Önemli Şeyleri Bozmamak Lazım

Bugün bir şey öğrendim. Eğer bir değişikliğin sonuçlarının nasıl olduğunu görmek istiyorsan değişikliği öncelikle kullanmadığın bir eşyanın üzerinde yapmalısın, öyle bir eşya yoksa oluşturmalısın.

Dün bölüm toplantımız vardı. Yeni bölüm başkanımızla tanıştık. Pek çok şey konuşuldu. Toplantının sonuna doğru gündem dışı konulara geçtik. Bölüm başkanımız bir bölüm blogu olmasının güzel olacağını söyledi ve bölümün web sorumlusu olarak meseleyle ilgilenmemi istedi benden. Ben de bir yandan wordpress bir yandan blogger kurcalayarak istenene en yakın sonucu nasıl elde edebileceğime bakıyordum. İstenenin karmaşıklığından değil, bilakis basitliğinden ötürü uğraşmam gerekiyordu. Her ikisinde de bölüm blogunu açmadan önce denemeler yapmayı akıl ettim. Wordpress'te kullanmadığım bir blogum vardı zaten çok uzun zaman önce alıp bazı erişim problemleri nedeniyle bıraktığım. Orada burada bir şeylerle uğraşıp nasıl sonuçlar verdiğini görmeye çalışıyordum. Elbette bu blogda yaptığım değişikliklerden sonra eski haline dönsün diye HTML kodlarını notepad'e aktarmıştım. Gelin görün ki işi gücü tamamlayıp blogu eski haline getirmek istediğimde aynı şeyleri kopyalayıp yapıştırmama rağmen şablonun ağzı yüzü dağılmış hale geldiğini fark ettim. Yazı boyutlarının şaftı kaymış, renkler değişmiş falan. Kodlarla oynuyorum ama işlemiyor hiç. Tekrar yedekleme yapıp klasik şablona geçtim. Tüm widget'ler falan kaldırıldı. Sonra eski temayı tekrar yüklemek için tema seçeneklerinden basit bir şey seçtim. Sonra tekrar bu temayı yükledim. Bu defa en azından yazı boyutlarıyla falan oynayabildim. Eski haline geldi mi tam olarak emin değilim ama bozulmuş halinden iyidir onu anladım.

Utanma

Aranızda kitap okurken ya da film izlerken kahramanların başına gelenlerden ötürü hicap duyan var mı? (Vaay, lafa bak. Hicap duyan. Utanan desem olmuyor muydu? Oluyordu. Niye demedim o zaman? Canım böyle demek istedi. Keşke eskiden de canım böyle isteseydi. Daha yalın bir dil kullanacağım diye zamanında kendimi zorladım da ne oldu. Şimdi istesem de beceremiyorum sadelikten. Üstelik sadelik içinde güzellik de barındıran bir ifade. Benim üslubum ise kuru denebilecek bir vaziyette. Neyse.) (Yine parantez içi yazının kendisinden uzun olacak galiba.) Gerçek (yaşanmış) bir hikayeden alıntı olsun ya da tamamen kurgu olsun fark etmiyor ne zaman (hadi çoğu zaman diyelim) okuduğum bir kitapta ya da izlediğim bir filmde (tamam lan dizide de olsun, aralarında ne fark varsa konumuz açısından) kahramanlarımızdan birinin başına utanmalarına neden olacak bir şey gelse ben utanıyorum onların yerine. Hatta bazen onlar utanmasa bile ben utanıyorum. Kitabın o satırlarını göz ucuyla geçmek, filmin/dizinin o sahnelerini görmeden atlamak istiyorum.

Bunu ilk fark ettiğimde ilkokula başlamamıştım sanırım. Misafirlikteydik ve televizyonda Büyük Yemin vardı. Hani Fatma Girik'in Iraz Kadın'ı, Cüneyt Arkın'ın da Iraz Kadın'ın oğlu Ahmet'i oynadığı film. Hatırlayanınız vardır belki, Iraz Kadın'a kanlılarının tecavüz ettiği bir sahne vardır. Ben bu duyguyu ilk o sahnede hissettim hatırladığım kadarıyla. İşin doğrusu o an Iraz Kadın adına mı utandım yoksa tecavüzcüler adına mı bilmiyorum. Iraz Kadın'a üzülmüştüm ama, onu biliyorum. Bu sahne bende öyle kötü bir etki bırakmıştı ki uzun zaman tuvalete gittiğimde kemerimi çözerken aklıma o sahne gelir ve kendimden utanırdım.

Bunca lafı bir yere getirecektim ben ama unuttum şimdi nereye getireceğimi. Neyse, kalsın böyle.

İki İlginç Tespit

Geçtiğimiz hafta iki ilginç muhabbete tanık oldum. Tanık oldum deyince sanki birileri muhabbet ediyormuş da ben duymuşum gibi oluyor. Öyle değil. Benimle muhabbet edilirken ilginç muhabbet oldu. Ne diyorum ben ya? Farkındayım abuk cümleler kurdum. Silmeyeceğim ama. Yeniden başlayacağım.


Geçtiğimiz hafta hakkımda iki ilginç tespit yapıldı. Birincisi ah canım kardaşım benim arkadaşım Burak'tan geldi. Birebir onun cümlesini aktarıyorum. (Aslında birebir değil. Bizim kendisiyle sohbet ederken memleketimin rastgele bir bölgesinin ağzından konuşma alışkanlığımız var. Aynı cümlenin içinde bile farklı ağızlar kullanabildiğimiz için ben doğrudan İstanbul ağzına çevrilmiş olarak yazacağım.) "Adamım hayatın kendini etrafındakilere sittirettirtmekle geçiyor." İlk okuduğumda anlamadım bu cümleyi. Daha doğrusu anladım ama doğru anladığımdan emin olamadım. Her zaman yaptığım gibi salağa yatıp üç beş soru üst üste sorup ne söylemek istediğini anladım bizimkini. Hayatım etrafımdakilere beni boşvermelerini telkin etmekle geçiyormuş. Bunu neden söyleme gereği duyduğunu sorduğumda "Dikkatimi çekti." deyip sıyrıldı işin içinden.


İkinci tespit ise şu zırdeli dünyada yalnız bir akıllı (tamlamanın ilham kaynağı için bkz: Şu Hortumlu Dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır) olmadığımı bana hissettiren ofis arkadaşım Ebru'dan geldi. Ne oldu da bunu söyledi kendisi bilmiyorum ama bana "Sende borderline sendromu var oğlum." dedi. Ben cahil bir herif olarak bunu ilk önce sınırlarını bilememe sendromu falan gibi bir şey zannettim. Hak verdim, sınırını bilmeyen bir insanım. Bunu söyleyince kendisi yanlış anladığımı, borderline'nın başka bir şey olduğunu söyledi. Okudum ve öğrendim. Sağolsun canım arkadaşım sayesinde şahsımla ilgili sorulardan birine daha cevap almış oldum.

Köpoğlu

Sabah ekmek almaya giderken oturduğu apartmanın merdiven aralığında yatan bir köpek görseniz ne düşünürsünüz? Sizi bilmem ama ben hiçbir şey düşünmedim. Yok düşündüm bir şeyler de hiç şaşırmadım. E bizim katın önündeki kediden sonra şaşırmamam normal tabi. (Hatırlarsınız canım, bahsetmiştim kendisinden.) Sanırım dünkü yağmurdan kaçmak için garibim dış kapıyı açık görüp dalmış içeriye. Giriş yaş olduğu için orda da yatamamış, birinci katın önünde uzanıvermiş. Sevimli de bir şeydi kerata. Yavruağzı mı diyorlar ne öyle bir rengi vardı. Selam verip yoluma devam ettim. Okula gelmek için çıkarken de hala yatıyordu orada. Bakalım kedi gibi o da bir müddet mekan eyleyecek mi apartmanı.

He Canım He

Baktım birkaç gündür buraya uğramamışım (uğradım aslında ama şarkı sözü yazıp gittim, o sayılmaz) bir şeyler karalayayım dedim. Söyleyecek bir şeyim yok (herzamanki gibi) ama olsun. Ben takipçilerimi (hele hele bir şeyler yazmamı heyecanla bekleyenleri) bekletmeyi sevmiyorum (yalana bak, sanki geçen sene aylarca buraya bir şey yazmayan ben değildim) bazı arkadaşlarımızın yaptığı gibi. (Onlar kendilerini biliyorlar. Bilmiyorlarsa da ipucu verelim. Aralarında iki haftayı iki tanecik yazıyla geçiştirenler var. Deli Emin'in taklacı güvercinleri bile daha az kaytarıyor yahu! Ha tabii sanatçı tembelliği yapanlar olabilir, onlara bir sözümüz yok. Sanatçı tembellik etmez zaten, malzeme biriktirir. Ne saçmalıyorum ben ya? Şu parantezi de kapatmak lazım artık, uzadıkça uzadı laf.) Bugün hiçbir şeye odaklanamıyorum, ondan böyle gevezelik ediyorum, boşverin siz.

.

"Orda her kiminleysen
Belki sevgilinleysen
Söyle Kumralım için sızlamaz mı? 
Bilmem hatırlar mısın 
Gözlerim ne renkti
Söyle Kumralım benim adım neydi?"

Sahi Kumralım sen miydin? Sen Kumralım mıydın? Kumral mıydın? Neydin lan sen?

Henüz Cevabımı Almadım, Alınca Teşekkür Edeceğim

Bir insan mutlu olmamak için kendisini bu kadar zorlar mı? Mutsuz olmak için demiyorum bakın, mutlu olmamak için. En ufak bir sıkıntıda eli ayağı titremeye başlar mı? Kalp atışlarının düzeni bozulur, nefesini kontrol edemez, dili dolanır, sesi yükselir mi? Gün içinde yaşadığı can sıkıcı bir olayı kafasında defalarca canlandırır, kendi kendine söylediklerini tekrar eder, hatta yeni sözler ekleyerek olayı yeniden kurgular mı? Hayata hep olumsuz yanından bakılır mı? Akşam evine gittiğinde gün içinde olan güzel olayları değil de canını sıkanları mı anlatır hep? İyi olanlardan da bahsetti zaman zaman diyelim yine de kötü olanlardan mı bahsetmeye başlar girer girmez? Bu bilmem kaçını istiyorum.

.

Biliyor musunuz burası güzel bir yer benim için. Bir nevi sığınak desem değil. Kendimi olduğum gibi anlattığım yer desem o da değil. (Çoğunuzu tanıyorum. Bazılarınızı yüz yüze görüştüğüm için bazılarınızla yazılarımız vasıtasıyla tanıştığım için.) O nedenle kendimi saklamadan yazıyorum dersem yalan olur. Yine de yazıyorum işte. Biraz saklayarak, biraz çarpıtarak da olsa içimi döktüğüm tek yer burası. Neler hissettiğimden haberi olan insanlar sizlersiniz. (Kendinizi onurlandırılmış hissediyorsunuz değil mi, doğru söyleyin.) Neyse. Buraya şunu söylemek için gelmiştim aslında. Halen bir çocuk olduğumu bildiğim halde çok şey yaşamışım gibi hissettiğim oluyor zaman zaman. Ben işte bu yükü kaldıramıyorum.

.

"Adımı unutacak kadar kaybettim kendimi."

Henüz bu raddeye gelemedim ama o günleri de görürüz herhalde. Şimdilik dört sene önce çıkmış olduğum yolda son durağa vardığımı söyleyeyim yeter. Artık biriyle konuşmak istediğimde arayacak kimsem yok. Ne mutlu değil mi bana? Ağır ağır, yılmadan yürüdüm bu yolda ve nihayet başarıya ulaştım. Başarımda en büyük pay muhakkak ki bizzatihi kendime ait ama bu hususta bana yardımcı olan birkaç arkadaşım olduğunu da inkar edemem. Kendilerine yardımları dolayısıyla teşekkürlerimi iletiyorum. 

Agent Carmichael

Sanırım söylemiştim daha önce, takip ettiğim dizilerin arasında bir yenisi daha eklendi. House ve The Big Bang Theory'den sonra Chuck izlemeye başlayarak dizi sayımı üçe çıkardım. House ve The Big Bang Theory'nin yerleri ayrı, zira ikisinde de şimdiye kadar gördüğüm en tutarlı televizyon karakterleri mevcut (abim Gregory House ve adamım Sheldon Cooper). Chuck ise düne kadar neden sevdiğimi anlayamadığım bir diziydi. Eskiden ara ara CNBC-e'de denk gelince izlerdim. (Ben zaten CNBC-e ve TNT'den başka kanal izlemem. Bir de belgesel izlerim.) Bir iki hafta önce sıkıntıdan ilk bölümünden itibaren izlemeye başladım. Artık zamansızlıktan mıdır yoksa House ve The Big Bang Theory kadar sürükleyici olmamasından mıdır bilmem onlar kadar sıklıkla izlemesem de ara sıra bir bölüm izliyorum. Şu an üçüncü sezonun başındayım. (House'un ilk üç sezonunu dört günde bitirdiğimi düşünürsek gerçekten yavaş sayılırım.) Dediğim gibi düne kadar diziyi neden sevdiğimi bilmiyordum. Çerez bir dizi işte. Olayların bir çekiciliği, sürükleyiciliği falan yok. (Yvonne'un çekiciliği ayrı tabi. Yine de o kadar çok çekici kız var ki piyasada bu diziyi sevmem için yeterli değil.) Dün ise birden bire fark ettim. Chuck'ın bir yönünü kendime acayip benzetiyorum. Adam iyi bir şeyler yaptığını zannederken sıçıp batırmak hususunda benimle atbaşı gidebilir. Gerçi o ne yapıp edip bir Agent Carmichael'lık yapar ve günü (bittabii götü de) kurtarır. Benim için durumun ne olduğunu söylememe gerek yok herhalde.

İşte böyle sevgili pıtırcıklar. Bir "öyle ilginç bir hayatım var ki anlata analata bitiremiyorum" yazımızın daha sonuna geldik. Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle. Esen kalın.

Masal Bu Ya

Bana bir masal anlat baba. Bir masal anlat ama olmuşu değil olacağı anlat. Bana bir masal anlat, içinde umut olsun. Tek istediğim bu şimdi. Bana bir masal anlat, geçmişte değil gelecekte olsun ve içinde umut olsun.

Fight Club

"Bir gün gelir bir gün geçer
Bazı şeyler hiç ama hiç değişmez."

Şarkının nakaratı tam bu sayfayı açtığımda çalmaya başladı ve söylemek istediklerimle tam uyum arz ettiği için yazıverdim. Bazı şeyler gerçekten hiç ama hiç değişmez. Üstelik günler değil yıllar hatta asırlar geçse de değişmez. Neyi düşünerek mi bunu söylüyorum? İnsanoğlunun sırf farklı olduğu için başkalarıyla çatışmasını. Hepi topu iki buçuk asırlık bir geçmişi olan -ki insanlık tarihini düşününce komik derecede kısa bir zamandır- milliyetçilik akımı nedeniyle insanların başkalarını küçümsemesi, onlara hakaret etmesi, hatta savaş açması garip değil mi? Garip ama insanoğlunun bir gerçeği. Ne yazık ki bu milliyetçiliğin yayılmasıyla başlamış bir şey de değil. Ondan önce de insanlar arasında farklılıklar vardı ve bu farklılıklar çatışma nedeniydi. Bundan sonra da böyle olacak muhtemelen. Milliyetçiliğin önemini kaybetmesi (elbet bir gün tarih sahnesinden silinecek) bir şeyi değiştirmeyecek.

Burası Ne Cephesiyse Artık, Değişen Bir Şey Yok

Nerede kalmıştık? Hiçbir yerde kalmamıştık değil mi? Hiçbir yere gitmiyorduk zaten. Bir şey anlattığımız da yoktu. Öyle havadan sudan konuşuyorduk hep yaptığımız gibi. "Sonra bir şey oldu, aniden hava değişti; biz başka şeylerden konuşur olduk." demeyi ne çok isterdim bilseniz. Oysa her şey aynı. Her şey eskiden olduğu gibi. Biz hala havadan sudan konuşuyoruz.

.

Günaydın, ben geldim. Söz verdiğim gibi erken kalktığımı size bildiriyorum. Aslında yaklaşık 45 dakika daha erken kalkmayı planlıyordum ama dün ondan da erken kalkınca herhalde bugünküne bünye izin vermedi. Neyse, kitabım beni bekler. Yetiştirmem gerekiyor bu sabahki derse. Öptüm canlarım.

Uyusak mı Ne Yapsak?

Gece gece burada ne işim var? Şu an ya okuyor olmam ya da sabah erken kalkıp okumak için uykuya dalmış olmam gerekirdi. (Yok, öyle yalan olacak türden değil. Okumam şart.Okunacak metin Kant'a ait olunca bu hiç de mantıksız bir seçenek sayılmaz.) Ben ne yapıyorum. Bloga bir şeyler yazıyorum. Aslında bir şey yazdığımdan bile emin değilim. Gözümün önünde harfler var elbette. Klavyenin tuşlarına her dokunuşumda yeni biri ekleniyor, görebiliyorum. Hatta kelimeler ve cümleler olduğunun bile farkındayım. Cümlelerin kendi içinde tutarlılık arz ettiğinden çok emin olmasam da anlamlı olduklarını dahi biliyorum. Yine de bu benim yazıyor olduğum anlamına mı gelir? Herhangi bir şey anlatıyor muyum şu an? Hayır. Bildiğiniz laf salatası yapıyorum. Zaten sayfayı açarken de aklıma hiçbir şey yoktu yazmak için. Uyumak ve okumak arasında karar verme sürecini biraz daha uzatmak için bir oyalanma yöntemi sanırım.

Uyumaya ve sabah erken kalkmaya karar verdim. Söz, erken kalkmış olursam buraya yazacağım bilginiz olsun diye. (Çok umurunuzdaydı değil mi?)

Cicilerim Geldi

Yeni kulaklıklarım geldi bugün. Gelmelerini sabırsızlıkla bekledim resmen. İlkokulda yeni ayakkabılarını arkadaşlarına göstermek için sabah olmasını bekleyen çocuklar olur ya onlar gibiydim resmen. Bütün gün "Cicilerim gelecek." diye dolaştım ortalıkta. Ama heyecanıma da değdi be. Çok kaliteli ses veriyor gerçekten kulaklıklar. Gerçi hissettiğim kalite farkının sebebi eski kulaklıklarımın hem bayağı eski hem de bir tarafının (sağ) çalışmıyor oluşu olabilir ama kulaklıkların Creative olması dolayısıyla gerçekten de kaliteli olma ihtimalini yükseltiyor. (Amma fazla yazım hatası yaptım ya. Sil yaz sil yaz canım çıktı. Neyse artık, gidiyorum ben şimdi.)

Le Parfum (Kitabı Değil)

Dün yazdıklarımı okuyunca bana "menopoza girmişsin" diyen arkadaşıma buradan teessüflerimi iletiyorum. Biraz canım sıkılmış olabilir, ne var bunda? Ben isyan edemeyecek miyim? Ben gözyaşlarımı içime akıtmak yerine kağıda dökemeyecek miyim? Ben hislerimi yazıyla başkalarına aktaramayacak mıyım? Ben insan değil miyim? Benim başkalarından neyim eksik? Gelmeyin üstüme. (Nutellaaaaaaa!)

Ya o değil de dün aslında başka bir şey söyleyecektim ben ama can sıkıntısından yazamadım. Kadınların parfüm şişesine batıp çıkmışçasına ortalıkta dolanmalarına şaşırıyorum. (Erkeklerde de var bu elbette ama kadınlarda daha yüksek oranda ve daha yoğun olduğundan kadınlar dedim. E tabi biraz da seksistlik var serde.) Hani ara sıra parfüm kullanmak normal bence ama her gün, her sabah işe giderken, her akşam dışarı çıkarken falan parfüm kullanmak, hem de metrelerce sonra bile insanların kokusunu alacağı kadar çok kullanmak niyedir anlamıyorum. Bir güzelliği/özelliği de kalmıyor zaten bu kadar çok kişi bu kadar çok kullanınca. Bu kötü kokun demek değil ama parfüm kullanmamak kötü kokmak da değil ki. Doğru düzgün temizlik ve gerekliyse (ki sıcak yaz günlerinde bilhassa gerekli oluyor) ter kokusunu önleyici (terlemeyi değil, zaten öyle bir şey var mı ondan da emin değilim) malzemelerle kötü kokunun önüne geçilebilir. Bunu yaptıktan sonra özel zamanlar haricinde parfüm kullanmanın mantığını hiç anlamıyorum. Zaten çoğu da pasta gibi kokuyor. Iyy! (Aklıma Soul Kitchen'da her yemeğe krema ekleyen kahramanımız geldi birden.)

.

Üzerime bir ağırlık çöktü. Öyle LG Wink reklamındaki gibi değil. Nasıl olduğunu da bilmiyorum. Öyle çöktü ki ağzıma sıçtı bıraktı. Bunu ifade edebilecek daha iyi bir kelime ya da kelime grubu yok haznemde, üzgünüm.

Kasvet öylesine ele geçirdi ki ruhumu oradan bedenime, bedenimden tüm aleme yayılmak için delik arıyor gibi geliyor bana. Göğüs kafesimden, boğazımdan, ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan, gözlerimden yol arıyor kendine. (Kıçımın üstüne oturmasam orayı da zorlayacak, şüphesiz!) Başımı önümdeki masaya vurasım geliyor, defalarca. Alnımı duvara ya da cama dayayıp öylece kalmak geçiyor içimden. Belki saatlerce, belki günlerce hiçbir şey yapmadan öylece bekleyesim. Bunun imkansız olduğunu bildiğimden kendimi çekyatın güvenliğine bırakıp televizyonda ya da bilgisayarda aralıksız film ve dizi izlemek geliyor içimden. Karman çorman türlerden hem de. En kalitelisinden üçüncü hatta beşinci sınıf olanına, macera filminden romantik dizilere kadar ne var ne yok bir sürü şeyin gözlerimin önünden geçmesini ve bu olurken yemek yemek dahil olmak üzere hiçbir şey yapmamayı istiyorum.


Ben çok sıkıldım. Eskiden bu sıkıntının "bir sevgili bulsan geçer" türünden olduğunu sanıyordum. Ne güzel günlerdi onlar. Sevgili (ulan ömrüm boyunca sevemedim şu kelimeyi be) bulamasam da hiçbir zaman (sevgili bulmak ne demek ki hem) sıkıntımın böylece geçeceğine inanmak bile güzeldi. Şimdiyse... Şimdiye lanet olsun. Durmak bilmeyen zihnime ve susmak bilmeyen iç sesime lanet olsun. Yeter! Düşün artık yakamdan. Ben her neysem ve siz her neyin aracısıysanız artık, umurumda bile değil, beni rahat bırakın. Bugüne kadar bildiğim/bildiğimi sandığım her şeyi unutturdunuz zaten,

Ağzınıza sıçayım hepinizin. İçimi dökerken bile rahat bırakmıyorsunuz artık. Kurduğum cümlelere karışıyorsunuz. Edeceğim küfürlere karışıyorsunuz. Hangi noktalama işaretini nerede kullanacağıma karışıyorsunuz. Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer!