Bir Mumdur, İki Mumdur, Üç Mumdur

Bilenler bilir (nasıl da seviyorum bu ifadeyi kullanmayı) ilaç kullanmaktan nefret eden biriyim. Öyle her baş ağrısına, diş ağrısına ağrı kesici alan; iki defa öksürüp bir defa hapşırdı diye kendini antibiyotiğe boğan biri değilim. Lakin öyle bir belaya çattım ki bu hafta bütün o direncim fıs diye söndü.

Cumartesi günü akşam üzeri dişimde hafif bir ağrı hissettim. Yine o düzensiz fakat olağan ağrılardan biri olduğunu düşünerek umursamadım. Bir iki saat sonra bunun iltihaptan kaynaklandığını anladım ama çok dert etmedim. Gece yarısına doğru iltihabın yayılmakta olduğunu fark edince ne olur ne olmaz diye nöbetçi eczaneye gidip bir antibiyotik istedim. Antibiyotiği aldım ama sabah uyandığımda iltihabın ağzımın sağ tarafını tamamıyla kaplamış olduğunu fark ettim. Antibiyotiğin işe yaramasını umarak o gün akşama kadar bekledim ama üçüncü dozu aldığım halde bir gelişme olmayınca hatta gelişme iltihapta olup dilimin altında ikinci bir dil daha oluşunca acil servisin yolunu tuttum. Orada ihtiyaten kıçımdan (ayıp ayıp, kabadan diyecekmişim) bir iğne vurduktan sonra antibiyotiğe devam etmemi ve şikayetim devam ederse KBB'ye gitmemi tavsiye ettiler. Ertesi gün (Pazartesi) sabahı uyandığımda iğnenin etkisiyle olsa gerek iltihap bayağı gerilemişti. Tüm gün de gayet iyiydim fakat öğleden sonra artmaya başlayan ağrı akşama hayli fazlalaşmış ve iltihap yeniden ilerlemeye başlamıştı. Gece güç bela uyuyup sabah soluğu poliklinikte aldım. Aslında iyileşeceğimi bilsem yine umursamazdım belki ama daha kötü şeyler olmasından korktum. Doktor amca sağolsun bayağı ilgilendi. Bir iki teşhis amaçlı sorudan falan sonra midemin sağlam olup olmadığını sordu. Çok şükür şimdiye kadar hiçbir sorunum olmadı, dedim ama niye midemi sordu acaba diye de merak ettim. Meğer vereceği ilaçlar yüzündenmiş. İlaçla arası olmayınca insan bunları bilemiyor tabi. Benim kullandığım kıytırık antibiyotiğin yerine iki tane binlik antibiyotik (Augmentin ve Bactrim Forte) bir de ağrı kesici (Apranax) verip yola koydu beni doktor amca.

Acilen çıkmam gerekiyor. Bu konuyla ilgili anlatacaklarım zaten bitti gibi. Eğer bir şeyler daha söylemek istersem ya da başka bir şeyden bahsetmek istersem yine uğrarım.

Öptüm iki yanaktan.

Buralar Soğuk Siyah Falan Filan İşte

Seneler önceydi efendim. Üç arkadaş Ankara Asfaltı'nın kenarında oturmuş bir yandan çekirdek çitlerken gelip geçen arabalara bakıyor bir yandan da hayat memat meselelerini konuşuyorduk.

Şaka şaka, hikaye anlatacak değilim. Bayağıdır uğramıyordum ya buraya, öylesine gevezelik edesim geldi. Zaten anlatacak hikayem de kalmadı. Yavaş yavaş geçmişimin silindiğini hissediyorum. İzmir'de yeni olduğum zamanlar arkadaşlarımı Erzurum hikayelerimle bıktırdığımı hatırlıyorum ama İzmir'den ayrılıp bir yerlere gitsem şimdi anlatacak ne miktarda İzmir hikayem olur merak ediyorum. Hiç olmaz diyemem ama çok fazla da olmaz sanırım. Ya anlatma isteğimi kaybediyorum ya da yaşadıklarımı unutmaya başladım. Hatta bana sorarsanız ikisi birden oluyor.

Ben buraya nereden geldim? Anlatacak hikayem kalmadı demiştim, hatırladım. Sürekli kendisinden bahseden birinin bunu söylemesi ne garip değil mi?

Sıkıldığımı fark ettim birden. Şimdi de bunu yazmamın ne kadar abes olduğunu fark ettim zira bunu daha önce de defalarca söylediğimi hatırladım. O kadar çok tekrar ettim ki aslında sıkılmış olmamın ifade etmeye değer hiçbir yanı kalmadı. Hakikatte defalarca ifade etmemiş olsam da sıkılmış olmamın duyurulmasının hiçbir değeri olmamalı. Kime ne benim sıkılmamdan. Birinin sıkıldığını söylemesi çok ben-merkezli bir davranış değil mi sizce de?

- Ben sıkıldım.
- İyi.

Benim sıkılıp sıkılmamam sizi neden ilgilendirsin ki? Bu başlı başına bana ait bir sorun ve çözümünü de kendi başıma bulmalıyım. "Aç da dötünü barnakla." derse biri misal, kabul edecek miyim? Etmeyeceğime göre... Aman, iyice saçmalamaya başladım.

Not: Vaktiyle (ahan da şu linkteki yazıda: http://nafileden.blogspot.com/2010/06/olsun-mu-olmasn-dert-sana-ugramasn.html) yine anlatacak hikayem olmamasından şikayet etmişim ama orada kurgudan bahsederken burada bizzatihi yaşanmış olanları kastettim. İkisini birden kaybediyor olmak da kötü be!

Ben, Ben, Ben, Ben, Beeeen!

Çok sinirliyim be günlük. İnsanların benmerkezciliği terbiyesizlik noktasına vardırırcasına davranmalarından nefret ediyorum. Bir kaşık suda boğasım geliyor bazılarını sırf bu yüzden. Son iki günde öyle şeyler oldu ki aklıma geldikçe cinlerim tepeme çıkıp çıkıp çıkıyor. (Sürekli çıkıyor, o derece.) Hele bugün olanlar için ne diyebileceğimi hiç ama hiç bilmiyorum. Neler olduğunu anlatamıyorum zira yaşananlar boyumu aşıyor ve -üzülerek söylüyorum ki- burayı takip edip benim kim olduğumu bilen insanların bunları öğrenmesini istemiyorum ama bilin ki insanların ne kadar terbiyesiz ve haysiyetsiz olabildiklerini görmem için çok iyi bir örnekle daha karşılaştım bugün.

Bir Ameriganın Gözüynen

Amerikalı bir misafirim var. Kendisi dün akşam geldi ve bir iki gün kalıp gidecek. Dün epeyi geç vakitlere kadar sohbet ettik kendisiyle. Çok eğlenceli biri. 53 yaşında ama inanın otuzlarında gösteriyor. Herhalde neşeli olduğu ve belki biraz da çok fazla şeyi dert etmediği için öyle, bilemiyorum. İşte bu abiyle (amcayla mı demeliydim) konuşurken şöyle bir şeye değindi kendisi. Pek çok yer gezdiğini, bir hayli insanla tanıştığını ve bu insanların içerisinde daha iyi bir hayat düşleyenlerin haliyle bir hayli fazla olduğunu söyledi. Fakat bu insanlar genellikle yaşadıkları yerde daha iyi bir hayatı düşlüyorlar. Türkiye'de ise insanlar başka ülkelere gitmeyi hayal ediyorlar dedi. Gittiğim diğer yerlerde tanıştığım diğer insanların da bir kısmı bunu istiyordu fakat Türkiye'deki kadar çok sayıda ve yoğun biçimde olanına hiç rastlamadığını belirtti. Acaba ümidini çabuk kaybeden bir millet miyiz yoksa altından kalkılması gerekenler çok fazla olduğu için erken mi yoruluyoruz?

Nereden Girdim Nereden Çıktım, Hey Allahım Ya!

Blogcular bu aralar grevde falan galiba. Google Reader'ı açıyorum, izlediğim bloglarda hiçbir hareketlilik göremiyorum. Eskiden günde en az dört beş kayıt olurken şimdilerde bir tane ya oluyor ya olmuyor. Kendime bakıyorum, bu aralar çok sık yazmadığımı fark ediyorum. Aslında yazıyorum ama bir ara oldu mu o ara uzuyor. Hoş benim gerekçelerim var. Mesela bu hafta sonu İzmir'de değildim. İzmir'de olmamam demek yazacak fırsatı bulamamam demek.

Hafta sonunu Bursa'da, abimin dünya evine girmeye çalışmasını izleyerek geçirdim. (Ne abuk bir cümle oldu lan bu! Sağa sola çekeni vururum ona göre. Benim anlatma kabiliyetim bu kadar, ne yapayım.) Ben bu düğün dernek işlerini pek sevmem ama bizimki tam olarak düğün biçiminde olmadı. Yengemin dedesi iki hafta önce vefat ettiği için eğlence yapılmadı. Benim canıma minnet, gelenlere hoşgeldin, gidenlere güle güle dedim, takımı taktım çıktım işin içinden. "Sıra sende artık." esprilerine de "Nasip, kısmet." cevaplarını vere vere bir düğünden kurtulmuş oldum.

Kendimi bildim bileli bizim evde abimlerin evlenmesi meselesi konuşulduğu için bunu nihayet birinin gerçekleştirmiş olması garip bir duyguymuş.

Bir Futbol Müsabakasının Ardından

Efendim dün uzun bir aradan sonra (bir buçuk iki yıl kadar) ilk kez futbol maçı yaptım ve bunu özlediğimi fark ettim. Hiçbir zaman iyi bir futbol oyuncusu olmadım ama futbol oynamayı her zaman çok sevdim. Hele lisede bir bahane olsun da maç yapalım diye bakınırdım etrafıma. Günde iki üç defa oynardım da yine doyamazdım. Bilmem ki bu sevgiden ötürü müdür hasretin yerini vuslata bırakması bende kas ağrısı olarak iz bırakmadı. Ben bu sabah yataktan kalkmakta zorluk çekeceğimi düşünürken gayet iyi durumda olduğumu gördüm. Bir tek ayak parmaklarımın tırnakları (bilhassa başparmakların) renk değiştirdi o kadar.

Bir Blogger Bir Blogger'a Gel Beraber Blogistan'daki Bir Blogu Kapatalım Demiş

Biraz evvel takip ettiğim bir blogun kapandığını fark ettim. Neden bilmem içim buruldu. Alıştığı şeylerin elinden alınmasına aşırı tepki vermek bir yaşlanma belirtisi midir dersiniz? Kendisini hiç tanımadığım, yazılarına yazdığım birkaç yoruma verilen cevaplar dışında hiç konuşmadığım biri blogunu kapatmış işte hepi topu. Ne diye eksikliğini hissediyorum ve o an içinde Ahmet Kaya geçen bir cümleye denk geldim diye içimden birden bire efkarlı bir Ahmet Kaya şarkısı dinlemek geçiyor ki? Sizce de garip değil mi biraz bu durum? Belki de kendi kendime yettiğime inanmamı sağlayan ıvır zıvırdan olduğu için böyle hissettim. Ne bileyim ben.

Ah Yvonne Vah Yvonne

Dün Chuck izlemeye başladım. Bugün açık ofise taşındığımız düşünülürse hiç de iyi bir zamanlama değil galiba. The Big Bang Theory ya da House gibi yeni bölümlerini beklediğim bir dizi olsa sorun olmaz ama şimdi yeni bölümleri yakalayana kadar sıklıkla izlemek isteyeceğim ve sürekli göz önünde bulunduğum için zor olacak. Neyse, dur bakalım ne olacak.

Durup dururken Chuck izlediğimden neden bahsettim dersiniz? Bugüne kadar bir sürü dizi izledim ama bundan söz etmedim. Belki bir tek House izlediğimi söylemişimdir, onu da kurban bayramı tatilinde üç sezon falan izlediğim için. Chuck izlediğimden bahsettim çünkü dizide bir şey dikkatimi çekti. Dizinin dikkat çekmesi ve ilk bölümlerin izlenirliğinin yüksek olması için Yvonne Strahovski'nin güzelliğinden bayağı yararlanılmış. Ben bu dizinin ikinci sezon bölümlerinden bazılarını izlemiştim evvelden ama o bölümlerde Yvonne'nun güzelliği bu kadar belirgin biçimde göz önüne serilmiyordu. Ne büyük tespit değil mi?

Taşındık

Bugün taşındık. Artık dokuzuncu katta, açık ofisteyiz. Kırk bilmem kaç kişi aynı ofisi paylaşıyoruz. Bayağı gırgır şamata mı olacak yoksa her şey rayına mı oturacak göreceğiz. Şimdilik bu kadar. Sevgiler...

Hadi Bıy Bıy

Burası ne kadar garip bir yer. Yazmaya bir müddet ara verince bir daha dönmek nedense zor geliyor insana. Bir üşengeçlik kaplıyor ki ruhumu sormayın gitsin. Sanki biri zorla yazmamı istiyor da ben direniyorum yazmamak için. Halbuki şunun şurasında beş altı günlük bir ara var son girdimle bunun arasında. Araya bayram girdi, ben bir daha buraya uğramaya üşenir oldum.

Araya bayram girdi demişken; eskiden bayramlarda İzmir dışına çıktığım için bloga yazmıyordum. Bu bayram İzmir'deydim. Bu durum giderek sık gerçekleşmeye başlıyor. Sanırım artık birileriyle görüşmeyi pek istemiyorum. O birileri annemle babam değilse elbette. Hatta bu bayramda telefonla konuşmaya bile üşendim. Annemle, babamla, lise sonda yanlarında kaldığım halamlarla, iki abimle (üçüncüye bir türlü ulaşamadım) konuştuktan sonra daha fazla bayramlaşmayı kaldıramayacağımı fark edip telefonu bir kenara bıraktım. Eskiden kişiye özel mesaj gönderen bendeniz toplu mesaj bile göndermedim. Hatta bana gelen mesajları yanıtlamayı kafamın estiği bir vakte kadar erteledim. Üff, ne diyorum ben ya. Nereden başladım nereye geldim. Bu bayram İzmir'deydim ama yine de bloga yazmadım çünkü zaman zaman kendimi internetten soyutlamak iyi geliyor diyecektim. Bu kadarcık cümle için araya neler sıkıştırdım. Ay aman, hala konuşuyorum! Tiksindim kendimden. Bırrr!

Mutlu Olmak Varken

İnsan hüzünlenince ne dinler? Gerçekten merak ediyorum, normal biri için bunun bir standardı var mıdır? Normal olmadığıma inanarak kendimi özel hissetmek derdinde olduğum için mi böyle kuruyorum bu cümleyi bilmiyorum ama normal insanların üzgünken neler dinlemek istediğini bilmek istiyorum. Üzüntülerini katmerlendirecek şeyler mi dinlerler acaba? Sevdikleri hangi müzik türüyse onun "damar" şarkılarını mı mesela? Yoksa keyiflenecekleri bir şeyler mi? Şöyle hareketli, belki dans ettirecek bir şeyler?

Ben... Ben hüzünlenince ne dinlemek istediğimi bilemiyorum bazen. Kimi zaman öyle şarkılar dinlemek istiyorum ki bir bıçak saplanmışçasına kalbimi acıtsın. Kalbe bıçak saplanınca duyulacak acının çok daha başka olacağını bilsem de zaman zaman böyle hissettiğim şarkılar oluyor. Elim kolum tutmaz oluyor o zaman. Bu şarkılar çoğu zaman bir anısı olan şarkılar oluyor ama bazen sadece "güzel" oldukları için de canımı yakabiliyorlar. Zaman zaman da hüzün o kadar ağır gelmeye başlıyor ki bir nebzesini daha kaldıramayacağımı fark ediyorum. İşte öyle zamanlarda sözlerinde hüzün barındırsa da en azından müziği yüreğime dokunmayan bir şeyler dinlemek istiyorum. Şu sıralar böyle şarkıları daha çok dinlemek istiyorum. O kadar uzun zamandır kendimi hüzünlü hissediyorum ki ne bir parça daha efkar yüklenmeye mecalim var ne de haddinden fazla uzayan bu hal için kendimden daha fazla nefret etmeye tahammülüm.

"Yoruldum, yoruldum, yoruldum
Gereklilik kipinde yaşamaktan"

Ahmet Telli, Asmin

Güzel Kimin Olursa Olsun Ben Güzele Güzel Derim Arkadaş

Dün ilk kez yemek yaktım. Köyde ekmek pişirirken dahi -ki zaman zaman gerçekten zor bir iş olabiliyor- siciline (neredeyse hiç) leke değdirmemiş olan ben dün yemek yaktım. Nasıl mı? Anlatayım da okuyun.

Akşam yemeği için patates yapmaya karar verdim ve eve dönerken manavdan gerekli malzemeleri (gerekli malzemeler de ne, patates ve soğan, biber bile almadım evde var diye) aldım. Bir miktar baharat, yemek yapmadaki kabiliyetim ve yemeğe katacağım sevgiden başka hiçbir şeye sırtımı yaslamadan sade bir patates yemeği olacaktı. Yemeği yapmaya ve bir yandan da bizimkinin eve gelmesini beklemeye başladım. Ezanın okunmasına beş dakika kadar kalıp da bizimkinden ses çıkmayınca ofisini arayıp gelip gelmeyeceğini sordum. İşi varmış, sen ye dedi. Saate baktım, patateslere baktım, Ramazan'ın sonuna kadar (şunun şurasında iki gün) Yargıç Amy'i izlememeye karar verdim. Patateslerin istediğim kıvama gelmesi için on beş dakika kadar daha pişmesi lazımdı. Ezan okunmaya başlayınca nasılsa tek başımayım diye kendi payımı aldım ve patateslerin biraz daha pişmesi için yemeği ocakta bıraktım. Niyetim birazdan gidip altını kapatmaktı. Ne var ki ben yemek yerken TNT'de Serendipity başladı. Kendisi benim Kate Beckinsale ile tanıştığım (yüz yüze değil elbette, nerede o günler!) film olduğu için ekrana kilitlenip kaldım. Yemek bitti ama ben yerimden kıpırdayamadım çünkü ağzım bir karış açık bir biçimde Kate'in olduğu herhangi bir sahneyi kaçırmamak adına televizyona bakıyordum. Reklam arasında sofrayı toplamaya başladım ve mutfağa girerken ortalığı yanık kokusu aldığını fark ettim. Kafamı ocağa doğru çevirinceye kadar komşular bir şey yakmış zannediyordum. Birden yemeğin altının hala açık olduğunu gördüm ve olanlar o an kafama dank etti.

Yemeğin yanması Kate'in suçu değil muhakkak ki. O benim dangalaklığım. Peki Kate'in hiç mi suçu yok? Olmaz olur mu? Kate'in çok büyük bir suçu var, insanlığa karşı. O denli güzel olduğu bir zamanda kamera karşısına geçip benim gibi binlerce (belki milyonlarca) kişiyi karşılık alamayacakları bir aşka sürükleyerek insanlık suçu işlemiş. Gerçi kadın her yaşta güzel, şimdiye kadar gördüğümde dibimin düşmediği hiçbir fotoğrafı olmadı herhalde ama o filmde bir başka güzel yahu! Of of! Yanıyorum ulen!

Bence yapımcılar bu konu üzerinde biraz düşünmeli. Tamam, ekranda yakışıklı erkeklerin ve güzel kadınların bulunması seyirciyi çekmek açısından çok önemli ama her şeyin bir sınırı olduğu gibi bunun da bir sınırı olmalı. Oyuncu seçerken baktın düşündüğün kişi o sıralar haddinden fazla yakışıklı/güzel başka birini seç arkadaşım. Altı ay sonra git o kişiyle başka projede çalış, olmaz mı? Bize de yazık canım. Bizim de canımız var, biz de insanız. Blade 3'te Jessica Biel'i gördüğüm zamanı hatırlıyorum da... Requiem for a Dream'de Jennifer Connelly'i, Devil's Advocate'te Chalize Theron'u... Charlize Theron demişken, Aeon Flux'ın sonunda Marton Csokas'ın " Hey Katherine! Will I see you again?" deyişinin ardından bir dönüp bakışı var ki...

Tamam tamam sustum. Müsaadenizle ben bir müddet erimeye gidiyorum.

.

Bu hafta bir şey fark ettim. Tırnaklarımın uzama hızı birbirinden farklı. Eskiden baş parmak tırnaklarımın diğerlerinden yavaş uzadığını fark etmiştim zaten ama bu hafta gördüm ki diğer tırnaklarım arasında da farklılıklar var. İşaret parmaklarımın tırnakları diğerlerinden daha hızlı uzuyor mesela, bilhassa sağ eliminki. Baş parmaklardan sonra en yavaş uzayanlar serçe parmaklar. Orta parmaklar ve yüzük parmakları kendi hallerinde takılıyorlar. Herhangi bir yarışa girmiş gibi durumları yok. El ve tırnak bakımıma dikkat etmeyi bırakalı çok oldu, şekil bozukluklarını takmıyorum o yüzden ama bu kadarı da fazla biraz. Ne yani, özel tarife mi uygulayalım arkadaşım sizlere aynı boyda kalasınız diye. Yarım santimetrelik bir işaret parmağı tırnağının yanında bir milimetre ya var ya yok bir baş parmak tırnağı olunca cinlerim tepeme çıkıyor ister istemez.

Abi ne diyorum ben ya? İyice zıvanadan çıktım bu aralar. Tamam, susuyorum.

Bir Sayrı Bir Sayrıya...

Bir sayrı bir sayrıya "Gel beraber Sayrıstan'da bir sayrılarevi açalım." demiş. O sayrı da demiş ki "Açmasına açalım ama Sayrıstan'da çok fazla sayrı olur onca sayrıya bakmak için yeterli çalışanı nasıl bulacağız?" Teklifi yapan sayrı düşünmüş, "Yatırımcılarla konuşuruz, elbette bize çalışanları bulmamıza yetecek kadar kaynak sağlarlar. Sayrıstan'da sayrı bol olduğundan müşteri sıkıntısı çekmeyiz. Çalışanların maaşlarını hemen ödeyebileceğimiz gibi kısa zamanda kara geçeriz. Hem yatırımcılar memnun olur hem biz hem Sayrıstan'lılar. Vin vin siçuation." demiş cevaben. Teklif götürülen sayrı makul bulmuş bu açıklamayı. Yine de aklında bir soru varmış. "Sayrıstan'da bakacağımız sayrılardan para almak doğru olur mu? Ahlaken doğru olur mu demiyorum. O olmasa da olur, iş yapıyoruz nihayetinde ama tepki görmez miyiz kamuoyundan?" diye çekincesinin nedenini ortaya koymuş. Teklifi yapan sayrı uyanık tabi. Hemen sunmuş çözüm önerisini. "Aman sen de! Düşündüğün şeye bak. Her gün, her hafta, her ay, artık hangi periyodda olursa belli bir kontenjan dahilinde ücretsiz sayrı bakarız, kalanından çıkarırız acısını." İkinci sayrı teklifi kabul etmiş, bu hikaye burada bitmiş.

İşte iki sayrının Sayrıstan'da sayrılarevi açmasının hikayesi böyledir sevgili dostlar. Benim bu hikayeyi anlatma nedenimse Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın sayrı kelimesini kullanmaktaki ısrarından esinlenmemdir. Esenlikler dilerim.

Doktor Civanım

Doktor desteği almam gerektiğine gittikçe daha fazla kani oluyorum. Bu sabah uyumaya çalışırken kendimi ayın hangi gününün haftanın hangi gününe denk gelmesininin uygun olacağını düşünürken buldum. Oraya nasıl geldim hatırlamıyorum ama ayın yirmi beşinin çarşamba olmaması gerektiğini, çarşamba olmak için yirmi dördünün daha uygun olduğunu söyledim kendi kendime. Perşembe için yirmi beşi de yirmi altısı da uygundu ama. Ayın on üçü hangi güne gelebilir deyince kendime cevap salı olarak geldi. Neden salı bilmiyorum. Pazartesi için hangi günler uygun olabilir peki? Mesela biri, yirmi sekizi, on beşi. On beşi pazara da uygun olur. Yedisi? Kesinlikle pazar. Falan fıstık. Sizce de profosyonel yardım almalı mıyım?