The Talented Mr. Ripley (is not really talented!)

Sinemadan anlamam. (Çok sert bir giriş oldu.) İzlediğim bir film hakkında yapabileceğim yorum "bana keyif ver(me)di"den öteye geçmez. Edebiyatla da "bir kitap okudum" etiketiyle yazdıklarımın altında belirttiğim gibi okumayı sevmem hasebiyle bir nebze alakalıyım. O nedenle bu film hakkında derdimi anlatabilir miyim, söyleyeceklerim ne kadar doğrudur bilmiyorum. Lakin kitap filme uyarlanırken o kadar öyle bir kayma yaşanmış ki sessiz de kalamadım.

Patricia Highsmith'in 1955'te basılan aynı adlı romanından uyarlanan 1999 yapımı film oyuncu kadrosuyla hemen dikkat çekiyor. Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law, Cate Blanchett, Philip Seymour Hoffman ve -benim gibi bir Coupling manyağı için ilk bakışta göze çarpan- Jack Davenport isimlerini görünce (benim bilmediğim fakat önemli başka isimler de olabilir) insan ister istemez umutlanıyor. Üstelik romanı okuyunca filme nasıl aktarıldığını, oyuncuların performanslarını vs. iyice merak etmeye başlıyor. Açıkça söyleyeyim, bende bu merak hayal kırıklığıyla neticelendi.

Oyunculuklar hakkında söyleyecek çok sözüm yok. Benim gözümle iyilerdi. Lakin benim iyi olduğuna kanaat getirdiğim pek çok performans başkaları tarafından topa tutulduğu için bu mevzuda sessiz kalmak daha iyi. Zaten ben oyunculuklardan ziyade filmin geneline takıldım. Bir defa başlıkta ifade etmeye çalıştığım gibi filmi izlerken Tom Ripley'in nesi becerikli diye düşünüyor insan. Sadece ani yalan söyleme kabiliyeti olduğunu görebiliyoruz. Bir de hem kendisinin hem de Richard 'Dickie' Greenleaf'ın yaşadığını göstermeye çalışır gibi yaptığı otel numarası var -ki bu numara da romanda gördüğümüz Tom Ripley'in karakterine pek uygun değil- başka da bir numarası yok. Halbuki romanda ısrarla Tom Ripley'in başkaları gibi davranabilme becerisine vurgu var. Filmdeyse bu husustan neredeyse hiç söz edilmiyor. Tom'un kendini Dickie giBbi tanıtabilmesi neredeyse tamamen İtalyan'ların saflığından (salaklığından) kaynaklanıyor gibi aktarılmış. Tom'un Dicki olmaktan vazgeçip (vazgeçmek zorunda kalıp) tekrardan Tom Ripley olması sonrasında yaşananlarda ise yine becerileri sayesinde değil şans eseri beladan kurtulduğunu görüyoruz.

Bu Tom ve Dickie arasında gidip gelme durumu da filmde layığıyla aktarılamamış kanaatimce. Daha filmin başında Tom kendisini Meredith Logue'a Dickie Greenleaf olarak tanıtır. Ayrıca yine filmin başında Dickie'yi dürbünle gözlerken iki biçimde de yorumlanabilecek bir söz eder: "This is my face." Tom burada aradığı adamı bulduğunu mu ifade etmektedir yoksa en başından Dickie'nin yerine geçmeyi kafasına koyduğunu mu bize anlatmaktadır? İlk işaretle birlikte yorumlayınca ikinci olasılığın daha yüksek olduğunu görürüz. Yine de ne acayiptir ki Dickie'yi öldürdükten sonra onun yerine geçmeye otel resepsiyonunda kendisinin Dickie zannedilmesinden sonra karar vermiştir. Biz ne en başında Tom'un neden kendini Dickie olarak tanıttığına dair bir işaret görürüz ne de daha sonra neden bu en baştakiyle çelişik olarak bir hata üzerine Dickie olabileceğini fark ettiğine dair bir açıklama yapılır bize. Elbette bir romanı filme aktarırken doğrudan her şeye sadık kalmak gerekmez ama filmde Tom'un karakterine dair çelişik bir durum söz konusudur bu noktada. Tom Ripley başına gelenlere ayak uyduran biri midir yoksa bir şeyleri önceden planlar mı belli değil. Halbuki Patricia Highsmith'in anlatısını takip ettiğinizde bir karakterin gözünüzün önünde şekillendiğine, hangi durumda nasıl hareket edeceğinin kestirilebilirliğine şahit olursunuz.

Filmde Tom'un Dickie'yi öldürmesine varan süreç o derece yüzeysel işlenmiş ki beni en çok sinirlendiren husus bu oldu. Filmi izlerken sanırsınız ki Tom Dickie'yi anlık bir öfkenin neticesinde öldürmüştür. Bu öfkenin altyapısı Dickie'nin Tom'a kötü davrandığı birkaç sahne ile ve Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkın karşılığını alamamasıyla doldurulmaya çalışılmışsa da bu romana göre bir hayli yapmacık kalmış. Bir defa Tom'un homoseksüelliğinin filmde bu kadar açık biçimde vurgulanması bana biraz kolaycılık gibi geliyor. Romanda bu yönde anıştırmalar görürüz ama bu Tom'un yaşadığı kırılmanın temelinde değildir. Evet Tom Dickie'yle birlikteyken Marge'ın etrafta olmasını istemez, Dickie'yi Marge ile öpüşürken gördüğünde bu sahneyi tiksindirici bulur, Dickie'ye hayranlık ve öfke karışımı bir duyguyla yaklaşır falan, hatta kitabın sonlarına doğru Peter Smith-Kingsley'le olan ilişkisinde Dickie ile olan ilişkisine atıfla bu nokta bize tekrar hatırlatılır ama Tom'un birincil dürtüsü aşk değildir. Tom Dickie ile birlikteyken başından geçen bir olay sonrasında hayatının geneline dair bir sorunun farkına varır, o hiçkimsedir. Hiçkimsenin hayatında önem arz etmemektedir. Hep herkesin hayatının kıyısında kalmış, bir biçimde yamanmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. O andan sonra Dickie ona her hareketiyle bunu hatırlatmaktadır. Cannes'da Dickie'nin kendisini aşağılarcasına yaptığı hareket sonrası San Remo'ya dönerken Dickie'yi öldürüp onun yerine geçmeyi kafasına koyar. Velhasıl Tom'un Dickie'yi öldürmesi başlı başına anlık bir tepkiyle ortaya çıkan bir aşk cinayeti değildir. Aşkın bu cinayetteki rolü yadsınamaz ama Tom için çok daha elzem bir husus vardır. O hiçkimsedir ve Dickie'yi öldürüp onun yerine geçerek hiçkimse olmaktan kurtulacaktır. Biz filmde Tom'un hiçkimse olmasına dair vurguyu ancak sonlarda Peter'ı öldürmek üzereyken yaptığı konuşmada görürüz ki o da bizi bu eksene ne kadar yaklaştırır şüpheli.

Arada atladığım bir şey var mı, söylemek istediklerimi iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama benim takıldığım temel hususlar bunlardı. Bir de elbette Patricia Highsmith'in ustaca kotardığı caniyi mazur gösterme hatta onu benimsetme anlatısını filmde göremememiz var ki o hususa hiç girmeyeceğim. Benim için Highsmith'i sıradan bir polisiye yazarından -ki bence kendisi polisiye yazarı değildir- ayıran en önemli nokta budur.

Özetle, filmin adını "The mysterious yearning secretive sad lonely troubled confused loving musical gifted intelligent beautiful tender sensitive haunted passionate talented Mr. Ripley" koymakla olmuyormuş demek ki bu işler, altını doldurmak gerekiyormuş.
0 Responses