Damarımda Kanımsın

"Unutturamaz seni hiçbir şey
Unutulsam da ben, ah unutulsam da ben
Her yerde sen, her şeyde sen
Bilmem ki nasıl söylesem
Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmesem
Neşemde sen, hüznümde sen
Bilmem ki nasıl söylesem"

Birisi için söyleyecek olsam kime söylerdim ben bu şarkıyı? Hiçkimseye! Belki unutkanlığımdan belki de kimse bende böylesine derinden bir yara bırakmadığından.

"Bir yandan hoşlanır azarlamaktan
Bir yandan gözünde yaşlar nedendir?"

Bu ben miyim? Kesinlikle değilim. Böyle parazitliğe can kurban diyerek kaldığım yerden devam edeyim öyleyse. Ailemi bir yana koyarsam kimseyi unutamayacak kadar sevmedim ben. Baksana, kimden uzak kaldıysam uzaklığı içime sindirdim ve sözünü dahi etmedim hasretin. Kaç dostu eskittim böylece kim bilir. Kaç sevilmedik sevdiceği hafızamın derinliklerine gömdüm ki yalnızca isimleri kaldı aklımda.

Demek ki, diyorum, hiçbirini o olmadan yaşayamayacağımı hissedecek kadar sevmemişim. Desem ki insanoğlunun hayatına devam edebildiğini bildiğimden, değil. Belki gururumdan. Evet, muhtemelen gururumdan. İyi de bu neyi değiştirir ki?

"Hasretin içimde bir alev gibi
Sensiz geçen her gün bir asır gibi
Nerdesin sevgilim dön artık bana
Düşmüşüm peşine bir deli gibi

Olmuyor, olmuyor; sensiz olmuyor
Sen sevmezsen kalbim huzur bulmuyor"

Saçmalamaya başlamıştım, iyi geldi bu. Bak ne güzel anlatmış halini Selami Şahin. "Sen sevmezsen kalbim huzur bulmuyor." demiş, daha ne desin. Ben kime diyebilirdim bu cümleyi? Hep söylenip durdum bugüne değin hep reddedildim diye. Kaç kişiye ulan, kaç kişiye böyle bir sevgi duydun da söyledindin? Haddine mi şikayet etmek?

Yine kendime vurmaya başlamadan yazmaktan vazgeçsem iyi olacak. Başından beri söylemek istediğim şu cümlede özetlenebilir aslında: "Birini seviyorsa insan, dönüp dönüp onu hatırına getiriyorsa, yıllar geçse de unutamıyorsa, onu istiyor ve onsuz huzur bulmuyorsa siktir eder gururunu, gider ayaklarına kapanır sevdiğinin, kapısında kölesi olur, her hakaretine katlanır, görmezden gelinse de peşinde dolanır ki yanında olabilsin. Gerisi yalan, gerisi hikaye. Gerisi senin benim kendi kendimize oynadığımız bir oyun."

Sevgiyle kalın pıtırcıklarım.

Bazı Şeyler Hiç Değişmez

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken babam düştü beşikten, anam düştü eşikten ama çok şükür ikisine de bir şey olmadı. Onlara bir şey olmadı ya ben altı yaşındayken akla gelmeyecek türden bir kazayla anlımı yardım ve sol şakağımda hafiften bir çatlak oluştu. Bilmem ondan önce de var mıydı bir anormallik ama ben şimdiki anormalliğimi o çatlaktan oluşan sızıntılara bağlıyorum.

Hayatım boyunca çelişkilerden nefret ettim, ediyorum, edeceğim. Kendimden de bu yüzden nefret ederim çok zaman. (Evet, nefret daimi olmayabilir. Birisinden veya bir şeyden ara ara nefret edebilir ve onu ara ara sevebilirsiniz.) Peki çelişkilerin konumuzla alakası ne? Derhal söyleyeyim. Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallayamam. Sallıyorsam beşikteki benim babam değildir.

Neyse, ima yoluyla laf sokmaktan vazgeçtim. Yeri gelsin ben gereken kişilere gereken lafları sokarım. Nasılsa gün oluyor bana bu fırsat bir şekilde doğuyor, doğmadığını görmedim şimdiye değin hiç.

Sevgiyle kalın pıtırcıklarım. Bol bol gezin eğlenin. Ben evimde kalmayı tercih ediyorum çünkü orası bana dışarıdan korunma imkanı veriyor. Bilgisayarımın başına geçiyorum ve hayatla tüm bağlantımı kesiyorum. Araya laf girdi; ne söylediğimi unuttum bak gördün mü? Neydi? Neydi? Neydi? Hah, hatırladım! Sevgiyle kalın pıtırcıklarım. Anneniz sizi çok çok öpsün. Pazar dönüşü şeker getirsin ama aç karnına yemeyin iştahınız kaçar. Bol bol taze sıkılmış meyve suyu için bir de terli terli su içmeyin. Ben hariç kimsenin keyfinizi kaçırmasına izin vermeyin bir de. Öptüm gözlerinizden.

Polat Alemdar Vecizesi de Yazdım Sonunda

Dinlemeyin beni, kapayın kulaklarınızı. Görmesin gözleriniz yazdıklarımı. Sırlarımı ifşa edeceğim bugün, ama bilinmesin istiyorum.

Şu gürültü bir dinse. Neyin kavgasını veriyorlar bir bilsem. Hoş bilsem susarlar mı? Susmazlarsa toplayamam ki aklımı. Zaten yarım yamalak çalışıyor kafam onu da bunların eline bırakmak...

Ah, sırlarım! Onları mı bekliyorsunuz siz? Numaraydı o. Dikkatinizi çekmek için söyledim. Sormasanız açıklamaya niyetim yoktu bu numarayı. Sorana kadar merak içinde kalmanızı isterdim ama fazlasıyla meraklı çıktınız. Oysa hepiniz bilirsiniz "iki kişinin bildiği sır değildir".

Sağ Sol Davası

Düştün. O gün biliyordun bir daha kalkamayacağını. Yine de inat ettin. Belki dedin; belki sol ayağım da destek verirse sağ ayağıma, sol dizimden de kuvvet alırsa sağ dizim, sol yanım sol yanlığını bilir de sağ yanımın ona ihtiyacını anlayabilirse kalkarım. Oysa biliyordun kalkamayacağını. Sol yanından sağ yanına hayır gelmeyeceğini çünkü sağ yanının sol yanından alabileceği her şeyi aldığını, az ya da çok bununla yetinmesi gerektiğini ve daha fazlasını hiçbir zaman hiçbir şekilde elde edemeyeceğini adın gibi biliyordun. Şimdi sağ yanınla doğrulmaya çalışıyorsun. Arada belki acıdığından belki üzüldüğünden belki de eski günlerin ve içinde kalan birazcık sevginin hatrına sol elin tutuyor sağ elinden birkaç saniyeliğine. Bırakınca yine düşüveriyorsun elbet, öyle çöküp kalıyorsun olduğun yere.

Aslında kalkmayabilirsin. Daha önce de düştüğün oldu, defalarca. Kiminde hiç kımıldamadın, tenezzül dahi etmedin çırpınmaya. Ah, ah keşke sol yanın kendine başka bir sağ yan bulsa da bu defa da çırpınmasan kalkmak için. Nasılsa alışkınsın sen sol yanın olmadan yaşamaya.

Eskilerden kalma, reklam müziğinden bozma saçma sapan bir tekerleme geldi aklıma.
"Anana babana
Soyuna sopuna
Nuh'un Ankara"

Şimdi ben de sağıma soluma...

Maske

Ben bu günlüğü neden tutuyorum? Ne anlamı var şuraya yazdıklarımın? Başımdan geçenlerin özetini iki üç günde bir buraya aktarmaktan başka ne yapıyorum? Koskoca bir hiç. Oysa insanlar fikirlerini yazıyorlar günlüklerine. Ah, ben de yazıyorum değil mi? Siktiğimin zırvalarına ne kadar fikir denebilirse o kadar yazıyorum fikirlerimi, haksızlık etmeyeyim kendime.

İnsanlar bir de başkalarına söyleyemediklerini yazıyorlar günlüklerine, üstü açık yahut kapalı. Diyalog halinde anlat(a)madıklarını günlüğe yazarak belki rahatlıyor belki de düşüncelerini derli toplu hale getirmeye çalışıyorlar. Benim yazdıklarımı burayı okuyan herkes zaten biliyor. Bir tek Stajyer'le düzenli görüşmüyoruz ona da haftalık bir rapor gönderirim ben. Benim bilmediğim takipçilerim varsa ses etsinler, elim değmişken onlara da göndereyim haftalık raporlarımı.

Çok boşboğaz bir adamım ben, kendimle ilgili her boku anlatıyorum. Ulan bir de sırlarım varmış gibi davranılmıyor mu bana -veya ben öyle davranmıyor muyum-, deli oluyorum. Öyle olsaydım daha güzel olurdu, değil mi? Ne diye anlatırsın ki mesela artık ciddi ilişkiler peşinde olmadığını. Hiçbir halt yiyemeyeceğini çünkü kızların senden hoşlanmadığını, konu kadınlar olunca o da pek düşük ihtimalle gerçekleşecek olan tek şansının günün birinde sende eskaza bir bok bulup sana tutulacak bir bahtsız bedevi olacağını bile bile çapkın adam ayaklarına yatmanın alemi nedir mesela? Konu dağılıyor, farkındayım ama şu "teoride var pratikte yok" ayaklarıma da saydırmadan geçemeyeceğim; üzgünüm. Teoride varmışım, peh. Kaç senedir varsın ulan teoride bir kez olsun pratiğe dökemedin mi işi? Kimseye anlatamayacak kadar kepaze olduğun başarısızlıklarının haddi hesabı yok, bu işleri bildiğini hangi yüzle iddia ediyorsun? Siktir git bi çay koy!

Sana gerçekten iyi olduğun bir yönünü söyleyeyim mi? Yılların eskitemediği usta bir oyuncu, kendine güvenen adam rollerinin aranan ismisin. Çok ciddiyim bu konuda. Hakkında yapılan her yorumu en ince ayrıntısına kadar inceleyen; her cümlenin, her kelimenin altında yatanları bulmaya çalışan; en ufak bir olumsuzlukta morali sıfıra vuran biri olduğun halde herkesin kafasında kendinle ilgili tam tersi bir imge oluşturabilmene hayranım doğrusu. İçindeki her pisliği dışarı vurarak kendiyle barışık insan imajı çizmek için çırpındığını ama gösterdiklerinin bin katını kendine sakladığını, bunu da yüzün tutmadığı için değil daha fazlasının bu imaja zarar vereceğini bildiğinden yaptığını hiç itiraf ettin mi? Öyle arada lafa karıştırdıklarını itiraftan sayma bana, kimsenin inanmayacağını bildiğinden söylemedin mi tüm onları? Şimdi de burada artist artist laflar ediyorsun.

Misafirlerimizden Hediye

Dört gündür evimizde iki Polonyalı bir Fransız üç misafirimiz vardı. Misafirleri nereden buldunuz demeyin, uzun bir hikaye. CouchSurfing diye bir site var, ordan bul(un)duk diyeyim, siz siteyi ziyaret ederek devamını anlayacaksınız zaten. Yok benden dinlemek istiyorsanız illaki derginin sonraki sayısı için aklımdaki konunun bu olduğunu söyleyebilirim.

Salı akşamı geldiler evimize. Hemen kaynaşıverdik, çok cana yakın çocuklardı gerçekten. Ben pek bilmem ama dostum bir sene Fransa'da yaşadığı için Bruno'nun sıradışı bir Fransız olduğunu söyledi. Onun çat pat İngilizce konuşması, benim arada sırada bir iki cümlelik Fransızca cümle kurma çabalarım iletişim kurmamıza engel teşkil etmedi, gayet güzel anlaştık. Bu sabah İstanbul'a gitmek için yola çıktığında içim hoş oldu gerçekten. Şirine'nin bir gecede Fransızca'yı anlamaya başlamasına ise bir şey demiyorum zaten. (Burada çapkın bir gülücük var.)

Polonyalılar (Robert ve Magda) iki sevgili yola çıkmış dolaşıyorlar, ne güzel ya! İkisi de gayet hayat dolu, konuşkan insanlar. Polonya ve Türkiye'de ortak olan şeyler için bizimkiyle kim kimden aldı atışmaları(!), aynen benim gibi tersinden konuşarak şaka yapmaları falan çok hoştu. Bruno'dan birkaç saat sonra da onlar ayrıldılar evden ama ayrılırken ayakları geri geri gidiyordu resmen. Bizim için de zor oldu, alışmıştık ya.

Giderken bir de hediye bıraktılar bize. Kadifekale'den almışlar, üçü birden. Bruno önceden çıktığı için hediyeyi Robert ve Magda'nın elinden aldık ama arka tarafına üçü birden adlarını yazmışlar zaten. Çok duygulandım. Dört yıldır İzmir'de yaşayan fakat Kadifekale'ye gitmemiş biri olarak biraz utandım da. Hediyeyi hemen duvarımıza astık ve ben fotoğrafını çektim. Aşağıda solda ön yüzünün, sağda arka yüzünün fotoğrafı var. Öyle işte.