Babay Canım

Pisa Kulesi'ni gören herkesin kuleyi itmeye ya da tutmaya çalışan bir fotoğrafı olmak zorunda mı? Konuyla ilgili bir makale yarışması düzenliyorum. Gelecek ay döndüğümde başvuruları değerlendirerek birinciye fotoşopla hazırlanmış Pisa Kulesi'ni iten ve tutan birer adet fotoğraf hediye edeceğim.

Bir Sınav ve Tatsız Bir Olay

Cumartesi günü yapılan KPSS'de salon başkanı olarak görevlendirilmiştim. Bu görevlendirmeler güzel elbette. Sınav başına 75 lira veriyor ÖSYM ki bundan memnun olduğumu daha önce de belirtmiştim. Muhakkak ki işin para almak gibi güzel yanlarının yanında sorumluluk gibi kötü olmasa da zor yanları da var. İşte bugüne başlarken yazacağım olay işin sorumluluk yanıyla alakalı.

Bilenler bilir KPSS lisans düzeyinde cumartesi sabah sınavları herkesin girmek zorunda olduğu genel yetenek genel kültür (ben nedense bunu ters sırayla söylemeye alışkınım) sınavı oluyor. Bu sınavla aynı oturumda yabancı dil sınavı da uygulanıyor bazı salonlarda. Benim başkanlık yaptığım salonda yabancı dil sınavı yoktu. O nedenle sabah oturumu 11:30'da sona erdi. Öğleden sonra 14:30'da başlayan oturum ise eğitim bilimleri sınavına aitti. Bu, öğretmen adaylarının girdiği bir sınav demek. Karşımdaki insanların bir kısmı gelecek yıla yeni öğretmenler olarak girecek ve ders vereceklerdi. Bu garip bir duygu oluyor açıkçası. Her neyse.

Sınav kuralları gereği iki buçuk saatlik sınavın son 30, 15 ve 5 dakikasında durumu sınava giren arkadaşlara sesli olarak bildirmem gerekiyordu. Ben de görevimi yerine getirdim. Lakin bir adayımız cevapları cevap kağıdına geçirmekte geç kaldığı için sınav süresi sona erdiğinde hala işaretleme yapıyordu. Üşenmiyor ve sınav süresi bittikten sonra yaptığım uyarıları aynen aktarıyorum.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Lütfen kitapçıklarınızı kapatıp arkanıza yaslanın.

Söz konusu arkadaşımız işaretlemeye devam ettiği için aynı uyarıyı tekrar ettim.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Lütfen kitapçıklarınızı kapatıp arkanıza yaslanın.

Arkadaşımız işaretlemeye hala devam ediyordu.

- Arkadaşlar sınav süremiz sona erdi. Buna cevaplarınızı cevap kağıdına geçirme süresi de dahil. Lütfen kitapçıkları kapatın.

Tüm sınıfa dönük yaptığım bu ihtarları dikkate almayan arkadaşımıza doğrudan uyarı yaptım.

- Cevaplarınızı işaretlemeye devam ederseniz tutanağa sınavınızın geçersiz sayılacağını yazacağım.

Ben böyle deyince arkadaş "Ne olur işaretleyeyim şunları." diye mızmızlanmaya başlayınca kitapçığı elinden aldım ve gözetmen arkadaştan ben soru kitapçıklarını toplarken cevap anahtarlarını toplamasını rica ettim. Olayımızın kahramanı sınıfı terk etmeye kalkınca yine tüm sınıfa hitaben -ki bu zaten bütün sınıfa yapacağım bir hatırlatmaydı- "Arkadaşlar sınavın başında da söylediğim gibi lütfen ben izin verinceye kadar yerlerinizde kalın." dedim. Ben kitapçıkların ve cevap anahtarlarının üzerindeki gerekli bilgilerin girilip girilmediğini ve toplam sayıları kontrol ederken sınıfın kapısına kadar gitmiş olan arkadaşımız geri döndü ve yine "Ne olurdu işaretleseydim?" dedi. "Üzgünüm, bu bir yarış ve kurallarına göre oynamak zorundasınız." diye geçiştirdim. Aslında o an içimden "Be hey gerizekalı! Ben kalan süreyi üç defa bildirmedim mi? Niye vaktinde işaretlemedin?" gibi şeyler geçiyordu. Sustum.

Elbette meseleyi gözetmenimle konuştuk sınav sonunda. Ben sınıfın diğer tarafında olduğum için o arkadaşın ne durumda olduğunu bilmiyordum fakat gözetmen arkadaşın söylediğine göre ben 15 dakika kaldığı uyarısını yaptığımda işaretlemeye başlamamış ve işaretlemeye başladıktan sonra bile yapamadığı soruları çözmeye çalışarak işaretleme yapmış. Şimdi bu akıllı(!) arkadaş eskaza öğretmen olacak ve öğrenci yetiştirecek öyle mi? Neden bu kadar boş bir nesil olarak yetiştiğimizi ve bizden sonraki nesillerin neden giderek daha boş hale geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum.

Bu arada, arkadaşın elinden soru kitapçığını almam ve cevapları işaretlemesine izin vermemem ne bundan keyif aldığımın göstergesidir ne de kuralları harfiyen yerine getirmeyi istediğimin. Ne yazık ki bunu yaptığım için hiç mutlu olmadım ve insanların bu türden sınavlarla bir mesleği yerine getirmeye uygun olup olmadığını ortaya çıkarmanın mümkün olmadığına sonuna kadar inanıyorum. (Aynı şey ÖSS yoluyla üniversite okumak için de geçerli elbette.) Ne yazık ki düzen bu şekilde işliyor ve ben o arkadaşa cevapları işaretlemesi için fazla süre verseydim sınavda cevapları işaretlemekle vakit kaybeden arkadaşlara haksızlık etmiş olacaktım. Diğer arkadaşların işaretleme yaptığı sürede o arkadaşımız soru çözüyordu ve kendisinin işaretleme yaptığı zamanlarda sınava giren diğer adaylar soru çözebilirlerdi. Üzgünüm ama zamanını kullanmayı bilmeyen birine müsamaha gösterip sınavı o süre içinde yetiştirmeye çalışan bu nedenle belki daha az soru çözebilen arkadaşların önüne geçme ihtimaline göz yumamazdım.

İşte Cumartesi günü böyle tatsız bir olay yaşadım.

.

Dil ile alfabe arasındaki farkı bilmeden ahkam kesen biriyle karşılaştım bugün. Ya Rab sen nelere kadirsin! Bu adama dil ailelerinden bahsetmeye kalkışsan kafası allak bullak olur herhalde. Bir de ortadoğuda yalnızca Arapça konuşulmadığını, en yaygın dillerden olan Farsça'nın Sami dillerden olmadığını söylesen cevabı... Hay sikeyim, neyi dert ediyorsam! (Burda ağız tadıyla küfretmekten de çekinir oldum bu aralar.)

Merci Beaucoup Canım

Ben bir aşk perisi, tutmayın beni yaz gecesi.

Şaka şaka, aşk perisi falan olduğum yok. Aşık olmuşluğum yahut birinin aşkına sebep olmuşluğum da yok. Öyle kendi halime takılıyorum. Kendi halime takılıyorum dedim de aklıma geldi. Bu sabah fark ettim ki ben artık kendi kendime konuşurken İngilizce konuşuyorum. Bu da düşünürken yarı yarıya İngilizce düşündüğüm anlamına gelir. Bu da yarı yarıya düşünemediğim anlamına gelir herhalde. Böyle bir İngilizce'yle ne kadar düşünebilir ki insan?

Bir de böyle zırt pırt yazmaya alışmışken bir haber vereyim. Gelecek hafta ortasından itibaren bir ay süreyle yokum. Memlekete gidiyorum. İnternet olmayan bir yerde mümkünse televizyondan da soyutlayarak kendimi bir ay geçireceğim. Gündüzleri çalışıp akşamları yorgunluktan uyuyakalacağım günler olacak. Bir de inşallah kendimi şiir okumaya mahkum edeceğim. Yanıma sadece birkaç tane şiir kitabı alacağım ve okuyacak başka şeyim olmadığı için onları okumak durumunda kalacağım. Benim gibi şiir okumayı beceremeyen bir adama şiir okutmanın tek yolu bu olsa gerek. Daha önce neden aklıma gelmedi hiç bilmiyorum. Şiir okumaya alışmam için başka önerisi olan arkadaşlar varsa onların tavsiyelerini dinlemeye de açığım.

Ey Aşk Sen Nelere Kadirsin

Ah be Silvan! Seni hatırlayacağım diye harcadığım günler ve gecelere ne demeli şimdi? Kaç yıl oldu be ara ara aklıma gelirdi neydi senin adın diye de bir türlü çıkaramazdım. Bırak adını, insan mı yoksa bir hayvan mı olduğunu bile hatırlayamazdım. Bir tek kulaklarının uzun olduğunu, ilk bölümde kale gibi bir yere geldiğini, sarışın bir ablayı (prensesti galiba) ayartmaya çalıştığını (o zamanlar ayartmak diye bakmıyorduk tabi, çocukluk), bir de karanlıklar efendisi gibi bir şeye karşı savaştığını hatırlıyordum. Sonra nasıl oldu, geçen gün birden "Silvan" diye bir şimşek çaktı beynimde. Telefona mesaj olarak kaydettim, daha sonra kontrol ederim diye ama onu bile unuttum. Neyse, az evvel taslaklara girince gördüm ismini. Hemen ekşiyi açıp baktım, harbi o senmişsin lan. Nasıl sevindim bilemezsin. Şimdi tek sorun adını hatırladığımda ne yapıyor olduğum. Tuvaletteymişim gibi bir his var içimde ama emin değilim. Off, niye bu kadar dert ediyorum böyle şeyleri bir bilsem. Neyse, Silvan'ı hatırladım ya üzerimden bir yük kalktı resmen.

Yıkarım Lan Burayı

Bokunda boncuk bulmak diye bir deyimimiz var ya ben bokumda tespit bulduğum daha doğrusu tespit sıçtığım zamanları özledim. Çok merak ediyorum ne yiyormuşum o zamanlar ki öyle şeyler çıkıyormuş bu bünyeden. Acaba yediklerimde değil de onları yakma biçimimde mi bir değişiklik oldu? Bu blogun ilk açıldığı zamanlara yahut sağda bulabileceğiniz linkten eski günlüğüme bakanlar neyi kastettiğimi anlayacaklardır. Bilenler biliyor zaten. Netlarus'un habersizce kendisini kapattığı için güme giden ilk blogumdakileri saymıyorum bile. Uzun lafın kısası, birilerinin yine bez getirdiği günleri istiyorum ben.

Fayton Geldi Meyhaneye Dayandı

Kaçınılmaz olanı daha fazla erteleyemeyeceğime kanaat getirerek gündem takibini yazmak için hazırlık yapmaya başladım. Şimdilik sadece nelerden bahsedeceğim belli. Dört konu belirledim ki zaten son iki aydır daha başka bir şey konuşmuyor gibiyiz. Bunlardan biri de dünya kupası. Onca siyasi çekişmenin sonunda bir nebze olsun dinlendirici... Muzaffer Hoca gelmiş, gitmem gerekiyor şimdi. Neyse, gündem takibini yazmaya dönünce başlarım artık.

.

Ya rab! Bunca salak insanla aynı havayı solumak istemediğimi söylersem isyan etmiş mi olurum? Fiilen ettiğim isyanları saymıyorum. Bu sözlü isyan kapsamına girer mi? Aynı hava derken, aynı ülkenin havasını kastediyorum. Hava, deniz, kara sahası içerisinde bulunan insanlar falan filan feşmekan işte.

.

Efendim burayı takip edenler arasında gündemi de takip edenler var mıdır acaba? Bir güzellik yapsalar da dergi için bu sayıdaki gündem takibini onlar yazsalar. Zor bir şey değil yeminle. Geçtiğimiz iki ayda olanları özetleyecek bir yazı, o kadar. Bu güzelliği niye istiyorum? Yaklaşık bir yıldır neler olup bittiğini hiç takip etmesem de gündem takibini ben yazıyorum. Olacak iş mi? Oluyor valla. Hani fena da sayılmam bu işte ama bu sefer o kadar çok şey oldu ki nasıl yazacağımı bilemedim.

Kın Kın Kın

Bilmem kaç dakika oldu bu sayfa önümde açık duruyor bir şeyler karalamam için. Yazmak istiyorum. Boş kalmasın şu bölme, kenarları somon rengi çerçeveyle kaplanmış olan hani. Ama bulamıyorum nedense yazacak bir şey. Bütün hafta sonu evde oturduğum için olabilir belki. Gerçi dün akşam üzeri dışarı çıktık, monopoly oynadık hatta Yılmaz Abi'nin orda. Arada bir Yılmaz Abi'ye uğramaya çalışıyorum. Geçtiğimiz yıl hiç gitmemiştim, biraz mahçuptum kendisine karşı. Bu sene telafi etmeye çalışacağım artık. Balçova'ya da taşındım, gitmemi engelleyecek bir şey de kalmadı sayılır.

Somon rengi demişken, Galatasaray'ın yeni formaları polemik konusu olmuş yine. Geçen sene kullandıkları mor formadan sonra bu sene somon rengi forma kullanılması (ki futbol seyircisi kitlenin dörtte üçünden fazlasının erkek olduğunu düşünürsek bu renk düpedüz pembedir) bir hayli alay konusu olacak gibidir yıl içinde. Hele Kadıköy'de kaybedecekleri maçtan sonra (aksini düşünemiyorum, öğrenilmiş çaresizlik gibi bir şey galiba) bir hafta boyunca facebook'tan komik video izleyip bobiler'den... falan filan işte, sıkıldım. Hem banane canım, ben sevgili Trabzonsporumun yöneticilerinin Şenol Abi'ye ayıp edip etmeyeceğine bakarım, gerisine karışmam. Bu sene için öyle büyük bir başarı beklediğim yok, ayyuka çıkarıp Şenol Güneş'e yazık etmesinler yeter benim için.

Çok alakasız bir konuya geçiyorum ama bir süredir aklımda, lafı gelsin diye bekliyordum gelmiyor bir türlü. Bloga bot gibi bir şey dadandı galiba. Google'dan "nafileden" araması yoluyla bloga ulaşıp hemen çıkan bir şey var. Biri diyemiyorum çünkü bir insanın bunu yapması için sebebi olamaz. İki üç günde bir tekrar ediyor bu durum. Şehir, işletim sistemi, ekran çözünürlüğü, tarayıcı gibi özellikler hep aynı oluyor. Sadece zaman zaman servis sağlayıcısı değişiyor. Daha doğrusu üç ayrı servis sağlayıcısından biri olarak görünüyor hep. Ne kadar zaman önce başladı bu durum bilmiyorum ama üç dört aydır devam ediyor, onun farkındayım. Burayı takip eden ve google analytics kullanan arkadaşlar varsa kendilerine aynısının başlarına gelip gelmediğini de sormak istiyorum bu vesileyle. Belki blogger'ın ya da google'ın böyle bir özelliği vardır da ondandır. Benim aklıma gelen en mantıklı açıklama sayfanın üstünde bulunan navbar aracılığıyla başka bloglara giden insanların ulaşma yönteminin google aratıp bulma gibi görünmesi oluyor. Komik oldu bu söylediğim. Aklıma gelen en mantıklı açıklamayı hiç mantıklı bir şekilde açıklayamadım. Gerçi o zaman da blogger.com'dan yapılan yönlendirmeler ayrıyeten görüntülenmezdi herhalde. Velhasıl, bilen varsa bana da açıklasın bu durumu lütfen. Çok da dert değil ama bir süredir aklımı kurcalıyor bu mesele.

"Evet sevgili pıtırcıklar," diyerek bu yazıya son vermek isterdim ama takipçilerime pıtırcıklar diye seslenecek bir yazı yazmadım. O nedenle "Evet işte öyle böyle." diyerek sözlerime son veriyorum. Durup dururken cümleye evet diyerek başlama alışkanlığı ediniyor olduğum için kendimi de kınıyorum. (Konuyla alakalı kötü espri için başlığa bakınız.)

.

"Belli, senin şiir falan okuduğun yok. Eğer şiir okusaydın bilirdin ki... Aşık adam sınanmaz."

Beş Şehir filminden.