2013

Yeni yıl geyiklerini hiç sevmem ama iki kelam etmeden duramadım bu defa. 2011 benim için fena bir yıl olmadı. 2012 biraz hızlı geçti. Zaten çok sıkkın olduğum bir seneydi, isabet oldu. Ne diyelim, safa gelsin 2013.

Boş beleşi (ne var!) nereden tanıyorsunuz?

"Hay senin soracağın anket sorusunu... cevaplayayım e mi!" dendiğini duyar gibiyim. Hemfikirim. Olmaz olsun böyle soru. Ama oldu bir kere. Madem oldu, cevapları irdelemek gerek değil mi?

Bendenizi "okuldan" ve "işten" tanıyan birer kişi varmış. Doğruyu söyleyin, ne ayaksınız siz? Hadi okuldan tanıdıklarımı anlıyorum da -birkaç kişi biliyor zira burayı- iş yerinde tanıştığım kim takip ediyor yahu beni? Okulda tanıştık da işte kaynaştıysak o da saçma, o zaman yine cevap okuldan olmalı. Tuhaf.

"İnternetten" cevabını üç kişi vermiş. Beni internette tanıyıp burayı takip edenlerin sayısı daha fazla, bunu biliyorum. Hatta en fazla takipçim internette tanıdıklarımdan var. Demek ki oy vermek istemiyorlar. Sonuçta sunduğum bir şey yok, ondan olabilir. Demokratik katılım önemli arkadaşlar. Az çok demeyelim, boş geçmeyelim lütfen.

Az çok demeyelim boş geçmeyelim dedik madem şu "Ben ne tanıycam kardeşim, benim meselem değil ki." şıkkına verilen yedi oydan bir bahis açalım. Seçime hile karıştığını itiraf etmeliyim. Bazı arkadaşlar anketin bir tahtakurusunu (bug) yakalayıp o şıkka habire oy basmış. Utanmadan bir de yüzüme karşı söylüyor bilmem kaç tanesi benim o oyların diye. Terbiyesiz adam. Sallandıracaksın bunun gibi üç beş tanesini blogger meydanında gör bak bir daha yapıyor mu!

Son olarak, "kurbanda beraber danaya girdik" diyen iki kişi, birinizi anladım da öbürünüz kim be. Muhittin Abi'nin buraya göz attığını tahmin ediyordum zaten. Öyle bir lafı geçmişti sakatatlarla uğraşırken, "Biz bunların hepsini blogumuzda yazdık efendim." deyivermiştim. O günden beri yoğun biçimde Bayburt merkezli girişler oluyor bloga. Anlamıştım Muhittin Abi olduğunu da bu cevapla iyice kesinleşti. Lakin ikinciyi çözemedim. Aslında bir tahminim yok değil. Gülşen Teyze olamaz, yaşlı başlı kadın, ne işi var burada. Ayhan Hoca desen adam bilgisayara düşman. Bizim Tekin'i ezelden bilirim uğramaz buraya. Tek ihtimal deriyi yüzerken dananın ayaklarını tutturduğumuz Gülşen Teyze'nin yeğeni fırlama Zeki kalıyor. Zeki, bak abicim, birincisi senle beraber danaya falan girmedik. Kendini nimetten sayma. İkincisi, burası sana göre bir yer değil, +18 yazılar oluyor ara sıra. Git sen evin bahçesinde oyna, bisiklete bin, okuldan çocuklarla kavga et, kızların saçını çek falan. Hadi canım, hadi gülüm.

Git

Çık git. Kapıyı çek arkadan ve çek git. Hatta -affedersin- siktir git! Neyin var neyin yoksa bu evde al yanına ve bir daha dönmemecesine yürü git. Ha şöyle kıyıdan kıyıdan... Şurada montun, orada şalın, terliklerin çekyatın yanında, kapının önünde babetlerin, çizmelerin az evvel ayağından çıkardığın, çizimlerin duvarlarımı kirlettiğin, varlığın odamın havasını kirlettiğin, izlerin ruhumu kirlettiğin... Neyin var neyin yoksa işte al ve git. Sanma gördüğümde üzülürüm diye böyle konuşuyorum. Gördüğümde tiksinirim, midem kalkar. Canımı sıkmadan, beni uğraştırmadan, zahmete sokmadan... Anla işte. Bizim hikayemiz de böyle bitecekmiş. Kısmet işte. Kaderde senden nefret edememek bile varmış. Ben ki bir gün yollarımız ayrılsa da dost kalacağımızı, değerinin bende baki kalacağını tahayyül ederdim; yanıldım. Güç şimdi sana git demek. Gitmeni istemediğimden değil; muhatap olmayı istemediğimden. Rica ediyorum daha fazla konuşturmadan beni...

.mursamaz

Ulan iyice dünya s.kime minare g.tüme olduk ha! (Bu otosansür de nereden çıktıysa şimdi.)

Soru

Romanlar neden okundukları kadar kolay yazılamıyorlar? Ben isterdim okumayı sevdiğim yazarların yüzlerce romanı olsun, kana kana okuyayım.

Zek-a

Bugün pek çok mesele gelip geçti aklımdan, buraya not düşmek isteyebileceğim sürüyle şey düşündüm ama üşengeçlikten kaldı. Üşengeçlik üzerine bile not düşmek istedim, ona da üşendim haliyle. Yalnız bugün yazmazsam sonra unuturum diye şu konuya eğileyim dedim; ben galiba pek zeki biri değilim. En azından satranç oynamak, rubik küpü çözmek gibi şeyler için gereken türden bir zekaya pek sahip değilim. Gerçi bu bilmem ne zekası bilmem ne zekasından ayrıdır gibi laflara da pek inanasım gelmiyor ya, geçelim. Şimdi ben niye bu iki örneği verdim de başka örnek vermedim? Başka ne örnek verebilirim bilmiyorum da ondan. Ama bu ikisinde çok beceriksizim onu biliyorum. Bir de bunlarla şu bir iki günde uğraştım ondan. Satrançta zaten kendimi bildim bileli iki hamle ötesini düşünmüşlüğümü hatırlamam. Hele karşı tarafın neyi amaçladığını anlamayı, bir sonraki hamlesini tahmin etmeyi falan hiç beceremem. Şu baş belası küpün daha bir yüzünü düzeltemedim. Onda da fıs anlayacağınız. Yahu benimki de laf. Ben bataktan daha fazla zeka gerektiren herhangi bir oyun ya da spor her neyse oynayabilmiş ya da yapabilmiş değilim ki. Neyse, uykum var. Çalışmam lazım. Gidiyorum ben. Babay canım.

.

Ağla sevdiğim
Ağla ve kucakla kumral delikanlını


Yılmaz Odabaşı

Beklenti

"İnsanoğlu tuhaf yaratık." Bu ifadeyle başlayan onlarca yazı yazabilirdim şuraya. Birkaç tane yazmış bile olabilirim. Geçen gün aklıma geldi, keşke etiket oluştursaydım bu adla. Şimdi tek tek üç yüz küsür yazıyı inceleyip etiketleyemem. Neyse, demem o ki insanoğlunun ne kadar garip bir varlık olduğuna defaatle şahit oluyorum.

Düşün ki birine değer veriyorsun. Şimdi bir insan bir başkasına neden değer verir, bu ayrı mesele. Sebebi olur da olmaz da -daha doğrusu sebebi makul görünmeyebilir de. Bana tuhaf gelen birine değer vermenin sebebi varsa o sebepten bağımsız hususlarda o insanın senin değer yargılarına uygun davranmasını bekliyorsun. Karışık bir cümle kurdum galiba, bir örnekle açıklamaya çalışayım. Diyelim ki birine sözü sohbeti güzel diye değer veriyorsun. Hani konuşurken keyif alıyorsun, güzel vakit geçiriyorsun, bir şekilde mizah anlayışınız uyuyor birbirine (ki senin durumumda bu biraz zordur, malum mizah pek gelişkin bir yönün değil) vesaire vesaire. Şimdi bu birine değer vermek için makul bir gerekçe mi? Ben bilmiyorum. Paragrafın başında dediğim gibi insan birine makul görünmeyen sebeplerle de değer verebilir. Ne ki sen sohbetini sevdiğinden değer verdiğin birisinin sen sigaraya karşısın diye sigara içmemesini, sen dolaşmayı sevmiyorsun diye evde oturmasını, sen çay seviyorsun diye çayı kahveye tercih etmesini, birayı değil de şarabı sevmesini, Galatasaray değil de Fenerbahçe taraftarı olmasını bekliyorsun. Daha bunlar basit şeyler. Mesele din gibi siyaset gibi daha derin ayrılıkların olduğu yerlere gelince iyice belirginleşiyor. Sen ona değer verdiğin için senin değer yargılarına göre düşünmesini ve davranmasını bekliyorsun. Öyle olmayınca keyfin kaçıyor. Keyfinin ne kadar kaçtığı da davranışın değer yargılarına uzaklığına bağlı olarak değişiyor. Tuhaf.

Buradaki sen elbette ben oluyorum. Gel gör ki bence ben de herkes gibiyim.

Okur İsteğiyle

Aç gözünü daha vakit erken gör şeytanın gör dediğini
Bir kulak ver de dinle sağır sultanın duyduğunu
Sen öyle devekuşu gibi şaşkın şaşkın bakınırsan
Birgün duyarsın elbet Dıral Dede'nin düdüğünü

Romanın Roman Aman

Arkadaş şu sıra hiç roman okuyamıyorum, ne iş anlamadım. Gerçi başka şeyler de okuyamıyorum pek, okumayla ilgili genel bir sıkıntım var ama bu şimdiye dek rastlamadığım türden. Ders çalışmak amaçlı okuma yapmak istemediğim zamanlar çok oldu. Araştırma kitapları falan da okumaktan sıkıldığım olurdu ama roman okumaktan sıkıldığım... Arada başlayıp bıraktığım kitaplar oldu da bu kadar sık olmadı. Son zamanlarda başladığım dört beş tane romanı yarılamadan bıraktım. Hayrolsun

Kabuk

Kabuğundan çıkmak kötü iş be. Dış dünyanın farkına varmak, iyi ve kötü yanlarını görmek, zorluklarına ve güzelliklerine şahit olmak fena. Sonra ne geri dönebiliyorsun, ne dışarıda kalabiliyorsun. Dönsen boğuluyorsun kalsan yoruluyorsun. Brrr!

Yirmi Bir

Seni benim kadar hiç kimse sevmeyecek,


Hiç kimse seni üzdüğüne
Benim kadar üzülmeyecek

We have to go back vol. 5

Ankara'ya gittim. Lafa böyle başlanır mı? Başlanır, niye başlanmasın. İlk kez Ankara'da durmak üzere gittim Ankara'ya. Öyle otogarda, havaalanında araç değiştirmek için değil. "Neden Ankara?" sorusuna verecek cevabım yok ama "Niye gittin?" sorusuna cevap verebilirim. Şu bizim gelenekselleşmeye başlayan "We have to go back vol. x" etkinliğimiz için. Bu beşincisiydi. Sadece ilkinde "back" kısmı mekan olarak gerçek değerini taşıdı, daha sonra üç defa İstanbul'da ve bu defa Ankara'da buluştuk ama olsun. Biz zaman olarak da geriye gidiyoruz biraz. Az biraz. Herkesin iyi kötü bir işi var. Herkes az çok memnun değil yaptığı işten. Kimimiz ekonomik darboğazda kimimiz de evlilik vs. durumları için lazım olur diye elini sıkı tutuyor biraz. E henüz yolun başı, şaşmamak gerek. (Evlenenleri hiç göremiyoruz ama onları bekarken de pek göremiyorduk zaten.) Böyle irili ufaklı değişiklikler var hayatımızda ama bir araya geldiğimizde eski günlerdeki gibi oluyoruz. İçimizden birinin tabiriyle Cem Yılmaz gösterileri gibi oluyor buluşmalarımız. Gülüyoruz. Eğleniyoruz. Ne yapıyoruz? Hiç. Hiç yaparak keyifli zaman geçirebiliyoruz bir araya geldiğimizde. Kanlı batak oynuyoruz, counter strike oynuyoruz, birbirimizle dalga geçiyoruz vesaire vesaire. Biz iyi çocuklardık, iyi çocuklar olmanın tadını çıkarıyoruz.

Ankara'ya ilk ziyaretimin bu vesileyle olması da ayrı güzel oldu. İstanbul'a ilk gidişim de güzeldi. Böyle güzel başlangıçlar bazen o şehirlerle ilgili acı hatıralara dönüşüyor ya inşallah olmaz öyle şeyler. Belki biraz bunun korkusuyla hiçbir şeye dikkat etmedim şehirle ilgili. Varsın bu defa da böyle olsun.

Yarım Ekmek

Fakir Baykurt'un Kaplumbağalar ve Gönül Ustası (hikayelerinin derlendiği bir kitap) kitaplarını okumuştum. Her iki kitabı da keyifle okuduğumu söylemeliyim. Anlatımını, işlenişini, mesajlarını hayli beğendiğim eserlerdi. Yarım Ekmek için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Bundan sonra yazacaklarımda sanki çok daha fazla eserini okumuşum gibi genellemeler yapacağım için de affınıza sığınıyorum.

Yarım Ekmek, Almanya'ya yerleşmiş bir ailenin hikayesini anlatıyor. Bu aile eşi Türkiye'de bir kazada vefat etmiş dul bir anne, iki kızı ve bir oğlundan oluşuyor. Oğlu üniversitede öğrenci, bir Alman kızla evlenmemiş ama evli gibi yaşıyorlar. Büyük kızı Almanya'da çalışan bir Türkle evli, küçük kızı da bir Almana aşık. Hikaye temel olarak Almanya'yla kurulan bu bağlar nedeniyle Türkiye'ye dönüşü muhtemel olmayan ailenin bir Müslüman mezarlığı ayarlanması ve ailenin Türkiye'de ölen babasının kemiklerinin Almanya'ya getirilip o mezarlığa defnedilmesi çabaları üzerine gelişiyor. Bu eksende gelişen hikaye ne yazık ki okuyucuyu kitaba bağlamakta pek başarılı olamıyor. "Acaba daha sonra neler olacak?" sorusu okuyucunun aklına nadiren geliyor. Bu elbette bir roman için olmazsa olmaz değil fakat önemli hususlardan (en azından benim için önemli) biri.

Yarım Ekmek'i daha evvel okuduğum Fakir Baykurt eserlerinden ayıran diğer bir husus karakterlerin gerçekçiliği. Topluma ışık tutmaya çalışan bir aydın olarak Fakir Baykurt'un eserlerindeki ilerlemeci duruşu beğenmişimdir fakat bu romanda karakterler o derece net çizgilerle belirlenmiş ki yalnızca siyahlar ve beyazları görebiliyoruz. Kitapta iyi gösterilen bir karakteri roman boyunca hep iyilik yaparken, iyi şeyler düşünürken görüyoruz ve kötü gösterilen bir karakter de hep sıkıntıya sebep olacak faaliyetlerde bulunuyor. Bunun sadece bir iki yerde istisnası mevcut. Ayrıca (umut ediyorum yanlış yorumlamışımdır) karakter tahlillerinin ve kahramanların konuşmalarının satır aralarında Alevi-Sünni ötekileştirmesinin belirtileri de yer alıyor.

Kitapta dikkatimi çeken bir diğer nokta da sonlara doğru, bölümlerde görülen acelecilik ve bağıntısızlık oldu. Türklerin Almanya'daki hayatına ışık tutmak amacıyla kitabın pek çok yerinde kullanılan yan olaylar bu kısımlarda detaylandırılmadan geçilmiş ve olay örgüsüyle bağlantısı net olarak kurul(a)madan kalmış. Bu durum belki de yazarın o kısımları yazarken yaşadığı bir takım değişiklik ya da sıkıntılardan kaynaklanıyordu, bilemiyorum.

Bu saydıklarımı bir kenara koyarsak Fakir Baykurt yine toplumsal sıkıntılardan, adaletsizlikten, haksızlıklardan Anadolu insanının görüşü ve anlatışını başarıyla kullanarak bahsetmiş. Fakir Baykurt sevenler için okumaları tavsiye edilebilecek fakat daha önce okumamışlar için başlangıç olarak pek de iyi bir tercih olmayacak bir kitap diyerek sözlerime son vereyim efendim.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.