Sevmeli mi Sevmemeli mi?

Bir şeyi çok merak ediyorum. İlla birilerini sevmeli miyiz? Ben mesela kimseyi sevmek istemiyorum, n'apacağız? Kimseyle dolaşmak, vakit harcamak, konuşmak istemiyorum. Bunları yapmak zorunda mıyım? İşten, dersten vs. sonra evimde kendi başıma oturmak, boş olduğu için ses vermeyen kendi kafam dahil hiçkimseyi ve hiçbir şeyi dinlememek istiyorum mesela, nasıl yapalım? Sadece film izlemek, okumak, uyumak istiyorsam niye insanlar bana tuhaf bakmalı. Bunları söylediğimde aslında başka şeyler istediğim ama yapamadığım falan anlaşılmalı mı? "Yalnız kalmayı gerçekten sevsen bunu söylemezdin." diyen birine "Seninle birlikte olmayı hiç sevmiyorum ama işte tuttun kolumdan getirdin, rahat bırakır mısın?" diyebilmem gerekmiyor mu? Niye bu kadar garipseyerek bakıyorlar insanlar bu hallere onu da anlamıyorum. Ben belki telefonda konuşmayı sevmiyorum. Belki telefonda konuşabileceğim kimsem yok. Belki en başta sorduğum soruya cevaben ben kimseyi sevmiyorum. Sevmiyorum arkadaş. Uyuzum, kılım, asosyalim, neysem neyim. Aaa! Gelmeyin ulan üstüme.

.

Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

Kahverengi

Dün seni gördüm. Biliyorum, sendin o. Kahverengi deri ceketin, kahverengi çantan, kahverengi botların, ama en çok kahverengi bakışlarınla sendin. Bakışlarından önce ceketinden, çantandan, botlarından bahsetmem tuhaf, biliyorum. Ne ki onlar da en az bakışların kadar senden, bakışların kadar senin. Ha bir de beni fark ettiğinde, daha doğrusu ben seni fark edip emin olmak için sana baktığımı fark ettiğinde ağzını kapatacak kadar yukarı çekerek kendini ardına gizlemeye çalıştığın atkın. Sendin o, emin değilim ama biliyorum. Emin olmak için iki üç defa kaçamak bakışlar attım kafamı kitaptan kaldırıp. Olmadı. Yüzüne, hatta genel olarak sana dair hiçbir şey net değil kafamda. Gözlerini gördüm ama o gözler de net değildi. Üstelik sen olup olmaman da çok umurumda değildi. Basit bir meraktan ibaretti emin olma isteğim. Bir nevi "hayat ne tuhaf, otobüste karşılaşmalar falan"cılık işte.

Hafıza

Bazı hatıraları hafızamdan silmek isterdim. Acı verdiğinden falan değil. Şu sıralar öyle depresif havalarımda değilim. Canımı sıktığından hatta midemi bulandırdığından unutmak istiyorum bazı anılarımı. İnsanın bilinçle ortaklaşa işleyen seçici bir hafızaya sahip olmaması ne kötü.

The Talented Mr. Ripley (is not really talented!)

Sinemadan anlamam. (Çok sert bir giriş oldu.) İzlediğim bir film hakkında yapabileceğim yorum "bana keyif ver(me)di"den öteye geçmez. Edebiyatla da "bir kitap okudum" etiketiyle yazdıklarımın altında belirttiğim gibi okumayı sevmem hasebiyle bir nebze alakalıyım. O nedenle bu film hakkında derdimi anlatabilir miyim, söyleyeceklerim ne kadar doğrudur bilmiyorum. Lakin kitap filme uyarlanırken o kadar öyle bir kayma yaşanmış ki sessiz de kalamadım.

Patricia Highsmith'in 1955'te basılan aynı adlı romanından uyarlanan 1999 yapımı film oyuncu kadrosuyla hemen dikkat çekiyor. Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law, Cate Blanchett, Philip Seymour Hoffman ve -benim gibi bir Coupling manyağı için ilk bakışta göze çarpan- Jack Davenport isimlerini görünce (benim bilmediğim fakat önemli başka isimler de olabilir) insan ister istemez umutlanıyor. Üstelik romanı okuyunca filme nasıl aktarıldığını, oyuncuların performanslarını vs. iyice merak etmeye başlıyor. Açıkça söyleyeyim, bende bu merak hayal kırıklığıyla neticelendi.

Oyunculuklar hakkında söyleyecek çok sözüm yok. Benim gözümle iyilerdi. Lakin benim iyi olduğuna kanaat getirdiğim pek çok performans başkaları tarafından topa tutulduğu için bu mevzuda sessiz kalmak daha iyi. Zaten ben oyunculuklardan ziyade filmin geneline takıldım. Bir defa başlıkta ifade etmeye çalıştığım gibi filmi izlerken Tom Ripley'in nesi becerikli diye düşünüyor insan. Sadece ani yalan söyleme kabiliyeti olduğunu görebiliyoruz. Bir de hem kendisinin hem de Richard 'Dickie' Greenleaf'ın yaşadığını göstermeye çalışır gibi yaptığı otel numarası var -ki bu numara da romanda gördüğümüz Tom Ripley'in karakterine pek uygun değil- başka da bir numarası yok. Halbuki romanda ısrarla Tom Ripley'in başkaları gibi davranabilme becerisine vurgu var. Filmdeyse bu husustan neredeyse hiç söz edilmiyor. Tom'un kendini Dickie giBbi tanıtabilmesi neredeyse tamamen İtalyan'ların saflığından (salaklığından) kaynaklanıyor gibi aktarılmış. Tom'un Dicki olmaktan vazgeçip (vazgeçmek zorunda kalıp) tekrardan Tom Ripley olması sonrasında yaşananlarda ise yine becerileri sayesinde değil şans eseri beladan kurtulduğunu görüyoruz.

Bu Tom ve Dickie arasında gidip gelme durumu da filmde layığıyla aktarılamamış kanaatimce. Daha filmin başında Tom kendisini Meredith Logue'a Dickie Greenleaf olarak tanıtır. Ayrıca yine filmin başında Dickie'yi dürbünle gözlerken iki biçimde de yorumlanabilecek bir söz eder: "This is my face." Tom burada aradığı adamı bulduğunu mu ifade etmektedir yoksa en başından Dickie'nin yerine geçmeyi kafasına koyduğunu mu bize anlatmaktadır? İlk işaretle birlikte yorumlayınca ikinci olasılığın daha yüksek olduğunu görürüz. Yine de ne acayiptir ki Dickie'yi öldürdükten sonra onun yerine geçmeye otel resepsiyonunda kendisinin Dickie zannedilmesinden sonra karar vermiştir. Biz ne en başında Tom'un neden kendini Dickie olarak tanıttığına dair bir işaret görürüz ne de daha sonra neden bu en baştakiyle çelişik olarak bir hata üzerine Dickie olabileceğini fark ettiğine dair bir açıklama yapılır bize. Elbette bir romanı filme aktarırken doğrudan her şeye sadık kalmak gerekmez ama filmde Tom'un karakterine dair çelişik bir durum söz konusudur bu noktada. Tom Ripley başına gelenlere ayak uyduran biri midir yoksa bir şeyleri önceden planlar mı belli değil. Halbuki Patricia Highsmith'in anlatısını takip ettiğinizde bir karakterin gözünüzün önünde şekillendiğine, hangi durumda nasıl hareket edeceğinin kestirilebilirliğine şahit olursunuz.

Filmde Tom'un Dickie'yi öldürmesine varan süreç o derece yüzeysel işlenmiş ki beni en çok sinirlendiren husus bu oldu. Filmi izlerken sanırsınız ki Tom Dickie'yi anlık bir öfkenin neticesinde öldürmüştür. Bu öfkenin altyapısı Dickie'nin Tom'a kötü davrandığı birkaç sahne ile ve Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkın karşılığını alamamasıyla doldurulmaya çalışılmışsa da bu romana göre bir hayli yapmacık kalmış. Bir defa Tom'un homoseksüelliğinin filmde bu kadar açık biçimde vurgulanması bana biraz kolaycılık gibi geliyor. Romanda bu yönde anıştırmalar görürüz ama bu Tom'un yaşadığı kırılmanın temelinde değildir. Evet Tom Dickie'yle birlikteyken Marge'ın etrafta olmasını istemez, Dickie'yi Marge ile öpüşürken gördüğünde bu sahneyi tiksindirici bulur, Dickie'ye hayranlık ve öfke karışımı bir duyguyla yaklaşır falan, hatta kitabın sonlarına doğru Peter Smith-Kingsley'le olan ilişkisinde Dickie ile olan ilişkisine atıfla bu nokta bize tekrar hatırlatılır ama Tom'un birincil dürtüsü aşk değildir. Tom Dickie ile birlikteyken başından geçen bir olay sonrasında hayatının geneline dair bir sorunun farkına varır, o hiçkimsedir. Hiçkimsenin hayatında önem arz etmemektedir. Hep herkesin hayatının kıyısında kalmış, bir biçimde yamanmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. O andan sonra Dickie ona her hareketiyle bunu hatırlatmaktadır. Cannes'da Dickie'nin kendisini aşağılarcasına yaptığı hareket sonrası San Remo'ya dönerken Dickie'yi öldürüp onun yerine geçmeyi kafasına koyar. Velhasıl Tom'un Dickie'yi öldürmesi başlı başına anlık bir tepkiyle ortaya çıkan bir aşk cinayeti değildir. Aşkın bu cinayetteki rolü yadsınamaz ama Tom için çok daha elzem bir husus vardır. O hiçkimsedir ve Dickie'yi öldürüp onun yerine geçerek hiçkimse olmaktan kurtulacaktır. Biz filmde Tom'un hiçkimse olmasına dair vurguyu ancak sonlarda Peter'ı öldürmek üzereyken yaptığı konuşmada görürüz ki o da bizi bu eksene ne kadar yaklaştırır şüpheli.

Arada atladığım bir şey var mı, söylemek istediklerimi iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama benim takıldığım temel hususlar bunlardı. Bir de elbette Patricia Highsmith'in ustaca kotardığı caniyi mazur gösterme hatta onu benimsetme anlatısını filmde göremememiz var ki o hususa hiç girmeyeceğim. Benim için Highsmith'i sıradan bir polisiye yazarından -ki bence kendisi polisiye yazarı değildir- ayıran en önemli nokta budur.

Özetle, filmin adını "The mysterious yearning secretive sad lonely troubled confused loving musical gifted intelligent beautiful tender sensitive haunted passionate talented Mr. Ripley" koymakla olmuyormuş demek ki bu işler, altını doldurmak gerekiyormuş.

Peh

İçime bir efkar çöküyor bazen. Böyle yüreğime öküz oturuyor derler ya, öküz müdür manda yavrusu mu bilmem, öyle çörekleniyor. Yok, vallahi kendimle ilgili değil efkarım. Bir zamandan kelli değil en azından. Eli kolu bağlı olmaktan. Diyeceksin ki o da kendinle ilgili. Öyle belki. Hayat öyle zor ki. Birini mutlu edeceksin. Öbürünü mutlu edeceksin. Öbürünü mutlu edeceksin. Onları mutlu ederken bir başkasını mutsuz etmeyeceksin. Onların mutluluğundan mutsuz olana ne yapacaksın? Canı yanana merhemi nereden bulacaksın? Düşüneceksin, içinden çıkamayacaksın. Düşünmeyeceksin, kafan rahat edecek. Bok edecek! Düşünmesen de yüzüne vuracak bir yerde bu çetrefilli soru kendini. O tokadı yiyince ne yapacaksın? Hadi diyelim yüzsüzsün, takmadın. Gözünden yaş geleni görünce ne halt edeceksin? Göz yaşına dayanamıyorsan o yufka yüreğine nasıl nasır tutturacaksın? Peh!

"Gün olur alır başımı giderim" desem?..

Anket kapanalı kaç gün oldu ben daha yeni yazıyorum anket yazısını. Ondan sonra da vay efendim niye kimse anketlerime ilgi göstermiyor, aman efendim niye kimse oy kullanmıyor, niye kimse yorum yapmıyor falan feşmekan... Müstahak değil mi şimdi? Geçelim.

Bu defa anketimizde "'Gün olur alır başımı giderim" desem?..' yazmış ve bana ne tür tepkiler verileceğini görmeye çalışmıştım. Açık söyleyeyim pek hoş yanıtlar alacağımı düşünmüyordum. Sağolsun altı arkadaş fikir beyan etmişler. Hep beraber görelim neler demişler.

İlk olarak, hiç kimse "Uğurlar olsun" dememiş. Demek ki umursamaz değiller gitme ihtimalime karşı. İyi ya da kötü bir tepki gösterecekler. (İyi bir şey sanıyorum bu.) Nitekim altı oydan üçünün birer birer dağıldığı seçenekler bunu gözler önüne seriyor. Bir oy "Gitme dur ne olursun" seçeneğine gitmiş. Demek ki bu muhterem şahıs beni buralarda görmek istiyor. Seviyor herhalde. Neyimi seviyor bilmiyorum, onu da yeni anket konusu yaparım artık. Bir diğer kişi "Yürü git gözüm görmesin" demiş. O derece hazzetmiyormuş benden, onu anladım. Aramızda kalsın ben de kendisinden hazzetmiyorum. (Seni hiç sevmiyorum sütoğlan! Babanı da sevmezdim zaten.) "Kır dizini otur oturduğun yerde" diyen zat-ı muhterem, ne demeye çalışıyorsun açık açık konuşsana! Gitmemi istemiyorsan yukarıda daha güzel seçenek var, gideyim diyorsan da diğer arkadaş gibi çalıyı dolanmadan söyle derdini. Böyle hem etliye sütlüye bulaşmamaya çalışmalar, hem de bu çabasını gizlemek ister gibi üst perdeden konuşmalar falan... Yakışmıyor.

Gelelim en çok oyu alan seçeneğimize. (En çok da ne, üç oy eni konu.) (Ayrıca hem mahiyeti hem de oy sayısı nedeniyle bu seçenek ayrı paragrafı hak ediyor diye not düşmeyi unutmayayım.) (Yahu az önceki parantezi ilk parantezin içine mi açsaydım yoksa böyle daha mı iyi oldu?) (Öeh, parantezler arttıkça arttı, coştukça coştu. Koy götüne rahvan gitsin!) Ne yalan söyleyeyim anketi hazırlarken bu seçeneğin çok az tercih edileceğini düşünmüştüm. Beni yanılttınız, var olun! Neden mi öyle düşünmüştüm? Düşünsenize, o kadar sevecek ki biri beni, sadece yakınında olmamı istemeyecek aynı zamanda gitmeme engel olma bencilliğini de göstermeyecek. Ne benden ayrılmayı ne beni engellemeyi isteyecek. Yetmeyecek bir de düzenini bozup peşimden gelmek isteyecek. Yahu nerede beni bu kadar sevecek insan? Bunlar ve bunlara benzer şeyler sebebiyle... (Siz tamamlayın cümleyi, kuramadım.) Meğer mevzu o değilmiş. Bildiğin yancı bu arkadaşlar. Bir kişi iki kişi neyse de üç kişi olunca hiç ihtimal vermedim beni bu kadar sevdiklerine. (Kimsiniz arkadaşım siz. Bak yalan söylüyor, gururumla oynuyorsanız fena yaparım.) Sonuçta benden bahsediyoruz, malzeme belli. Bu denli kendi başına hareket edemeyen, bu denli başkasına muhtaç, bu denli yancı, bu denli yapışkan, bu denli beleşçi olunmaz yahu! Ayıp!