkılmaya başladığımı fark ettim. Diziyi izlemeye başladığımda Chuck'ın şapşallığı ve Sarah ile olan "durumları" ilgi çekici olduğu için keyif alıyordum. Fakat bu sezonun ortalarına doğru Chuck artık "an almost super cool" ajan olmaya başladı. "Almost" şapşal olduğundan değil, duygusal olduğundan. Sarah ile ilişkilerinin de bir sebeple gerilip bölüm sonunda düzelmesi rutin halini alınca benim diziyi takip etmeme neden olan üç sebepten ikisi gitmiş oluyor. Araya bir de birkaç haftalık boşluklar girince iyice tadı kaçıyor. Hala keyif aldığım üçüncü sebepse Morgan'ın olduğu sahneler. Joshua Gomez'in iyi oyunculuğundan mıdır yoksa karakterin iyi yazılmasından mı bilmiyorum ama Morgan'ın olduğu her sahneden keyif alıyorum. Hele Alex'le flört edişlerine bayılıyorum. Alex kızımızın (Mekenna Melvin) güzel olmayan güzelliğinin de etkisi olabilir bunda elbet. Belki de bu sahneler dolayısıyla kendisi güzel görünüyordur bana, bilemiyorum.

Örtmenim!

Yeni bir gün başlıyor. Yeniden çalışmaya başlıyorum demek bu. Dün önceki güne oranla daha fazla çalıştım. Verimsizdi ama hiç yoktan iyidir. Bakalım bugün neler yapabileceğim.

Dün ilginç bir şey oldu. Pek de ilginç sayılmaz aslında, herkesin başına gelebilecek türden. Niye ilginç dediğimi bilmiyorum o yüzden. Şimdi de dönüp ilginç kelimesini yeni bir şeyle değiştirmeye üşendiğimden (yerine koyacak kelimeyi bulmaya üşendiğimden) laf salatası yapıyorum. Her neyse. Dünün günlerden Salı olduğunu bazı cihetlerden biliyordum. Ne demek bazı cihetlerden? Mesela akşam gözetmenlik yapacağım sınavın gününü, ertesi gün (bugün) yapılacak maçın Çarşamba günü yapılacağını ve benim sınav nedeniyle oynayamayacağımı, Ensari'nin Çarşamba günü İzmir'de olmayacağını vesaire biliyor, dolayısıyla günlerden Salı olduğunu da bu yönleriyle biliyordum. Gel gör ki Cuma günü teslim etmem gerekenler için önümde iki gün varmış gibi hissediyor ve yetiştirip yetiştiremeyeceğimi düşünüp duruyordum. Akşam sınav öncesi yemek yerken birden meselenin o yönünü de doğru algılayıp önümde üç gün olduğunu fark etmem büyük bir rahatlamaya neden oldu. Acaba bu rahatlama rehavet şeklinde mi dönecek yoksa üzerimdeki baskının kalkmasıyla kafam rahat çalışmama mı vesile olacak?

Şunu da söyleyeyim. Dün kanallar arasında dolanırken "Öyle Bir Geçer Zaman ki" denen (denen ne demek ya, dizinin adı işte) diziyi gördüm. Şöyle bir bakayım, gözümün bebeği İnci Öğretmen'i görürüm belki diyordum. Bekledim, bekledim, bekledim, arada bir kanal değiştirdim, geri gelip tekrar bekledim ve nihayet mah-cemali görünce sevindim. Şans bu ya görüşüm de kızcağızın hasta olacağı bölüme denk gelmiş. Ah be senaristler, reva mı bu İnci Öğretmen'e? Hem iyileşecek mi iyileşmeyecek mi onu da öğrenemedim. (Niye? Gidip zıbardım birazdan da ondan.) Takip edenlerden öğrenirim artık.

Fuck-Up

Başlığa bakıp bir şeylere küfredeceğimi düşünmeyin. Geçenlerde okuduğum bir kitaptan bahsedeceğim. "Fuck up" kelime anlamıyla berbat etmek, mahvetmek, -biraz daha argo katarsak, içine sıçmak gibi bir şey. Ben sıçıp batırmak demeyi tercih ediyorum.

Hikayemiz de tam bir sıçıp batırma hikayesi. Arthur Nersesian bizlere 1980'lerin New York'unda geçen bir hikaye anlatıyor. Kahramanımız bir sinemada yer gösterici olarak çalışırken aynı sinemada çalışan birine "yazılınca" kız arkadaşından, yazıldığı kızın gazıyla zam isteyince işinden olur. Önce bir arkadaşında kalan kahramanımız, arkadaşının sevgilisiyle kavgası sonrası kendini bu defa sokaklarda bulur. Para kazanmak için bir porno sinemasında çalışmaya başlar ve eşcinsel taklidi yapar. Bu arada bir iki kadınla tanışır fakat bir takım aksilikler ya da kendi tercihleri sonucunda hem ilişkilerinden hem de kalacak yerinden olur. Karıştığı bir yolsuzluktan ötürü sinemadaki işinden olan, bir grup ergen tarafından dövülen kahramanımız sokaklarda uyumaya, çöpten topladığı yiyeceklerle karnını doyurmaya(!) başlar. Kitabın sonundaysa bizleri bir sürpriz beklemektedir.

Fuck-Up bir yeraltı romanı. İyi yeraltı edebiyatı ürünlerinden aşina olduğumuz üzere Fuck-Up da bizlere hayatımız, sahip olduklarımız ve olmaya çalıştıklarımız, estetik anlayışımız hakkında sorgulamalar yapma fırsatı sunuyor. Nersesian'ın aşk hakkında söyledikleriyse bir kenara not edilecek cinsten.

Edinmek isteyenler için not: Sakıp Murat Yalçın tarafından Türkçeye aktarılan kitap Pia Yayınları tarafından basılmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Boşları Almaya Geldim

Ne oldu? Nafile'nin tez günlüğünden notlar vesaire diye bik bik ediyordun! Bugünkü gibi bomboş geçirdiğin bir günün sonunda da bahset tezinin durumundan yiyorsa. Hatta koca hafta sonunu boş geçirdiğinden. Yemez değil mi? Sen anca kendini teselli et. Neymiş efendim, derginin yeni sayısı çıkmışmış da mıkmışmış da falanmış da filanmış. Onu hazırlamak için iki gününü harcamış da paşam tezle o yüzden ilgilenememişmiş. Hadi diyelim bunlar geçerli mazeretler. Bugün öğleden sonra niye hiçbir şeye dokunmadın? Buna bir cevabın var mı? Yok!

Çok mu hırpaladım kendimi? Sanmıyorum. Biraz durumu abarttığım doğru ama. Göründüğüm ya da görünmek istediğim kadar önemsemiyorum aslında tezi. Bir şekilde biteceğini ve bittikten sonra da her şeyin olacağına varacağını düşündüğümden galiba. Doktora için bile kasasım yok şu aralar. Bakalım, hayırlısı.

Einstein'la Dans

Eistein'la Dans (Dancing with Einstein) isimli bir kitap okudum. Kate Wenner tarafından kaleme alınmış. Babası ilk atom bombasının yapımında çalışmış ve kendisi 12 yaşındayken trafik kazasında ölmüş bir kadının yedi yıl boyunca dünyayı dolaştıktan sonra ülkesine geri dönüşünü ve aynı anda dört terapistle görüşüp kendisi, geçmişi ve babası hakkındaki sorularına cevap arama hikayesini anlatıyor. Kitabın nesi hoşuma gitti bilmiyorum ama (bu belki de her yerini sevdim demek) zorunlu haller dışında elimden bırakamadan bitirdim kendisini. Ana karakterimiz olan Marea'nın çocukluğunda Albert Dede'yle (Einstein) yaşadıkları, nükleer savaş tehdidiyle büyüyen bir çocuğun korkuları, insanın muhataplarına göre ruh hallerinin değişimini anlatan terapi diyaloglarıyla oldukça ilginç ve başarılı bir kitap olmuş.

Arayanlar için: Kuraldışı'nın piyasaya sunduğu kitabın çevirmenliğini Mercan Yurdakuler Uluengin yapmış.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Bırakmak

Sene 2003, bendeniz şiir yazmayı beceremediğimi fark ettim ve şiir yazmayı bıraktım.

Sene bilmem kaç, bendeniz yaşamayı beceremediğimi fark edip yaşamayı bırakır mıyım?

Bir Başıma Bir Hafta

İtiraf etmeliyim ki tez günlüğünden notlar meselesini sevdim. İlerlemenin olduğu zamanlarda sevmem normal elbette. Açık ofisin kalabalığından kurtulup tek başıma bir odada bulunduğum bu hafta gayet verimli geçti. Özellikle şu son 24 saat gayet iyiydi. Önce dün akşama doğru modelde yapacağım değişiklikleri netleştirmeye başladım. Akşam evdeyken yapılacaklar kesinleşti. Bugün de bu değişiklikleri "bilimsel" bir biçimde kağıda dökme işini hallettim. Neredeyse bundan önceki dört günde yazdıklarım kadar şey yazdım bugün. Artık ne kadar ikna edicidir yaptığım açıklamalar zamanı gelince göreceğim.

Önümüzdeki hafta da bu imkandan yararlanabilecek olmam güzel. Umarım gelecek hafta da bu haftaki gibi (hatta belki bundan daha fazla) verimli olacaktır. Esas mesele yeniden açık ofise döndükten sonra neler yapabileceğim. Rahatlığa alışan bünyenin tekrar çalışmakta zorlanması gibi sessizliğe ve yalnızlığa alışan bünyenin de yeniden onca dikkat dağıtıcı şeyle baş etmekte zorlanacağını düşünüyorum. Bakalım neler olacak.

Nafile'nin Tez Günlüğünden Notlar vol.bilmemkaç

Zurnanın zırt dediği yerlerden birine daha gelmiş ve tıkanmış bulunmaktayım. Bırakıp başka bir kısma geçsem, sonra buraya tekrar mı dönsem yoksa diğer kısımları burada yazacaklarıma göre bina edeceğim için yazıp bitirsem mi bilemiyorum. Burayı bir tez günlüğü gibi tutmak istediğimden de emin değilim. Lakin şu sıralar başka bir şey yapmaya fırsat bırakmıyor bizimki.

Aslında çok uzun zamandır yapmak istediğim, okuduğum kitaplar hakkında birkaç cümle karalama (kitap eleştirisi değil, karışıklık olmasın) meselesini hayata geçirebilirim ama o da toparlanmış bir zihin gerektiriyor. Şu sıralar eksikliğini en çok çektiğim de o.

Böyle çok şikayet ediyorum ama teze (tez öncesi yüksek lisansı da dahil edebiliriz aslında, derslere de yoğun bir biçimde çalıştığım için) hakkını teslim etmem gereken bir konu var. Neredeyse sürekli kendisiyle meşgul olduğum için aşk meşk meselelerine kafa yormuyorum. Oh mis! Tez olmasa peşinden koşacağım birinin, yok efendim onu etkilemeye çalışacağım, vay efendim sonunda yine götümü avuçlayacağım, hadi avuçlamadım diyelim kalkıp başka yerlere gideceğim için ayrılma zımbırtısıyla uğraşacağım, uğraşmasam uzak mesafe ilişkisi denen saçmalık... Cümleyi bile bitiremedim. Neyse, sözün özü, teze bu nedenle müteşekkirim. Sağ ol var ol tez!

Tezdeyim Baştayım Depresyonda(mı)yım

İstanbul'dan döndükten sonraki bir aylık sürede ortaya koyduğum yoğun çalışma temposu sayesinde şu an tezde planladığımızdan daha önde gidiyorum. Bu güzel bir şey elbette. Ne kadar önde olursam beklenmedik aksiliklere karşı o kadar zaman kazanmış olurum. Ne var ki tezin ikinci bölümünü (ilk bölümü yazmadan ikinciyi yazdım) teslim ettikten sonra toparlanmakta güçlük çektim. Üç hafta kadar oluyor, verimsiz çalıştığımı hissediyorum. Yöntem bölümünü yazmayı planladığım için şu sıralar, kafamda oluşan modeli kağıda dökmekte zorluk çekiyorum. Daha da fenası bu modeli kağıda aktarmadan önce yöntemin genel hatlarına dair bir şeyler karalamam gerekiyor ki işin en zor yanlarından biri bu benim için. En zoru ise muhakkak ki modelimi rasyonalize etmem. Daha önce kullanılan bir modeli kendi çalışmama birkaç değişiklikle uyarlamam gerekiyor. O nedenle hem modelin (aslının) neden bu çalışmaya uygun olduğunu anlatmam hem de yaptığım değişiklikleri akademik nedenlere dayandırmam gerekiyor. (Bu değişiklikleri keyfi sebeplerle yapmadım elbette ama sebepleri detaylı bir şekilde aktarmayı becerebilecek miyim emin değilim.) Üstelik bu gerekçeleri önce danışmanıma sonra da jüriye girecek olan diğer hocalara kabul ettirmem gerekiyor. Tüm bunların baskısına artık buradan sıkılmış olmam ve her zamanki tatminsizliğim eklenince ilerleme kaydetmekte çok zorlanıyorum. Yine de önüme koyduğum hedefi gerçekleştirebilir ve gelecek hafta sonuna kadar bu bölümü yazıp bitirebilir ve bir de önceki bölümde benden istenen düzeltme ve değişiklikleri yerine getirebilirsem İstanbul'a giderken kafamı rahatlatmış olurum. Böylece iki İstanbul seyahati arasına iki bölüm -ki benim için en zor olan iki bölüm- sıkıştırmış olurum. İstanbul'da da tam anlamıyla iki günlük bir tatil yapmış olurum. Güzel olmaz mı?

On Yedi

Ademoğlu ne garip varlık. Hep bir yönüne şaşırıyor, sonra o yönünü kanıksıyor, sonra yeni bir yönüne şaşırıyor, sonra o yönünü de kanıksıyor, bu döngüyü devam ettiriyorum. Son günlerde muhabbet ettiğimiz cins-i latiften bir arkadaş, erkek milletinden biraz çekmiş anlaşılan, saydırıp duruyor erkeklere. Ha bu normal. İnsanın kendi deneyimlerinden yola çıkarak genellemeler yapması, ona göre davranış geliştirmesi hiç şaşırtıcı değil. Bunu hepimiz yapıyoruz. Mesele bazılarımızın kendisine hiç bakmayıp hep başkalarını suçlaması. Güzel kardeşim, biz erkeklerin çoğu yalancı, haysiyetsiz, şerefsiz olabilir. Misal ben öyle biriyim. Ama canım arkadaşım, bu malları etrafına toplayan sende hiç mi hata yok? Hiç mi anlamadın canını yakan bu mal arkadaşlarla birlikteyken ne bok olduklarını? Anladın ve yine de karşı koyamadıysan kendine (ben mesela böyle bir durumda olsam anlasam da zaafiyetlerim dolayısıyla anlamazlıktan gelirim) kendine sorman gerekmez mi bende de eksik bir şeyler var mı acaba diye? Ben sürekli soruyorum ve inan şimdiye kadar canımı yakan insanlardan çok kendimde kusur bulmuşumdur onlarla olan muhabbetimden ötürü.

.

Bir gülü sevdim
Bir onu sevdim
Tek mevsimlikmiş
Bak geçiverdi
Gel etme dedim
Kal gitme dedim
Söz dinlemedi
Bak kaçıverdi

Zeki Müren'in sesinden ne de vurucu oldu gece gece.

Şu garip gönlüme olanlar olmuş
Belki de o beni çoktan unutmuş
Nerde kim bilir
Aşktır Allah bilir

Çalıyı Dolanmaca

Bildiğiniz üzere sevgili dostlar (kimsiniz siz sahi) kendime bir özel alan alıp yayına oradan devam etmeye karar vermiştim. Sonra fark ettim ki bizim pek muhterem yasakçılarımız sadece alan adını değil blogger'ın yönlendirdiği ip'leri de engellemiş. Ne yapsak ne etsek diye aranırken bugün bir blogda şöyle bir çözüme rastladım. Artık hiçbir ayarlamaya gerek olmadan www.nafileden.com adresinden buraya erişilebilecek. Sıkıntı şu ki başında www olmayınca olmuyor. Ne yapalım, öyle idare edeceğiz bir süre. Ta ki şu gerizekalıca yasak kalksın.

Öyle işte.

.

Bugün kafam çok bozuk. (Ne zaman değil ki amına koyayım!) Bugün bir başka bozuk ama. Hem canım sıkkın hem kafam bozuk hem de kendimi aciz hissediyorum. (Belki öyle olduğun içindir götünü siktiğim!) Küfredip durma. Şurda insan gibi bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Dinleyeceksen dinle dinlemeyeceksen siktir git. Aferin!

.

Gece kendine verdiğin öğüdü sabah buraya yazınca işte böyle moralin bozuluyor. Gerçeklerle yüzleşmek gündüzleri daha mı zor oluyor yoksa meşgul olunacaklar fazla olduğu için mi böyle olduğunu sanıyorum acaba?

Gece Uyumadan Önce Kendime Verdiğim Öğüttür

Elinden gelmeyen, altından kalkamayacağın işleri bırak da yapman gerekenlerle ilgilen. Tezini yaz. Varsın iyi olmasın, düzeltme alsın, hatta kabul edilmesin ama Mayıs sonunda teslim edebileceğin, jüriye girebilecek bir tezin olsun elinde. Buradan kurtulmak için bir ihtimalin olsun. Başvuru için araştırma önerisi konusu düşün. Araştırma yapacak mecali bulamasan bile kendinde, neler yazabileceğini kafanda canlandır. Derginin yeni sayısı için uğraş. Görüşmediklerinle görüş. Sana gelmelerini bekleme, sen git. Zaten çıkaracağın tek sayı budur herhalde. Bir de şu gönül meselelerini bir kenara bırak. Bu işlerde becerikli olmadığını seneler evvelinden beri biliyorsun. Yolunun kaba hatlarıyla çizilmiş olduğunu ve bunun dışına çıkmanın pek de muhtemel olmadığını iyi biliyorsun. Boşuna uğraşma. Kafanı fazla yormadan önündeki boku ye. Yarın öbür gün, hayatını biraz düzene soktuğunda sözüne güvenilir tanıdıklardan (arkadaş olur, akraba olur, güvenilir olsun yeter) birinin tavsiyesiyle tanışacağın, senin ayarında -gözünü diktiğin gibi yükseklerde olmayan- helal süt emmiş biriyle bir yuva kurarsın. O zamana kadar biraz daha olgunlaşmış olursun ve mutlu ve huzurlu olmasa da ayakta kalan bir evliliğin olur. O vakit gelinceye kadar da... Neyse, oralara girmeyelim.

Ah Domain Vah Domain

Kaç zamandır aklıma olan bir şeyi şu meşhur blogspot erişim yasağı dolayısıyla yaptım. Blog için bir özel alan adı aldım. Artık bloga eski adresten ulaşılabileceği gibi nafileden.com adresinden de ulaşılabilecek. Zaten bloga girince doğrudan yeni adrese yönlendirmesi gerekiyor.

Ne var ki bu kararı almama (daha doğrusu şimdi almama) neden olan duruma bir katkısı olmadı bunun. Yasak konulduktan sonra dikkatimi çeken bir şey abc.blogspot.com tipindeki adreslere erişilemezken blogger tabanlı hazırlanan abc.com tipindeki sitelere ulaşılabilmesiydi. Ben de hem uzun süredir aklımda olan niyetimi gerçekleştirmek hem de üç beş okuyucum varsa onları kaçırmamak için alayım kendime bir özel alan adı diye geçirdim içimden. Aldım lakin hala erişilmiyor. Anlamadım bu ne iştir.

Neyse, öyle işte.

Ek: Sanırım zaman meselesiymiş. Proxy siteleri vasıtasıyla erişebiliyorum fakat doğrudan erişemiyorum henüz. Kontrol panelinden ulaşmaya çalışırken de taşınıyor vb. bir uyarı veriyor. Du bakali n'olcek!

Ek 2: Şimdi başka sitelere de baktım da, sanırım genel bir sıkıntı var. Blogger altyapısını kullanan özel alanlara da ulaşılamıyor. Yasak ilk başladığında durum böyle  değildi. Biraz kurcalayalım bakalım bir çaresi var mıymış?

On Beş

Haysiyetsiz insanlar her yerde var. Sorun haysiyetsiz insanlarla muhatap olmak değil. Sorun haysiyetsiz insanlarla muhatap olduğunuzda hak ettikleri cevapları verememek. Susmak, konuşmaktan korkmak, kendini tumak zorunda hissetmek. Haklı olmanın gururunu ve cesaretini zayıf olmanın korkaklığına yenik düşürmek. Korkaklığın cesarete galebe çalması. Benim zoruma giden bu.

.

Ben sıradan bir adamım, bunu kabullenmem gerekiyor artık sanırım. Ya giderek sıradanlaşıyorum ya da gittikçe sıradanlığımın farkına varıyorum. Eskiden farklı mıydım? Bunun bir önemi var mı? Hala insanların normal karşılamadığı davranışlarım var, bunu biliyorum, lakin...

.

Bugün Sherlock'un ilk bölümünü izledim ve şuna kanaat getirdim ki bir yapımda Steven Moffat'ın parmağı varsa izlenir arkadaş.

Not: Farkındayım, buraya pek yazdığım türden değil ama Facebook ve Twitter'ı kapatınca böyle oldu. Zaten kendi kendime konuşuyor gibiyim burada, garip olmuyor o yüzden. Hoş garip olup olmamasını da çok takmıyorum ya, neyse. Aha! Yine başladık.

On Dört

Bir insanın "availablity"si (uygunluk mu diyor siz Türkler?) kendisine bakışımı bu derece etkiler mi? Bakıştan kastım kelimenin gerçek anlamı. Sevgilisi yokken gözüme güzel görünen kızların sevgilisi olduğunda bir anda çirkinleşiveriyorlar. Tam tersi de oluyor. Hiç dikkatimi çekmeyen kızların sevgililerinden ayrıldığını duyunca böyle bir güzel görmeye başlıyorum onları. Erkeklerde böyle bir şey olmuyor mesela. Bir erkeğin tipi benim gözümde sevgilisinin varlığına ya da yokluğuna göre hiç değişmiyor. Bu da erkeklere ilgi duymadığımın bir kanıtı sayılabilir. (Ulan nereden girdim nereye çıktım. Allah beni davul etmesin e mi!)

Yanlış Yaşamak

"Ölüversek mi ne
En büyük yanlışlığı benimseyerek"

Son günlerde aklımda hep bu iki dize. Gittikçe yaşama sevincimi kaybediyorum. Acaba yanlış mı yaşıyorum?

İstemeeem!

Bazı şeyleri istemeyi istemiyorum. Anladın sen onları.

Soru

Bazı şeyleri ben dahi hak etmiyorsam -ki tanıdığım en mükemmel insanım- başkalarının hak ettiğini neden düşünüyorum? Biri bana bunun cevabını verebilir mi?

On Üç

Bazen ölmek istiyorum. Daha doğrusu ölü olmak. Kendimi öldürmek de olabilir, emin değilim. Bir yerlere çarpıp parçalanmak istiyorum. Buldum, bir yerlere çarpıp parçalanmak ama ölmemek istiyorum. Sadece madde aleminden kendimi soyutlayabilme şansı istiyorum. Dilediğim zaman insanların arasına karışabilmek ama arada sırada uzaklaşabilmek. Bu da çok konformist oldu galiba. Ben sadece insanların salaklıklarına ve bunun karşısında hiçbir şey yapamamaya tahammül edemiyorum. Yine de onları seviyorum. Bir kısmını en azından. Yoksa sevilmek mi istiyorum? Bir kısmı tarafından en azından. Yok, sanmıyorum. Hepsi tarafından sevilmek istiyor olabilirim. Düşündüm ve karar verdim. Sevmediğim insanlar tarafından sevilmek istemiyorum.

On İki

Hadi bakalım gece gece vicdan muhasebesine.

Bazı filmlerin bende yarattığı etkiden hoşlanmıyorum. Kızdığım, üzüldüğüm, hoş olmayan şeyler hatırladığım için falan değil. Beni düşündürdüğü için. Beni kendim, aniden bir yerlerden fırlayan hislerim hakkında düşündürdüğü için sevmiyorum bazı filmleri. Match Point'te bu olmuştu. Ana karakterin (erkek olan) yakalanmaması beni rahatlatmıştı. Oysa ki suçluydu. Hem birilerini aldatmış (eşini ve sevgilisini) hem de birini öldürmüştü. Bunlardan paçayı sıyırmasıysa beni rahatlatmıştı. Sevmemiştim bunu. Suçu Woody Allen'ın başarısına atıp işin içinden sıyrılabilirdim. Hatta başarısız dahi olsa ana karakterle kendini özdeşleştirme sorununa dayanarak kendimi rahatlatabilirdim. Nitekim yaptım da. Yaptım ama yine de zaman zaman kendime dönüp aynı soruyu sordum. Chris Wilton'ın (Jonathan Rhys Meyers'ın canlandırdığı karakter) kurtulmasına sevinmemeli miydim? Cevabım her defasında aynı oldu, evet!

Bir de ilginç bir huyum var, daha önce buralarda bahsetmiştim diye hatırlıyorum. Bir filmi izlerken ya da bir kitabı okurken başıma gelse utanç duyacağım şeyler olunca o kısımları atlayasım, o esnada başka şeylerle ilgilenesim, bırakıp daha sonra tekrar okuyasım/izleyesim geliyor. Aynı şekilde devam edemiyorum. Vicdanımla başbaşa kaldığımı hissediyorum öyle anlarda ve hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak beni rahatsız ediyor.

Ne var ki bu vicdanla başbaşa kalma meselesinde çelişik bir durum mevcut.

Şimdi Little Children'ı izlerken bunu daha iyi anlıyorum. (Yine yazma üşengeçliği çöreklendi üzerime, fazla uzatmayacağım.) Eşlerini aldatan bir kadın ve bir erkek, bir internet sitesinde gördüğü kıza saplantısı olan bir koca, çalışan ve evini geçindirmeye uğraşırken eşinin sınavlarını geçip avukat olmasını bekleyen bir kadın (hikayemizin masum kişisi gibi duruyor şimdilik -film daha bitmedi) filmin ana karakterleri. İşte ben bu filmi izlerken bazı sahnelerde yukarıda bahsettiğim fiillerden birini yapıyorum. Fakat nedense bunu yaptığım sahneler aldatan kişilerin yakalanma ihtimallerinin olduğu, saplantılı kocanın mastürbasyon yaparken eşine yakalandığı gibiler oluyor. Bunlarınsa benim vicdanımla ilgili olmaması gerekiyor. Başıma gelse kesinlikle utanacağım şeyler fakat kendi kendime hesabını sorduğumda hak vereceğim şeyler değil.

Ben bu çelişkinin altından kalkamıyorum.

On Bir

Bir şey hatırladım şimdi ve yazmadan duramayacağım.

Sana bakarken gözlerim dolardı. Öyle kabarırdı ki yüreğim (bilmem neden) göğsümün kafesini delemediği için herhalde kendine başka bir yol çizer, gözlerimden akardı. Her biri damla damla düşmedi belki, belki bu yüzden bilmedin sen hiçbir zaman, ama... Belki bu yüzden seni unutmak bu kadar zor.

On

Bir şeyler değişti, biliyorum, lakin anlatamıyorum. Eskiden ne olduğumu yarım yamalak hatırlıyorum. Şimdi ne olduğumu bilmiyorum. ΔBen (Yeni Ben - Eski Ben) nedir bilemiyorum o yüzden. Bazen çok yaklaşıyorum, hem geçmişimi hatırlamaya, hem bugünümü anlamaya, olmuyor. Bir şarkı (Yüreğim Kanıyor mesela) beni birkaç damla gözyaşına bindirip o deltaya (ΔBen) doğru yola çıkarıyor. Sonra o damlalar buhar olup uçuyor, kuruyup yüzüme yapışıyor, ben öyle tuzlu tuzlu yarı yolda kalıyorum.

It's Kind of a Funny Story

Dün izledim bu filmi. Film öyle çıtır çerez, hoş vakit geçirmelik bir film. Boş vakti olanlara tavsiye edebilirim.

Filmde verilmek istenen mesajı da iki kelimeyle özetleyebiliriz sanıyorum: kız meselesi. Gönül meseleleri hallolunca depresyon falan kalmıyor bünyede. Hay sıçayım böyle işe. Açmışlar Bitmeyen Şarkı mıdır nedir saçma sapan bir dizi, diyaloglar yüzünden kafam allak bullak oldu. Yazacaklarımı unuttum. Yol Arkadaşım dinlerken bu derece dağılmış olmam da...

İtirazım Yok Sayın Yargıç

Vicdan mahkemesindeki davamız yine ertelendi. Hiç kapanmayacak değil mi? Hiçbir celsede çözülmeyecek bu mesele. Suçluyuz, suçluluğumuzu biliyoruz ama ellerimiz bağlı, kalemimizi kıramıyoruz. Bir garip tutukluluk halinde otur ha otur sanık koltuğunda.

Gamzedeyim Deva Bulmam

Bir insanın sesi böyle güzel olmak zorunda mıdır? Değil. Öyle olsaydı herkesin sesi böyle güzel olurdu, haksız mıyım? Neyse ki değil. Yoksa Melihat Gülses'in kıymetini nasıl bilirdik.

Dokuz

Benim bir suçum yok, yeminle. Hep bu şarkıların ve kitapların yüzünden. Şarkılar güzel aşklara inandırdı bizi, kitaplar güzel insanlara. Biz onları var sandık, yoktular. Kandırıldık.

Sekiz

Ben sende neleri yitirmedim ki! Doğrularımı yitirdim mesela. Hatırlıyor musun bir defasında arkadaşlarının olduğu bir grubun yanına gitmiştik. Beni tanımıyorlardı. "Ne ayaksın oğlum sen?" dediler. Arkadaşıyım, dedim. Yalan söyledim. Sığıntısıyım diyemedim. Beslemesi. O gün bugündür yalan söylüyorum kendime, dostlarıma ve sana.

Yedi

Not: (Yazının sonuna değil başına not ekleme işini de kaç kişi yapmıştır şimdiye kadar çok merak ediyorum.) Üç aydır not defterimde duruyordu aşağıda yazacağım satırlar. (Abartmıyorum, tarih atmışım. 10.11.2010 yazıyor.) O günden beri buraya aktarmamışım. 14 Şubat dolayısıyla sevgili muhabbeti dönüp duruyor ortada, bahane olsun yazmak için. İşte burda.

- Sevgilin var mı?
- Yok.

- Sevgilin var mı?
- Yok, hiç olmadı.

- Sevgilin var mı?
- Yok, kızlar beni beğenmiyor.

- Sevgilin var mı?
- Yok, hiç olmadı. Aslında bir kez oldu gibi ama...

- Sevgilin var mı?
- Yok. Neden sordun?

Bu bir çoktan seçmeli soru olsa ve sorumuz da "Yukarıdaki diyaloglardan hangisinin cevap veren tarafında Nafile'nin yer alması en düşük ihtimaldir?" (nasıl bir cümle oldu lan bu?) olsa cevap ne olurdu sizce? Bence ilki olurdu. Kendisi de cevabı da bu denli net bir soruyu böylesine gereksiz eklemeler yapmadan yanıtlamak hiç bana göre bir davranış değil zira.

O Değil de

Giderek geri zekalı kız blogu havası yakalamaya başladım burada. Tebrik ediyorum kendimi.

Altı

Ben sende "söz"ü yitirdim. Kelimelerim ve cümlelerim yerinde duruyordu fakat her söylediğim sen oluyordun. Ben seni unutmak için susuyordum. Seni unuttukça "söz"ü hatırlıyordum, sözü hatırladıkça seni. Seni unutmak için susuyordum. Seni unuttukça "söz"ü hatırlıyordum. Sözü hatırladıkça seni unutmuyordum. Bu döngünün seni hatırlama evresindeyim. Lanet olsun!

Beş

İnsan her yerde insan ve biliyorum insanın olduğu hiçbir yerde bana mutluluk yok.

Dört

Ben bu yeni beni hiç sevmedim. Fazla melankolik bu. Fazla arabesk. İsyanın bini bir para bunda. Haklı da değil çoğu zaman. Sevmiyorum ben bunu, değiştirmek istiyorum mümkünse. Eskisini nerede bıraktığımı hatırlasam gidip geri alacağım, lakin...

Üç

Move on it. Bütün dünya ağızbirliği etmiş bunu söylüyor sanki. Move on it. Birkaç şarkı birkaç şiir hariç her şey bunu bağırıyor suratımıza. Move on it.

Bazıları başarıyor, üstesinden geliyor. Bakıyorsun, yolunu bulmuş bir şekilde. Hayatına çekidüzen vermiş. Yeni bir dünya kurmuş kendisine. Nasıl yapmışsa halletmiş işte. Biz, biz yapamıyoruz. Biz kim miyiz? Güzel soru, lakin cevabı pek net değil. Biz bir grup değiliz. Biz bir takım ortak özellikleri olan eklektik bir topluluğuz.

En başta yakışıklı veya güzel değiliz biz. Çirkin de değiliz belki -bir kısmımız en azından- ama dikkate değer, dikkat çeker bir yanımız yok. Paramız da yok üstelik. Dikkat et, zengin değiliz demiyorum, paramız yok diyorum. Cebimize bir şekilde girmiş üç beş kuruşun hesabını yapmakla meşgulüz sürekli. Ay sonunu nasıl getireceğimizin tasasındayız. Pek çoğumuz taşralıyız. Eğlenmeyi bilmeyiz. Kitaplardan (ç)alıntı romantik hayaller kurarız, masrafsız olanından. Belki en belirgin, en önemli özelliğimiz iletişim becerilerimizin ilkokul çocuğu seviyesinde oluşudur. Kimseyi -tabiri caizse- tavlayamayız bizler.

Move on it demek? Gel kendini benim yerime koy. Sıkıysa sen move on it!

İki

Ben sende çok şey kaybettim. Biri onurumdu. Binlerce söz verdim, kendime ve sana. Uyarmışlardı beni halbuki, tutamayacağım sözleri vermeme hususunda. Bense emindim yapmayacaklarımdan. Her söz bir şeyler yapmak üzere verilmez ki. Benimkiler yapmamak üzerineydi. Yaptım.

Bir

Ben sende çok şey bıraktım. İlki inancımdı, sanırım.

Stuck in the Middle, I'm

Burasını iyiden iyiye anlık tepkilerimin (hatta ünlemlerimin) not düşüldüğü bir yer haline getirmeye başladım. Bir nevi hatırlatma duvarı da denebilir aslında. Memento'daki gibi bir şey. Arada bir düşündüklerimi de yazayım diyorum ama sonra fark ediyorum ki bir şey düşünmüyorum. Şaka değil, cidden düşünmüyorum. Düşününce de fazla ciddi düşündüğümden hakkında hiçbir şey yazasım gelmiyor. Bezginlik çöküyor üzerime. Bunun olmaması için sanırım bana heyecan verici bir şeyler lazım. Bunun için de önce para lazım. Bir yerden para bulmak lazım Muhittin Abi! Öyle çok para değil ama pek az da değil. Kafamızı dinleyecek kadar para. Ne yapsak ki lan?

.

Yoksulun Sevdası başlıklı bir kitap yazmak isterdim ama bu kafayla nerdeee! Buraya not düşelim de bakarsın bir gün fırsat buluruz.

Doğum Günü

Bugün benim doğum günüm lan. Yeminle. Bunu ilk fark edişim dünün Barış Manço'nun ölüm yıldönümü olduğunu fark edişime tekabül eder. Sonra unuttum. Bu sabah poğaça alırken Pelin'le karşılaştık, o kutladı doğum günümü. "Harbi ya, bugün benim doğum günüm!" dedim. Sonra yine unuttum. Bir iki saat sonra halamın kızı aradı. "Niye arıyor ki beni, hayrolsun." dedim. Doğum günümü kutlamak içinmiş. Merak ediyorum gün içinde biri daha kutlayacak mı ve ben yine unutmuş olacak mıyım.

.

Şimdiye kadar attığım hiçbir imza bugünkü kadar zoruma gitmemişti. Yine de insanlık onurumu elimden geldiğince korumaya çalıştığım için içim rahat diyebilirim. Keşke bu imzayı da atmak zorunda olmasaydım fakat şu aşamada yapacak başka bir şey yoktu.

Neyse, beni buna muhtaç edenlere gelsin. Vazgeçtim, onlara böyle güzel bir türküyü taşlama amacıyla bile göndermeye yazıktır.

Ulan o kadar uğraştım da türküyü yükleyemedim iyi mi! Ben de YouTube'dan yüklerim artık.

Alla Beni Pulla Beni Çulla Beni Yulla Beni Mulla Beni Fulla Beni Tulla Beni Kulla Beni

Özledim. Vallahi çok özledim. Neyi özlediğimi bilmeden, niye özlediğimi bilmeden özledim. Bundandır her sabah Sakarya Caddesi'ni arşınlarken başımı öne eğişim. Bundandır betondan kaldırımları incitmeye korkarmış gibi adımlarımı yavaş yavaş atışım. Bundandır üç cümlenina ardına beşinciyi ekleyemeyişim. Yine bundandır işte dördüncünün eksikliğini fark edemeyişim. O özlediğim, o ne olduğunu ve nerede bulunduğunu bilmediğim her neyse öyle eksik bırakmış ki beni başka hiçbir şeyin yokluğunu fark etmemişim.

Sıkıldım.

Ah

İçimden bir söz geçsin istiyorum. Dilimden bir söz düşsün. Tek cümle, tek satır, tek mısra. Tek söz ki acıyı anlatsın, yalnızlığı, yoksunluğu, yoksulluğu... İçimden bir ah geçiyor. İşte diyorum, o ah, o ah bir söz olsun ki içinden ah geçen başkaları sızılarını onda bulsunlar. Olmuyor.

İçimden bir roman geçsin istedim. İçimden geçen romanı kağıda dökeyim. Bir roman ki bazen bir sözle anlatılacak olanı anlatsın. Bir roman, bir söze sığdıramadıklarımı yüzlerce sayfaya sığdırmaya azmettiğim. Bir roman ki okuyanlar içinde kendilerini bulsunlar. Olmuyor.

İçimden ne tek bir söz ne koca bir roman geçiyor. İçimdekiler öyle içimde kalıyor. Bir ah oluyor, çörekleniyor. Bazı bazı bir şarkı, bir türkü sallıyor mekanını. Evini başına yıkıyor, beni yıkıyor, her şeyi yıkıyor.

"Vurma canan yaralıyam
Ben bir bahtı karalıyam
Dost elinden yaralıyam"