Peh

Bildiğin düz memur bile olamadım ya la!

He was gonna put his tongue in!

Buraya en son "Çakma John Coffey" başlıklı bir yazı ekledim. Çoğunlukla olanın aksine bu başlık yazdıklarımla tamamen alakasız değildi. Şöyle ki, orada becerebilsem içimdeki tüm sevgiyi birilerine aktarmak istediğimden bahsetmiştim. (Böyle bir şeydi işte, dönüp bakamayacağım şimdi.) Bu bazen orada kullandığım gibi döküp saçmak şeklinde canlanıyor gözümde, bazen infilak edip yaymak şeklinde, bazen de birine sarılarak kendisini iyi hissetmesini sağlamayı istemek şeklinde -bilhassa üzgün insanlar söz konusu olunca böyle oluyor. Sonra aklıma Jeff geliyor. Hani Julia'yla arşiv odasında karşılaştıklarında onu öptüğünü hayal ettiği sahne. (Meraklıları buradan buyursun.) "What makes you think any woman alive would want your hideous, your revolting, your disgusting tongue?" diyor ya Jeff'in annesi, ben de kendime "Kim senin kendisine sarılmanı istesin ki?" gibi bir şeyler diyorum. (Aslında Jeff için söylenenler kadar olmasa da daha ağır şeyler diyorum ya geçelim onu.)

Bu da böyle bir anımdır işte.

Çakma John Coffey

İçimde yükselen nefreti ve sevgiyi kullanmak için bir yol aradım. İnsanlığın sevgiye ihtiyacı vardı, sevgiyi onlara dağıtım. Her yanım nefretle sarılıydı, nefreti kendime sakladım. Zaten kendimi sevmiyordum, böylesi en iyisiydi. Sonra... Olmuyormuş öyle. Kendini sevmeyen kimseye sevgi veremiyormuş. Yine de elimde olsa sahip olduğum tüm sevgiyi saçıp dökmek isterdim. Yeter ki... Yeter ki bir kişinin olsun kendisini iyi hissetmesini sağlayabileyim. 

İyi

İnsanın yaptığı her şeyde bir sorun olma ihtimalini düşünmekten ve haliyle kendini suçlu hissetmekten kurtulması güzel bir şeymiş. Belli bir eylemi yapınca bir müddet önce eylemin gereksizliği yüzünden canım sıkılırken şimdi hiç takmayabiliyorum. İyi bu. "İçimden geldi ve yaptım işte, kimseye bir zararım yoksa sorun da yok." deyip geçebiliyorum. İyi bu, iyi.

Hastistanbul

Eveet, İstanbul ziyaretimi birkaç gün daha uzattım ve bu ziyaretlerin olmazsa olmazı hasta olma meselesini de gündeme almış oldum böylece. Takvime uysam son üç yıldır ilk kez İstanbul'a gelip de hastalanmadan dönmüş olacaktım ama... Neyse, geçmiş olsun dileklerinizi ilettiniz sayıyorum. Öpmedim anacım, siz de hasta olmayın.

(Bu ne saçma başlıktır yav!)

Ossekiz

Otuz sekizden geriye doğru sayıyorum. Neden otuz sekiz bilmiyorum. Ne için geri saydığımı da... Sadece otuz sekizden geriye doğru sayıyorum. Düzenli aralıklarla düşmüyor sayılar. Yani günde bir, haftada bir, ayda yılda bir vesaire değil azalma süresi. Öyle kafama estikçe otuz sekizden geriye doğru saymaya devam ediyorum. Nerede kaldığımı hatırladığım da söylenemez çoğu zaman. Herhalde, diyorum, yirmi yedide kalmışımdır. Yirmi altıdan devam edeyim öyleyse. Bir gün sıfıra ulaştığımda ne olacağına dair hiçbir fikrim yok. Otuz sekizden geriye doğru sayma fikri sanırım yetiyor bana.

Otur

Üç sene sonra işsiz bir bayram geçiriyorum. Evet, buraya yazmamıştım, ay başından beri işsizim. Tercihli bir işsizlik gibi oldu. "Siz kovamazsınız ben istifa ediyorum." ile "Sen istifa edemezsin biz kovuyoruz." arasında bir şey. Neyse, uzun lafın kısası boştayım. Bakınıyorum bir şeyler, kamu kurumlarında sınavlara falan giriyorum, gireceğim. Bu meseleyi konuşmak istediğimden emin değilim, geçelim.

Konuşacak başka bir şey varmış gibi yazdım ama aslında yok. Bayramı İstanbul'da geçiriyorum ama evden çıktığım yok. Ekmek falan almaya çıkıyorum o kadar. İşten ayrılıp Ankara'ya gittiğimden beri yaptığımın aynısını şimdi burada da tekrar ediyorum. Belki yarın ve Pazar günü biraz gezintiye çıkarım, bilemiyorum. Görülecek bir iki arkadaş var, müsait olurlarsa onlarla görüşebilirim. Olmadı belki bir günü kendi başıma dolaşmaya ayırabilirim. Onun dışında evdeyim. İzmir'de bisikletle yaptığım yolculukları düşünüyorum da son bir aydır evde oturmaktan eklemlerimin kütürdemesine şaşmamak gerektiğine karar veriyorum.

Boş

O denli boşalmış ki içim üfleseniz yıkılırım. Yıkılır ve umursamam. Zira umursamanın gerek şartı dolu olmakmış. Bense içi karbondioksitle dolu bir balondan daha boşum. Pis bir hava bile yok içimde, ama ne hikmetse açık hava basıncıyla ezilip yok olmuyorum. Şu iskelet, ne dayanıklı şeymiş mübarek. Zannediyorum insan ne kadar ruhsuzlaşırsa ruhsuzlaşsın bedeni bir şekilde varlığını devam ettirmenin yollarını arıyor. Yoksa ben şimdiye çoktan...

Her şeyin bir zamanı

Benim dermanım yok.

Olunca görüşürüz.

Kara

İçimden hep karanlık üzerine yazmak geliyor. Cinayetler, intiharlar, sıradan ölümler, hastalıklar, depresyon, ihanet, kıskançlık, kavga, yoksunluk... Daha başka akla gelebilecek ne kadar istenmeyen hal varsa onun üzerine yazmak istiyorum. Aksi elimde değil gibi. Hep bir kasvet arıyorum hikayelerimde şu sıralar. Güzel şeyler düşünmek istediğimde beceremiyorum. Bu son dediğim yanlış oldu. Güzel şeyler hakkında yazmayı düşündüğümde beceremiyorum demeliydim. Aklıma peş peşe sıralayabileceğim üç cümle gelmiyor. Çok mu karamsarım yahu?

Pencere

Pencere garip şey. (Şu sıralar da her şeye garip diyorum. Amma şaşırıyorum yahu! Yahut kelimeleri unuttum her şeyi garip olarak nitelendiriyorum.) Pencere sana yalnızca meselenin bir kısmını görme imkanı sunuyor. Sen de göz önündeki hususu görebildiğin kadarıyla değerlendirebiliyorsun. Başka bir pencereden bakınca başka bir manzarayla karşılaşıyor, başka bir değerlendirme yapıyorsun. Bir odanın dört yöne açılan dört penceresi olsa, hangi pencereden baksan onu görüyor ve onu konuşuyorsun. Ne ki biz ademoğulları buna mahkum gibiyiz. Çatıya çıkmaya ve manzaraya 360 derecenin tümüyle bakmaya ya yeterli donanımımız yok ya da alışkın değiliz. Bilemiyorum.

Ha ben şimdi ne anlatmak istiyorum aslen? Benim penceremden haksız görünen kendi penceresinde gayet haklı yahu! Benim suçladığım kendince masum. Haliyle benim bela bulsun istediğim beladan münezzeh olmak arzusunda. Böyle mi bu işler? Böyle.

Sonra birden bana a' aaaa!

"Bu saatte nereden aklına esti yahu!" diye dalga geçmeyecekseniz şunu söylemek istiyorum. Doksanlara uzandım efendim şöyle bir. Zamanın ünlü şarkılarını dinliyorum youtube'dan. Rastgele. En yenileri bile on beş yıla yakın bir zaman öncesinden sesleniyor. Ben o şarkıları söylemesem bile duya duya ezberlediğimi biliyorum. Hepsine eşlik edebiliyorum şu an. Yaşlanıyoruz azizim. Saçımda çoğalan beyazlar kadar çarpıcı oldu bu saatte.

Falan filan fişman

Hayat ne tuhaf, bisiklet falan. Uykusuzluk olmasa (ve yol yorgunluğu) çıkıp dolansam biraz. Öyle hızla ve iş görme amaçlı değil, nazlı nazlı gezme amaçlı. Dün üşürken kat kat giyindiğim bir yerden bugün bisiklet üstünde biraz rüzgar yerim belki dedğim bir yere geldim. Hayat tuhaf işte, bisiklet filan. Dün kat kat giyiniyor yine de giyinmek istiyordum, bugün soyunuyor ve derimden dahi kurtulmak istiyorum. Dün üşümeme rağmen elimdekinin kıymetini biliyordum ama kıymet bilmek için biraz geç kalmıştım. Hayat pek tuhaf, sıcak soğuk fişman.

Ah canııım!

İster. Aşık insan, sevdiği yanında olsun yeter, başına gelebilecek her şeyi ister. Gözü kara olur garibanın. (Gariban ya, ne sandın?) Görmez sevdiğinden başka bir şey. Görse de görmezden gelir. Bile bile aldanır gerekirse. (Yazık la kimin çocuğuysa!)

Büyük Lokma Yeme, Niye Yiyorsun?

Hayatım boyunca büyük sözler ettim ve hayatım boyunca büyük sözlerden nefret ettim. Şuncacık ömrümü bile kocaman, upuzunmuş gibi ifade edişimde dahi aynı büyük söz tonu gizli. Bendeki bu Yavuzvari çelişkinin ne kaynağına ne de çözümüne dair bir fikrim var. Bunun üzerine düşünmek bile aklıma gelmedi hatta. Kendimi aynı anda hem büyük söz söylerken hem de büyük sözlerden nefret ederken buldum hep. Büyük söz etmeden duramadığım için (kendimi önemli hissettiğimden ya da öyle göstermek istediğimden olsa gerek bu) hep kendimle çelişme ve çekişme halinde oldum bunca zaman. Sürekli olarak kendimi yalanlayıp durmamın yahut konuşurken birden durup saçmaladığımı düşünmemin sebeplerinden biri bu. (Daha pek çok sebep var, tek sebep buymuş gibi göstermeye çalışmayayım.) Neyse, meselemiz bu değildi.

Lafa böyle girdim çünkü büyük bir laf edecektim ama durduk yere büyük laf etmiş olmayayım, bari bundan ne kadar hazzetmediğimi de söyleyeyim dedim. Şimdi efendim, burada bir ara yazmaya başladığım "Bir Kitap Okudum" etiketli yazılardan uzun zamandır yazmadığımı fark ettim ve yeni bir tane eklemeyi denediğimde artık içimden gelmediğini gördüm. Bu muhtemelen bir daha bu yazılardan yazmayacağım demek. (Gördünüz, laf küçüldü biraz. İlk başta sadece yazmayacağım diyecektim ama sonradan büyük söz söyleme üzerine konuşunca araya bir "muhtemelen" ekleyip ifadeyi yumuşattım.) Aynı durum anket yazıları için de geçerli. Herhalde iki hafta olmuştur son anketin süresi biteli ama hakkında yazmak hiç gelmiyor içimden. Şu sıralar "komiklik, şakalar" kafasında olmadığımdan herhalde. Aman, neyse işte. Çok umurundaymış gibi insanların bir de bunlardan bahsetmiyor muyum, al işte bu da büyük konuşmak değil ama kendini önemli hissetmekle alakalı. Yukarıda belirttiğim pek çok başka sebepten biri.

Güdü güdü baba

Sorunu buldum ben. Hangisini mi? Hangisi olduğunun ne önemi var? Sorun işte, sorunlardan bir sorun. Nasılsa buldukça hatta çözdükçe bir şey değişmiyor. Ne diyordum? Sorun benim bir kısa hikâyeden roman çıkarmaya çabalamamdan ileri geliyor. Dur, ben sorunun sebebini söylemiş oldum kendisini değil. O zaman şöyle diyelim, sorun benim kısa bir hikâyeden roman çıkarmaya çalışmam. Haliyle bir yerde tıkanıyorum. Gazla çalışan bir mahluk olmam dolayısıyla da tıklandığımda beni harekete geçirecek bir güdüye ihtiyacım oluyor. Hani o güdü? Yok.

.

Derdimi yazacağum komar yapraklaruna
Okurken aksun yaşlar da duşsun yanaklaruna



Yığdın bu dünyanın malın dövletin

Ellini aşırdın yüze ne galdı


http://www.facebook.com/video/video.php?v=430301719077

Kend-ime

Batıyorum, batıyorum, bat...

Vodafone'a açık mektup (deeermişim!)

Sevgili Vodafone,

Açık mektuba sevgili diye başlanmaz ama madem açık mektup deeermişim, sevgili de deeeermişim. Gene kendimle kendimin arasına girdim, dur baştan alayım.

Sevgili Vodafone,

Başka operatörlerin müşterilerini çekmeye çalışmanı anlıyorum. Bunun için vaktiyle sizin müşterin olan numaralara mesaj göndermeni doğru bulmasam da onu da anlıyor hatta anlayışla karşılıyorum. Bir mesaj diyorum, ses çıkar, bakarsın, geçersin. Çok da mühim değil. Lakin canım (a ince, şapkalı, lakin ben şapkayı koymadım, neden bilmem) Vodafone, neden gecenin bir yarısı bu mesajlardan gönderirsin. Sabah ekşi'de gördüm, insanlar sabaha karşı gelen "Faturanız e-posta adresinize gönderildi." minvalindeki mesajlardan şikayet etmiş. O bile saçma ya, gecenin tam ikisinde şu mesajı (imlaya dokunulmamıştır) alan ben ne yapayım: "Operatorunuzde 15TLye HERYONE 500dk konusabiliyor musunuz?Hattinizi Vodafone faturasiza tasiyin, 15TLye HERYONE 500dk konusun! Detaylar Vodafone Cep Merkezlerinde"

Neden böyle yapıyorsun sevgili Vodafone? İlla telefonu kapatıp mı yatayım geceleri? Önemli bir haber gelir diye değil de alışkanlıktan açık tutuyorum telefonu; alışkanlıklarımı mı değiştireyim senin yüzünden? O değil, bu nasıl bir ayartma taktiği mübarek? Kendine müşteri mi arıyorsun fuck buddy mi? Hani niyetin oysa, üzgünüm, şu sıralar beni siken sikene, bir de senle uğraşamam. Seviyeli bir birliktelik peşindeysen onu anlarım da olmayacağını ikimiz de biliyoruz. Daha önce de denedik, yürümedi.

Üfff, sıkıldım.

Öptm, bye.

Nafile

House

House bitti lan! Başka da bir şey demem.

Dört saat sonra: Vazgeçtim lan! Derim elbette. Son bölümü izledim izleyeli içime öküz oturmuş gibiyim. Çok mu vurucuydu bu bölüm? Değildi. Çok daha okkalı sezon finalleri izletti bu dize bize, yedi ve sekizinci (son) sezonları saymazsak. Sezon açılışları da hayli etkileyici olurdu. Ara ara sezon ortalarında da öyle bölümler olurdu ki ağzıma sıçardı resmen. Hatta Wilson'ın kanser olduğunu öğrendiğimde bu finalden daha fazla etkilenmiştim. Bu bölümün özelliği neydi peki? Ne olacak, finaldi işte. Bitti yani. Resmen hayatımdan bir parça eksilmiş gibi. Ben iki buçuk yıldır izliyorum. İzlemeye başladığımda yeni bölümlere bir haftaya kalmadan yetişmiştim. Benden çok daha uzun süredir izleyenleri düşünüyorum da... Şimdi House'un yerini ne tutacak? Bambaşka bir diziydi hakikaten. House bambaşka bir karakterdi. Gecenin karanlığında gözüne far tutulmuş gibi yapardı kimi zaman adamı. Özleyeceğim vallahi.

Ha bir de, şimdilik Mentalist'le idare edebilirim. Birbirinin yerini tutacak diziler değil ama -House'un insanın bencilliğini suratımıza vuran tavrı yok Jane'de- ne yapalım. Sherlock da var tabii, unutmayalım. House'un ilham kaynağı olduğu defaatle yazılıp çizilen Holmes'un Steven Moffat parmağı değmiş versiyonu. Gel gör ki amcamlar üç bölüm veriyorlar film tadında, sonra bekle ki kafalarına essin de yeni bölümleri versinler.

Hafızam biraz kuvvetli olsa beni en çok etkileyen sahnelerden birkaçını dizerdim buraya ama benim kafa öyle işlemiyor maalesef. Ne yapalım, kalsın böyle.

Tente-res'en

İlginç olan ne biliyor musun? (Bayılıyorum şu tür laflara. Bir ara "Ne var biliyor musun?" vardı, ben de kullanıyordum. Böyle bilgiç bilgiç, Amerikan filmlerinden fırlamış gibi. Bu da onlardan oldu. Ulan gene konuyu dağıttım!) Vaktiyle seni derinden etkilemiş bir şeyler var diyelim. Bir olay, vaziyet, bir kişi hatta. Böyle anın harareti içerisinde bir süre önemseyip sonra aklından çıkacak türden değil, gerçekten etkilemiş şeyler bunlar. Aradan zaman geçince (zamanın uzunluğu da biraz ne kadar derinden etkilendiğinle biraz da o etkinin kaybolması için gerekenlerle ne kadar zamanda karşılaştığınla -biraz da belki başka şeylerle şimdi aklıma gelmeyen- alakalı)dönüp o şeyi yeniden gözden geçirdiğinde yahut  bir vesile ile o şeyin (şey şey diyorum da kişi de olabilir demiştim, kişiyi nesneleştirdim ama cümle öğesi olarak nesne olabildiğine göre kişi şey olabilir bence -misal "Bugün yolda Ahmet'i gördüm.", kimi, Ahmet'i, belirtili nesne (İnşallah belirtili nesnedir, değilse paparayı hak ettim.)- neden olmasın) güncel haliyle karşılaşınca insan ne "Bu muydu yahu!" diyebiliyor ne de o zamanki gibi etkileniyor. "Bu muydu yahu!" böyle derinden etkileyen şeylerden daha ziyade anın hararetiyle etkilendiğimiz şeyler için kullanılan bir ifade gibi. Aynı etkiyi beklemekse saçma biraz zaten. Ben şimdi "Amaaan, benim konuştuklarım çok mu mantıklı sanki? Saçmalıyoruz işte hepimiz." diyeceğim, sonra burayı okuyan paşamlardan biri (paşamlardan, ne olmuş yani!) (ha bir de, paşamlardan kaçı okuyor ki la burayı?) çıkıp "Yav güzel güzel başlıyon bir şey anlatmaya, sonra kestirip atıyon, içine ediyon." diyecek. O değil de ne çok parantez, tırnak, kesme işareti kullandım ya! Okurken içiniz şişmiştir, uzatmayayım. He he he. Hatta "Ha-ha" (Ayıptır söylemesi Tehlikeli Oyunlar'ı yeni bitirdim, göndermemiz olsun değil mi?)

İyi çocuktu nafile, geçmiş olsun.

Başım ağrıyor. Şu an fiziksel bir ağrı var başımda, aklıma bu cümleyi kurmayı getiren de o ama esas kastettiğim baş ağrısı başka bir şey. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Sanki beynimdeki binlerce/milyonlarca/milyarlarca hücre (beynimde kaç hücre vardır bilmiyorum ama belki bir yüzde onu kadarı) kısa zamanda öldü ve yerine yenileri oluşmadı. Beyin hücrelerim kendilerini yenilemeyi bıraktı sanki. Beyin hücrelerim giderek azalmaya, beynim giderek küçülmeye, yoksunluk krizine giren başım ağrımaya, baş ağrısı da esasen git gide aptallaşmamın bir emaresi olarak... Ne diyorum ben Allah aşkına! Aptallaşıyorum diyorum. Bırakın aklımdakileri cümlelere dökmeyi, cümlelere dökülmüş olanları bile anlamakta güçlük çekiyorum son zamanalarda. Anlıyorum ama konuşamıyorum evresini geçtim, tam anlayamıyor uyduruyorum evresine geldim. Yakında hiç anlayamazsam diye korkmaya da başladım. Beni değerli kılan, hele hele dışarıdakiler için fark edilir olan tek özelliğim (tek iyi özelliğim mi deseydim, zira her şeye söylenmem de gayet fark edilir ama hayırla anılmaz) da güme gidince...

Gide gide...

Yahu kimse de demiyor ki aga bu nedir!

Böyle yaparım girişi afallar kalırsınız işte. Düşünün durun şimdi bu dediğim ne. Lassie size bir şey anlatmaya çalışıyor, hadi bakalım. Kullandığım bu ukala tondan anlamanız lazım burayı sık takip ediyorsanız ama fazla da kıvrandırmayacağım sizi. (Şuna uzatmak zor geldi demiyorum da...) Anketten bahsediyorum tabii.

Sayısal değer falan verilecek bir anket mi bu Allah aşkına? Makul anket yapınca üç oy çıkar, buna yedi kişi on oy vermiş. Hasta mısınız mübarekler? Gide gide diye başlayan bir söze "André Gide" diye devam eden dört arkadaş, bu neyin kafası? Gide gide André Gide olmak mı istiyorsunuz, gide gide André Gide mi olacağımı ima ediyorsunuz, yoksa André Gide gitsin mi istiyorsunuz? Açık konuşun.

Kardeşlerim! "Gide gide bir söğüde dayandım" türküsünü hatırlayan yoldaşlar. Gide gide deyince otomatikman "bir söğüde" şıkkına eli giden iki kişi, var olun! Sizler, bu ülkenin kültürel değerlerine hak ettikleri kıymeti veren, yüce insanlarsınız. Bu memleket sizin gibiler sayesinde özünü unutmayacak, sizin gibiler sayesinde yolundan sapmadan ilerleyecek. Durmak yok yoldaşlar, yol bizi bekler! (Ne gaz verdim be!)

"bu gidişin sonu kötü" diyen iki realist kişi, sizi sevdim. Böyle ileri görüşlü olmak gerek. Gide gide de nereye mübarek. Hele bir otur soluklan değil mi? Sana olduğun yerde dön dolan diyen yok da az biraz önüne bak. Kaldırmışsın kafayı, git ha git, git ha git... Sonu nereye varacak sorarım sana. Arkadaşlar da soruyor bak. Hatta sormakla kalmıyor uyarıyor seni, bu gidişin sonu kötü diye. Söz dinle azcık. Ha şöyle!

Gide gide "yol bitti" diyen iki arkadaşım, üstte sözünü ettiğim iki kişiyi ne kadar sevdiysem size de  o kadar gıcık oldum. Ne demek yol bitti! Yol hiç biter mi? Aşk biter yol bitmez. Bütün yollar Roma'ya çıksa, sen de kalkıp Roma'ya gitsen gene bitmez. Başka yola saparsın, ne olmuş yani! Yol tıkanır, geri döner elbet bir kavşaktan başka yola girersin. Böyle karamsar olmayalım lütfen. Yoksa karamsarlıktan değil de tembellikten mi sizinki? Doğruyu söyleyin bak, kızmayacağım.

Eee, bunun da sonuna geldik. Şimdi ne olacak? Elbette yeni anketleri bekleyeceksiniz ne olacak.

Selametle...

Gara Gözün Ay Balam

Uzun zamandır şarkı türkü paylaşmıyordum burada. Şunu dinleyiverin de benim gibi keyiflenin biraz istedim.


Manasız

Bazen yaptıklarım o denli manasız geliyor ki kendimi yeniden ergenliğe girmiş gibi hissediyorum. Leyla ile Mecnun'da Arda diyordu ya böyle boşlukta salınmak istiyorum diye ve ekliyordu liseye mi dönsem acaba diye, o vaziyetteyim. Yapmak zorunda olduklarımı kastetmiyorum bununla sadece, normalde severek ve isteyerek yaptığım şeyler için de bu hisse kapıldığım oluyor. Çalışmak (iş manasında), ders çalışmak, KPSS'ye çalışmak gibi zorunlu olanların yanı sıra ney çalışmak da manasız geliyor. Hadi bunlar emek isteyen şeyler ondan diyelim; eskiden keyif aldığım yemek yemek uzun zamandır zorunluluktan yapılan manasız bir şey halini aldı, kitap okumak, film-dizi izlemek, dergiye ya da bloga bir şeyler yazmak hiçbir anlam ifade etmiyor kimi zaman. Gayet hevesle aldığım ve gayet keyifle kullandığım bisiklet bile kimi zaman fuzuli bir masraf olmuş gibi geliyor, üstelik daha alalı iki hafta olmamışken. Arda gibi ben de liseye dönmeyi yeniden düşünebilirdim ama geçen KPSS başvurusu için Salih Dede'ye gidince gördüm ki lise yeni baştan çekilmezmiş. Ben tekrar üniversiteye dönmek istiyorum. Tadı çıkarılabilecek en güzel zamanlardı onlar galiba. Eski fotoğraflara bakınca mı böyle oldu acaba?

Hüzkar

Hayat ne tuhaf, hüzünler falan. Böyle yüreğe çöreklenmeler, omuzlara yüklenmeler... Belki de hiçbiri. Bunlar çok ağır. Daha hafif yükler, daha belirsiz duygular... Hüzün değil sanki, hüzne benzer bir şeyler ama hüzün değil. Efkar belki. Efkar ile hüzün arasındaki fark nedir? Efkar sebepsizlik hissi veriyor sanki, biraz da belirsizlik. Yoğunluk hususunda belirsizlik. Bazen çok yoğun bazen az yoğun bir hal sanki efkar. Bana öyle geliyor en azından. Neyse. Demem o ki -ki ara ara diyorum bunu başka kelimelerle- böyle ara ara efkar basıyor, bir şarkıda, bir hikayede, bir şiirde, bir filmde, bir dizide vesaire geçenler yüzünden. İyi mi kötü mü bilemedim bu vaziyet. Kurtulmak mı gerek, kulak üstü yatmak mı?

Hayat ne tuhaf, efkar falan.

.


Meczup olaydım da kimse bana "neden" demeyeydi.


Bir dost

Pisiklet

Çocukluk yaram kaşındı, altından canavar çıktı sevgili blog. Bisiklete binmeyi yeğenimin pinokyosunda öğrendim ben. Öyle çok da öğrenemedim zaten. İki haftada bir evci çıkar, gittiğimde de bir saat falan anca kullanabilirdim. Öyle uzun izin alamıyorduk yeğenle ki doya doya binelim. Güzel maceralarımız oldu ama yine de. Engebeli bir arazide bisikletin selesi başımın hizasına gelecek şekilde şaha kalmışlığı, arkada oturan yeğenin göt üstü düşmüşlüğü var. Bilyeler sıkışınca zınk diye duran bisikletle takla atmışlığımız var. Yeğenin o külüstür pinokyoyla komşu köye kaçmışlığı da var ama ona ben dahil olmadım tabii.

Bisiklete binmek çok hoşuma giderdi. Kendi bisikletim olsun da doya doya bineyim diye çok istemiştim. İnegöl de düz bir yer olduğundan bisiklet sayısı bir hayli fazla. Gördükçe istiyor insan. Gel gör ki yurtta kalıyorum. Alsam koyacak yerim yok, koysam yurttakilerden kurtaramam. Bir tur binenler, bir tur deyip bırakmayanlar, hatta hiçbir şey demeyip kafasına göre alıp gidenler... Ne ararsan olur. Aldığına alacağına pişman eder seni. Çok sürmez bozulur zaten. Ha de ki bunlar olmasa alacak paran var mı? Harçlıklarımdan biriktirir bir sene sonra da olsa alırdım yine. Hiç unutmam bir arkadaşım 11 milyona satarım sana demişti bisikleti. Üç ay sonra alabileceğimin hesabını yapıyordum. Neyse, alamadım elbette, kaldı öyle.

Aradan kaç sene geçmiş, ben bisiklet alma isteğimi bile unutmuşum. Ortaokul bittikten sonra bisiklete kırk elli metreden fazla binmemişim. Geçenlerde bizim deli anlatması uzun sürecek bir hikayeyle bizim eve iki bisiklet getirmiş oldu. Şöyle bir bisiklete binelim dedi, aldı beni Konak'a kadar götürdü. Nasıl özlemişim, bir yandan trafikte tedirgin oluyorum, bir yandan hoşuma gidiyor. İki üç hafta geçti, bu Cumartesi "Yarın Sasalı'ya gideceğiz, gelir misin?" diye sordu paşam. Kiralık bisiklet bulursa gideceğimi söyledim. Söylemez olaydım. Buldu. Bisikletler kiralık olunca zaten pek bir şeye benzemiyor. Bir de ben seçici biri olmadığımdan herkes aldı bisikletini ben de sona kalanı aldım. Külüstür bir şeydi ama frenleri iyiydi Allah için. Neyse. Bostanlı'dan Sasalı'ya bisiklet yolu var. İlk bir iki kilometre yürüyenler falan var, sonra kimseye bulaşmadan tatlı tatlı devam ediyorsun. O günün etkisiyle içime bisiklet alma hevesi düştü. Alacağım galiba.

Öyle işte.

Böyle anket olmaz olsun!

O kadar olmaz olsun ki anketin sorusunu başlığa yazmayayım. Allah bin belasını versin böyle anketin. Allah davul etsin. Top etsin. Yok etsin.

Hop hop hop! Ben kendi anketime bela okuyorum arkadaşım, size ne oluyor. Anket benim değil mi istediğimi derim. Siz diyemezsiniz. Akıllı olun! Hem ne varmış anketimde. Belki geri bildirim istedim. Bilmek hakkım değil mi en çok hangi yazıları sevdiğinizi? Neremi sevdiğinizi çatır çatır söylediniz değil mi? Ah sizi gidi sizi... İlla böyle bir komiklik şakalar, bir alengirli havalar istiyorsunuz değil mi? İşiniz gücünüz goygoy, ben daha ne diyeyim size.

O değil de, harbi böyle anket olmaz olsun ya! "En çok hangi etiketle yazdıklarımı seviyorsunuz?" diye anket sorusu mu olur? Ne deseniz haklısınız anacım, devam edin. Zaten hepi topu iki kişi oy kullanmış, onlardan biri de dört seçeneğe birden oy vermiş. (Bir kişinin dört seçeneğe birden oy verdiğini sadece o oyladığı zaman gördüğüm için biliyorum yoksa anketin kim neye oy verdi gibi bir özelliği yok.) Öyle beş ayrı oy var gibi görünüyor ama altı üstü iki oy var. Ben o iki arkadaşı beni bu halimle seven kişiler olarak bilip siz diğer çıkarcı takipçilerimi memnun etmek için gerekirse soytarılık bile yapacağımı buradan duyurmak isterim.

Ay sıkıldım. Dön dolaş aynı yere geliyorum da ne biçim anketse yazısını hazırlamaktan kaça kaça helak oldum. Şimdi de verilen oyları yazmaktan kaçıyorum sanki. Hadi bir çırpıda yazayım da çıksın. Efendim toplam dokuz seçenekten (dokuz etikete karşılık dokuz seçenek) dördü oy almış bulunmakta. Oy veren iki arkadaş tarafından da beğenilen seçeneğimiz "Bence Ben de Herkes Gibiyim" olmuş. Kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. Birer oy alan diğer seçeneklerimiz de "Kesmece", "Kişisel" ve "Tez Günlüğü" olmuşlar. Onlara da mansiyon falan verelim artık. Adlarını zikretme gereği bile duymadığım diğer beş etiket de gözümün önünden kaybolsunlar bir zahmet. Bir müddet kendileriyle görüşmek istemiyorum. (Bu da kendi içinde çelişen bir durum olmadı mı? Anket yazısı yazarken anket etiketiyle görüşmek istememek...)

Yeni anketin sorusunu düşünmek için süre istiyorum. Bulunca eklerim bir şeyler.

Selametle...

Mem-nun

Hayat ne doğrusal, ne döngüsel. İnişler ve çıkışlarla dolu muhabbeti değil bu. Daha ziyade gittiği bir yer yok deme çabası. Şunu yapacağım deyip yaşamanın bir manası yok gibi. Sonuç diye bir şey yok zira. Ölüm var işte bir nihai durak olarak lakin o da varmaya çalışılan değil bilakis ötelenmeye çalışılan bir şey. Hayat dediğimiz şey aslında günleri ötelemekle ilgili. Dün bitti, bugün bitiyor, yarın bitecek... Elbette bu süre zarfında arzulananlar, konulan hedefler olacak lakin onlara ulaşıp ulaşmamanın da çok ehemmiyeti yok gibi. Haddizatında mesele memnun olup olmamak gibi geliyor bana. Mutlu olup olmamak dahi değil. Mutluluk tuhaf bir şey zira. Herkes iyi kötü onun peşinde gibi. Bana çok da lüzumlu bir şeymiş gibi gelmiyor oysa. İnsan mutlu olmadan da memnun olabilirmiş gibi, mutlu olsa da memnun olmayabilirmiş gibi ya da; öyle bir şeyler düşünüyorum bazen. Memnuniyet daha elzem sanki. Ay amaaan!

A-şık-ol-muş-ca-nım-be-nim

Fragmanda geçen cümle: Buna da sevda diyorsunuz siz di mi?

Üçüncü şahsın yorumu: Tabi mına koyim, ne diyecek. Çükü kalkan kendini aşık sanıyor.

.

Göğsümün çeperini,
Ölümle sınayan esaret,
Ve yüreğimi yararcasına zorlayan cesaret;
Kıyasıya vuruşsun istiyorum!
Koşmak... koşmak istiyorum, sevgilim
Dönemezsem, affet...

Yusuf Hayaloğlu

Kaçma!

Olmayacak hayallere kapılıp o olursa şöyle yaparım bu olursa böyle yaparım diyerek şimdiden olmuş gibi davranmanın manası yok. Bir süredir böyle yaşıyorum ve yarın başım sıkışacak. Olmayacağını bile bile bir umut taşımak iyi ama bunu sorumluluklardan kaçmanın bir aracı olarak kullanmak sonradan daha fazla iş yükü olarak dönecek bana. O nedenle daha fazla gecikmeden harekete geçmekten başka çare yok.

En çok hangi yönümü seviyorsunuz? (aka. neremi neremi?)

Hep merak ederdim bu insanlar benim neyimi seviyorlar diye. Bu insanlardan kasıt sadece burayı takip edenler değil elbette. Buradan kasıt blog ama, karışıklık olmasın. Blog haricinde de beni tanıyan bilen ve bazı yönlerimi seven insanlar neyimi seviyorlar benim? Anlaşılan pek bir şeyimi sevmiyorlar. Ha bunu tahmin etmiyor muydum? Ediyordum. Ediyordum etmesine de sevilecek biri olmadığımı söyleyince "aman efendim estağfurullah", " yok canım onu da nereden çıkardın", "sen de bir tuhafsın", "ay deli" (bu tepkiyi veren de var gerçekten ve hayır, kendisiyle muhabbeti kesmedim, ne münasebet) diyenlerin gazına geldim.

Sekiz tane seçenek sundum mübarekler, birini beğenmezseniz öbürünü beğenin diye, hepi topu beş oy kullanılmış ya. Oy kullananlardan da iki yönümü birden seven hiç mi çıkmaz? Çıkmamış. Çıkana çıkmayana tek tek bakalım bakalım neler varmış bakalım. (Bir daha bakalım dersem benim de icabıma bakalım. Ahan da dedim, hadi şu icabım neymiş bir bakın bakalım.)

"Köfte dudaklarımı" ve "Lokma lokma her yanımı" beğenen kimse yokmuş -ki buna hiç şaşırmadım. Bir kere benim dudaklarım köfte değil. Öyleyse niye koydum? O da benim mallığım işte. Sonra da niye oy kullanmıyorsunuz diye söyleniyorum insanlara. Lokma lokma her yanımı beğenen kimsenin olmaması da sevindirici bir gelişme tabii, blogumu takip eden yamyamlar olmadığını öğreniyorum böylece. Varsa bile kendilerini iyi saklıyorlar demektir, ben olsam karşı koyamaz işaretlerdim o seçeneği.

"Fıstık yanaklarımı" beğenen zat-ı muhterem, iltifat ediyorsunuz. Lakin size katıldığımı da itiraf etmek zorundayım. Ben de çok seviyorum fıstık yanaklarımı. Öyle ki arada kimselere çaktırmadan makas alıyorum. Kimseye çaktırmamaya özen gösteriyorum zira bir iki defa beni bu vaziyette görenlere fena taşak malzemesi oldum. (Zat-ı muhterem diye lafa girip taşak malzemesi ile bitirmek de anca benim yapabileceğim bir öküzlüktür herhalde. Cümle alem (hangi cümle alemse artık, yetmiş milyonun gözü önündeyim sanki) görsün diye silmiyorum.)

"Nüktedanlığımı" seven kimse de çıkmamış -ki buna da şaşırmadım. Benden bırak nüktedanı herhangi bir dan olmaz. Uzak Doğu dövüş sanatlarına olan hevesim de böyle kırıldı zaten. Bir iki kursa yazıldım, hocalar, senden dan olmaz dediler. Dedim hoca dan olmak isteyen kim, bir sarı kuşak bağlasam yeter. Hocalardan biri cevaben sizin kuşak bir tuhaf, git biraz rafadan yumurta ye dedi. Ne demek istedi ben de anlamadım. Öbürlerine gıcık olmuştum zaten hatırlamıyorum bile ne dediler. Üf, nereden geldik buraya. Gençliğim geldi aklıma, duygulandım.

"Öhm!" diyen... Bence de "Öhm!" Henüz senden kimseye bahsetmedim, sen gizli kal canım. Ayrıca özledim, beklerim, öhm!

"Çok sarhoştum, hatırlamıyorum." diyen arkadaş, inan ben de sarhoştum ama senin gibi hatırlamıyorum deyip yan kırmıyorum. İnsan bu kadar da dönek olmaz ki. Hani ben senin her şeyindim, canındım canından yakın. Hani unutursun sanmayayıdım, hani unutmazdın, unutamazdın. Peh, bir daha seninle kafaları çeken ne olsun! (Harbi ne olsun lan? Bilemedim şimdi birden tepki verince.)

"Seni sevdiğimi de nerden çıkardın?" diyen mübarek, şimdi sana bir şey derdim de ağzımı daha fazla bozmak istemiyorum. Zaten anlamadım da ne kadarını bozdum ne kadarı sağlam. Çıkarmadım öyle bir şey. Sadece senin gibi zıpçıktıların araya kaynayacağını bildiğimden göreyim istedim kaç tanesiniz. Sen tek misin yoksa senin gibi olanlar da var ama oy mu kullanmıyorlar. Kaç kişisiniz oğlum, açık konuşun. Korkmuyorum hiçbirinizden. İster teker teker gelin ister topluca. Ayrıca, ne güzel abimizsin sen Murat Kekilli.

Son olarak, "gerizekalılığımı" seven canım ciğerim gözüm, hastasınım, sana diyecek sözüm yok. Sen beni hep bu gerizekalılığımla sev olur mu? En has sevenim sensin. Öptm, bye!

Sevmeli mi Sevmemeli mi?

Bir şeyi çok merak ediyorum. İlla birilerini sevmeli miyiz? Ben mesela kimseyi sevmek istemiyorum, n'apacağız? Kimseyle dolaşmak, vakit harcamak, konuşmak istemiyorum. Bunları yapmak zorunda mıyım? İşten, dersten vs. sonra evimde kendi başıma oturmak, boş olduğu için ses vermeyen kendi kafam dahil hiçkimseyi ve hiçbir şeyi dinlememek istiyorum mesela, nasıl yapalım? Sadece film izlemek, okumak, uyumak istiyorsam niye insanlar bana tuhaf bakmalı. Bunları söylediğimde aslında başka şeyler istediğim ama yapamadığım falan anlaşılmalı mı? "Yalnız kalmayı gerçekten sevsen bunu söylemezdin." diyen birine "Seninle birlikte olmayı hiç sevmiyorum ama işte tuttun kolumdan getirdin, rahat bırakır mısın?" diyebilmem gerekmiyor mu? Niye bu kadar garipseyerek bakıyorlar insanlar bu hallere onu da anlamıyorum. Ben belki telefonda konuşmayı sevmiyorum. Belki telefonda konuşabileceğim kimsem yok. Belki en başta sorduğum soruya cevaben ben kimseyi sevmiyorum. Sevmiyorum arkadaş. Uyuzum, kılım, asosyalim, neysem neyim. Aaa! Gelmeyin ulan üstüme.

.

Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin

Kahverengi

Dün seni gördüm. Biliyorum, sendin o. Kahverengi deri ceketin, kahverengi çantan, kahverengi botların, ama en çok kahverengi bakışlarınla sendin. Bakışlarından önce ceketinden, çantandan, botlarından bahsetmem tuhaf, biliyorum. Ne ki onlar da en az bakışların kadar senden, bakışların kadar senin. Ha bir de beni fark ettiğinde, daha doğrusu ben seni fark edip emin olmak için sana baktığımı fark ettiğinde ağzını kapatacak kadar yukarı çekerek kendini ardına gizlemeye çalıştığın atkın. Sendin o, emin değilim ama biliyorum. Emin olmak için iki üç defa kaçamak bakışlar attım kafamı kitaptan kaldırıp. Olmadı. Yüzüne, hatta genel olarak sana dair hiçbir şey net değil kafamda. Gözlerini gördüm ama o gözler de net değildi. Üstelik sen olup olmaman da çok umurumda değildi. Basit bir meraktan ibaretti emin olma isteğim. Bir nevi "hayat ne tuhaf, otobüste karşılaşmalar falan"cılık işte.

Hafıza

Bazı hatıraları hafızamdan silmek isterdim. Acı verdiğinden falan değil. Şu sıralar öyle depresif havalarımda değilim. Canımı sıktığından hatta midemi bulandırdığından unutmak istiyorum bazı anılarımı. İnsanın bilinçle ortaklaşa işleyen seçici bir hafızaya sahip olmaması ne kötü.

The Talented Mr. Ripley (is not really talented!)

Sinemadan anlamam. (Çok sert bir giriş oldu.) İzlediğim bir film hakkında yapabileceğim yorum "bana keyif ver(me)di"den öteye geçmez. Edebiyatla da "bir kitap okudum" etiketiyle yazdıklarımın altında belirttiğim gibi okumayı sevmem hasebiyle bir nebze alakalıyım. O nedenle bu film hakkında derdimi anlatabilir miyim, söyleyeceklerim ne kadar doğrudur bilmiyorum. Lakin kitap filme uyarlanırken o kadar öyle bir kayma yaşanmış ki sessiz de kalamadım.

Patricia Highsmith'in 1955'te basılan aynı adlı romanından uyarlanan 1999 yapımı film oyuncu kadrosuyla hemen dikkat çekiyor. Matt Damon, Gwyneth Paltrow, Jude Law, Cate Blanchett, Philip Seymour Hoffman ve -benim gibi bir Coupling manyağı için ilk bakışta göze çarpan- Jack Davenport isimlerini görünce (benim bilmediğim fakat önemli başka isimler de olabilir) insan ister istemez umutlanıyor. Üstelik romanı okuyunca filme nasıl aktarıldığını, oyuncuların performanslarını vs. iyice merak etmeye başlıyor. Açıkça söyleyeyim, bende bu merak hayal kırıklığıyla neticelendi.

Oyunculuklar hakkında söyleyecek çok sözüm yok. Benim gözümle iyilerdi. Lakin benim iyi olduğuna kanaat getirdiğim pek çok performans başkaları tarafından topa tutulduğu için bu mevzuda sessiz kalmak daha iyi. Zaten ben oyunculuklardan ziyade filmin geneline takıldım. Bir defa başlıkta ifade etmeye çalıştığım gibi filmi izlerken Tom Ripley'in nesi becerikli diye düşünüyor insan. Sadece ani yalan söyleme kabiliyeti olduğunu görebiliyoruz. Bir de hem kendisinin hem de Richard 'Dickie' Greenleaf'ın yaşadığını göstermeye çalışır gibi yaptığı otel numarası var -ki bu numara da romanda gördüğümüz Tom Ripley'in karakterine pek uygun değil- başka da bir numarası yok. Halbuki romanda ısrarla Tom Ripley'in başkaları gibi davranabilme becerisine vurgu var. Filmdeyse bu husustan neredeyse hiç söz edilmiyor. Tom'un kendini Dickie giBbi tanıtabilmesi neredeyse tamamen İtalyan'ların saflığından (salaklığından) kaynaklanıyor gibi aktarılmış. Tom'un Dicki olmaktan vazgeçip (vazgeçmek zorunda kalıp) tekrardan Tom Ripley olması sonrasında yaşananlarda ise yine becerileri sayesinde değil şans eseri beladan kurtulduğunu görüyoruz.

Bu Tom ve Dickie arasında gidip gelme durumu da filmde layığıyla aktarılamamış kanaatimce. Daha filmin başında Tom kendisini Meredith Logue'a Dickie Greenleaf olarak tanıtır. Ayrıca yine filmin başında Dickie'yi dürbünle gözlerken iki biçimde de yorumlanabilecek bir söz eder: "This is my face." Tom burada aradığı adamı bulduğunu mu ifade etmektedir yoksa en başından Dickie'nin yerine geçmeyi kafasına koyduğunu mu bize anlatmaktadır? İlk işaretle birlikte yorumlayınca ikinci olasılığın daha yüksek olduğunu görürüz. Yine de ne acayiptir ki Dickie'yi öldürdükten sonra onun yerine geçmeye otel resepsiyonunda kendisinin Dickie zannedilmesinden sonra karar vermiştir. Biz ne en başında Tom'un neden kendini Dickie olarak tanıttığına dair bir işaret görürüz ne de daha sonra neden bu en baştakiyle çelişik olarak bir hata üzerine Dickie olabileceğini fark ettiğine dair bir açıklama yapılır bize. Elbette bir romanı filme aktarırken doğrudan her şeye sadık kalmak gerekmez ama filmde Tom'un karakterine dair çelişik bir durum söz konusudur bu noktada. Tom Ripley başına gelenlere ayak uyduran biri midir yoksa bir şeyleri önceden planlar mı belli değil. Halbuki Patricia Highsmith'in anlatısını takip ettiğinizde bir karakterin gözünüzün önünde şekillendiğine, hangi durumda nasıl hareket edeceğinin kestirilebilirliğine şahit olursunuz.

Filmde Tom'un Dickie'yi öldürmesine varan süreç o derece yüzeysel işlenmiş ki beni en çok sinirlendiren husus bu oldu. Filmi izlerken sanırsınız ki Tom Dickie'yi anlık bir öfkenin neticesinde öldürmüştür. Bu öfkenin altyapısı Dickie'nin Tom'a kötü davrandığı birkaç sahne ile ve Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkın karşılığını alamamasıyla doldurulmaya çalışılmışsa da bu romana göre bir hayli yapmacık kalmış. Bir defa Tom'un homoseksüelliğinin filmde bu kadar açık biçimde vurgulanması bana biraz kolaycılık gibi geliyor. Romanda bu yönde anıştırmalar görürüz ama bu Tom'un yaşadığı kırılmanın temelinde değildir. Evet Tom Dickie'yle birlikteyken Marge'ın etrafta olmasını istemez, Dickie'yi Marge ile öpüşürken gördüğünde bu sahneyi tiksindirici bulur, Dickie'ye hayranlık ve öfke karışımı bir duyguyla yaklaşır falan, hatta kitabın sonlarına doğru Peter Smith-Kingsley'le olan ilişkisinde Dickie ile olan ilişkisine atıfla bu nokta bize tekrar hatırlatılır ama Tom'un birincil dürtüsü aşk değildir. Tom Dickie ile birlikteyken başından geçen bir olay sonrasında hayatının geneline dair bir sorunun farkına varır, o hiçkimsedir. Hiçkimsenin hayatında önem arz etmemektedir. Hep herkesin hayatının kıyısında kalmış, bir biçimde yamanmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. O andan sonra Dickie ona her hareketiyle bunu hatırlatmaktadır. Cannes'da Dickie'nin kendisini aşağılarcasına yaptığı hareket sonrası San Remo'ya dönerken Dickie'yi öldürüp onun yerine geçmeyi kafasına koyar. Velhasıl Tom'un Dickie'yi öldürmesi başlı başına anlık bir tepkiyle ortaya çıkan bir aşk cinayeti değildir. Aşkın bu cinayetteki rolü yadsınamaz ama Tom için çok daha elzem bir husus vardır. O hiçkimsedir ve Dickie'yi öldürüp onun yerine geçerek hiçkimse olmaktan kurtulacaktır. Biz filmde Tom'un hiçkimse olmasına dair vurguyu ancak sonlarda Peter'ı öldürmek üzereyken yaptığı konuşmada görürüz ki o da bizi bu eksene ne kadar yaklaştırır şüpheli.

Arada atladığım bir şey var mı, söylemek istediklerimi iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama benim takıldığım temel hususlar bunlardı. Bir de elbette Patricia Highsmith'in ustaca kotardığı caniyi mazur gösterme hatta onu benimsetme anlatısını filmde göremememiz var ki o hususa hiç girmeyeceğim. Benim için Highsmith'i sıradan bir polisiye yazarından -ki bence kendisi polisiye yazarı değildir- ayıran en önemli nokta budur.

Özetle, filmin adını "The mysterious yearning secretive sad lonely troubled confused loving musical gifted intelligent beautiful tender sensitive haunted passionate talented Mr. Ripley" koymakla olmuyormuş demek ki bu işler, altını doldurmak gerekiyormuş.

Peh

İçime bir efkar çöküyor bazen. Böyle yüreğime öküz oturuyor derler ya, öküz müdür manda yavrusu mu bilmem, öyle çörekleniyor. Yok, vallahi kendimle ilgili değil efkarım. Bir zamandan kelli değil en azından. Eli kolu bağlı olmaktan. Diyeceksin ki o da kendinle ilgili. Öyle belki. Hayat öyle zor ki. Birini mutlu edeceksin. Öbürünü mutlu edeceksin. Öbürünü mutlu edeceksin. Onları mutlu ederken bir başkasını mutsuz etmeyeceksin. Onların mutluluğundan mutsuz olana ne yapacaksın? Canı yanana merhemi nereden bulacaksın? Düşüneceksin, içinden çıkamayacaksın. Düşünmeyeceksin, kafan rahat edecek. Bok edecek! Düşünmesen de yüzüne vuracak bir yerde bu çetrefilli soru kendini. O tokadı yiyince ne yapacaksın? Hadi diyelim yüzsüzsün, takmadın. Gözünden yaş geleni görünce ne halt edeceksin? Göz yaşına dayanamıyorsan o yufka yüreğine nasıl nasır tutturacaksın? Peh!

"Gün olur alır başımı giderim" desem?..

Anket kapanalı kaç gün oldu ben daha yeni yazıyorum anket yazısını. Ondan sonra da vay efendim niye kimse anketlerime ilgi göstermiyor, aman efendim niye kimse oy kullanmıyor, niye kimse yorum yapmıyor falan feşmekan... Müstahak değil mi şimdi? Geçelim.

Bu defa anketimizde "'Gün olur alır başımı giderim" desem?..' yazmış ve bana ne tür tepkiler verileceğini görmeye çalışmıştım. Açık söyleyeyim pek hoş yanıtlar alacağımı düşünmüyordum. Sağolsun altı arkadaş fikir beyan etmişler. Hep beraber görelim neler demişler.

İlk olarak, hiç kimse "Uğurlar olsun" dememiş. Demek ki umursamaz değiller gitme ihtimalime karşı. İyi ya da kötü bir tepki gösterecekler. (İyi bir şey sanıyorum bu.) Nitekim altı oydan üçünün birer birer dağıldığı seçenekler bunu gözler önüne seriyor. Bir oy "Gitme dur ne olursun" seçeneğine gitmiş. Demek ki bu muhterem şahıs beni buralarda görmek istiyor. Seviyor herhalde. Neyimi seviyor bilmiyorum, onu da yeni anket konusu yaparım artık. Bir diğer kişi "Yürü git gözüm görmesin" demiş. O derece hazzetmiyormuş benden, onu anladım. Aramızda kalsın ben de kendisinden hazzetmiyorum. (Seni hiç sevmiyorum sütoğlan! Babanı da sevmezdim zaten.) "Kır dizini otur oturduğun yerde" diyen zat-ı muhterem, ne demeye çalışıyorsun açık açık konuşsana! Gitmemi istemiyorsan yukarıda daha güzel seçenek var, gideyim diyorsan da diğer arkadaş gibi çalıyı dolanmadan söyle derdini. Böyle hem etliye sütlüye bulaşmamaya çalışmalar, hem de bu çabasını gizlemek ister gibi üst perdeden konuşmalar falan... Yakışmıyor.

Gelelim en çok oyu alan seçeneğimize. (En çok da ne, üç oy eni konu.) (Ayrıca hem mahiyeti hem de oy sayısı nedeniyle bu seçenek ayrı paragrafı hak ediyor diye not düşmeyi unutmayayım.) (Yahu az önceki parantezi ilk parantezin içine mi açsaydım yoksa böyle daha mı iyi oldu?) (Öeh, parantezler arttıkça arttı, coştukça coştu. Koy götüne rahvan gitsin!) Ne yalan söyleyeyim anketi hazırlarken bu seçeneğin çok az tercih edileceğini düşünmüştüm. Beni yanılttınız, var olun! Neden mi öyle düşünmüştüm? Düşünsenize, o kadar sevecek ki biri beni, sadece yakınında olmamı istemeyecek aynı zamanda gitmeme engel olma bencilliğini de göstermeyecek. Ne benden ayrılmayı ne beni engellemeyi isteyecek. Yetmeyecek bir de düzenini bozup peşimden gelmek isteyecek. Yahu nerede beni bu kadar sevecek insan? Bunlar ve bunlara benzer şeyler sebebiyle... (Siz tamamlayın cümleyi, kuramadım.) Meğer mevzu o değilmiş. Bildiğin yancı bu arkadaşlar. Bir kişi iki kişi neyse de üç kişi olunca hiç ihtimal vermedim beni bu kadar sevdiklerine. (Kimsiniz arkadaşım siz. Bak yalan söylüyor, gururumla oynuyorsanız fena yaparım.) Sonuçta benden bahsediyoruz, malzeme belli. Bu denli kendi başına hareket edemeyen, bu denli başkasına muhtaç, bu denli yancı, bu denli yapışkan, bu denli beleşçi olunmaz yahu! Ayıp!

Domain Momain

Bilgisayar çökünce domain ayarlarını yaptığım kullanıcı adım, şifrem ve diğer birtakım ayarları kaydettiğim dosyam da kaybolmuş. Şimdi başına www koymadan adrese ulaşma sıkıntısı var ve onu düzeltemiyorum. Pufff!

Çorba

Bu aralar ortalık biraz karışık. Ailevi mevzular var, ister istemez muhatap olduğum. Bilgisayarımın hard diski yandı. Bizimkinin zoruyla ite kaka bir doktora programına başvuru yaptım bilgisayarımın olmadığı şu üç dört gün içinde. Böyle başvurudan hayır gelmez ama yapmamış olmaktan iyidir. Dönemi bitirdim bu arada. Ödev mödev ne varsa teslim ettim. Gelecek dönem işe devam edecek kadar bir ortalama tutturmuşumdur sanıyorum. Bakalım... Öyle işte. Maç yaptım aylar sonra, yorgunum. Uzatmıyorum.

Derin Sular

Bu kitabı daha okurken bitsin de hakkında bir şeyler karalayayım diye geçiriyordum içimden ama kitabı bitirir bitirmez bilgisayarın başına geçtiğimde fark ettim ki çok fazla etkilenmişim. O nedenle bulamadım bir türlü içeriğe dair ipucu vermeden kitabın bana düşündürdüklerini yazmanın bir yolunu. Aradan biraz zaman geçince bir daha denemek istedim. Bakalım olacak mı?

Can Yayınları Patricia Highsmith'in kitabını "Polisiye" olarak sınıflandırmış olsa da roman bana göre polisiyeden ziyade bir psikolojik gerilim romanı. İçinde bir katil var ama biz katilin kim olduğunu daha cinayeti işlediği andan hatta cinayeti işlemeden önce biliyoruz. Klasik bir polisiyede rastlayacağımız gibi cinayet sonrası katili bulmaya çalışanların değil ağır ağır cinayete meyleden katilin ayak izlerini takip ediyoruz. Yazar sıradan insanın içindeki gerilimleri, davranışlarının saiklerini ve sonuçlara dair kanaatlerini bize o kadar açıkça anlatıyor ki insanoğlu bu kadar sarih bir varlık mı diye geçiyor okurun aklından. (Benim aklımdan öyle geçti, ne var. Belki ben basiretsizim de böyle açık açık anlatmadan anlamıyorum. Allah Allah!)

Yemeğe çağrıldım, kaçıyorum. Kısmet değilmiş kitap hakkında güzelce yazmak demek ki. Meraklıları için kitabın çevirisinin gayet başarılı olduğunu ve Suat Ertüzün tarafından yapıldığını not edip çekiliyorum.

Önemli not: "Bir Kitap Okudum" etiketiyle yazdığım yazılar tamamen şahsi kanaatlerimi içermektedir. Edebiyatla alakam okumayı seven biri olmamla sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu yazılar okunurken edebi eleştiri mahiyeti taşımadıklarının göz önünde bulundurulmasını istirham ederim.

Kaşıntı

Ben birkaç gündür buraya niye yazmıyorum? Başımı kaşıyacak vaktim yok diye mi? Olabilir. Tüm vaktimi çalışarak geçirdiğim için mi? Kesinlikle hayır. Başımı kaşıyacak vaktimin olmadığı doğru ama başımı dahi kaşımayacak kadar tembelim bugünlerde. O nedenle yazmıyorum galiba. Elim hiçbir şeye gitmiyor. Yapılacak işler yapılmayan işler oluyor; yapılacak ödevler yapılmayan ödevler... Bu yaşta ödev mi olur zaten? Şaka maka benim acilen adam gibi bir iş bulmam lazım. Böyle gönüllü kölelikle falan olacak iş değil. Adam gibi iş derken, parası için demiyorum. Zaten istediğim de bundan çok fazla alacağım bir iş değil, üçte biri kadar fazla alsam fitim. Mesele kafam ne kadar rahat olacak. Anladım ki ben kaldıramıyorum bu türden çalışmayı. Aslında ben hiçbir türden çalışmayı kaldıramıyorum ama en azından kafamı daha az kullanacağım bir işim olsa, ben de yarım aklımı yapmak istediğim diğer şeylere ayırabilsem memnun olacağım. Geçen vergi dairesinde bir işim vardı, özendim vallahi oradaki memurlara. Öyle bir işim olsa herhalde bilgisayarın yanına bir e-kitap okuyucu koyar, akşama kadar okurdum. Belki de böyle olmazdı, bilmiyorum ama öyleymiş gibi geliyor. Küçümsediğimden falan değil, yanlış anlaşılmasın. Bilakis özendiğimden.

Ağlama Yar

Bana göre yar mı yok
İstedim sen olaydın

Dinlediğim en iyi yorum herhalde. Artık tulumun etkisinden midir, solistin sesinden midir bilmem... Karmate dinleyin efendim.