Umudum Kayboluyor Bazen, Aç Kalıyorum

Hüzün mü demeli, dalgınlık mı, eksiklik mi, esriklik mi yoksa hepsini toplayıp ayrılık mı demeli bir hal vardı başında o kocaman şehri ve vakit geçtikçe şehirden çok seveceği denizi gördüğünde. Yalnız kıvrıla kıvrıla geçilen dağ yolları değildi ardında bıraktığı. Geride kala kala kalmanın ne demek olduğunu bir dokunsan bin ahla söyleyecek denli dolmuş ama yavruları üzülmesin diye hep suskun, hep kani, hep yalnız, hep dünyanın tüm heplerinin toplamı yani hep anne baba olan anne babası da değildir yalnız ardında kalan. Ardında kalan bir şey yoktur zaten. Önü ve önündekiler vardır sadece. O kocaman şehir gibi, şehrin önüne heyula misali yer etmiş o lacivert, o mor, o kara, o kapka… hayır o masmavi, apaydınlık gibi umutları vardır sadece. Bir hayat vardır önünde. Yaşanması geren her acısı yaşanmış, artık mutluluğa, artık sevince, artık yalnız sevmelere değil sevilmelere de gebe bir hayat vardır önünde. Buna o da inanmamaktadır ya işte umut fakirin ekmeğidir.

Damarımda Kanımsın

"Unutturamaz seni hiçbir şey
Unutulsam da ben, ah unutulsam da ben
Her yerde sen, her şeyde sen
Bilmem ki nasıl söylesem
Bir sisli hazan kesilir ruhum eğer görmesem
Neşemde sen, hüznümde sen
Bilmem ki nasıl söylesem"

Birisi için söyleyecek olsam kime söylerdim ben bu şarkıyı? Hiçkimseye! Belki unutkanlığımdan belki de kimse bende böylesine derinden bir yara bırakmadığından.

"Bir yandan hoşlanır azarlamaktan
Bir yandan gözünde yaşlar nedendir?"

Bu ben miyim? Kesinlikle değilim. Böyle parazitliğe can kurban diyerek kaldığım yerden devam edeyim öyleyse. Ailemi bir yana koyarsam kimseyi unutamayacak kadar sevmedim ben. Baksana, kimden uzak kaldıysam uzaklığı içime sindirdim ve sözünü dahi etmedim hasretin. Kaç dostu eskittim böylece kim bilir. Kaç sevilmedik sevdiceği hafızamın derinliklerine gömdüm ki yalnızca isimleri kaldı aklımda.

Demek ki, diyorum, hiçbirini o olmadan yaşayamayacağımı hissedecek kadar sevmemişim. Desem ki insanoğlunun hayatına devam edebildiğini bildiğimden, değil. Belki gururumdan. Evet, muhtemelen gururumdan. İyi de bu neyi değiştirir ki?

"Hasretin içimde bir alev gibi
Sensiz geçen her gün bir asır gibi
Nerdesin sevgilim dön artık bana
Düşmüşüm peşine bir deli gibi

Olmuyor, olmuyor; sensiz olmuyor
Sen sevmezsen kalbim huzur bulmuyor"

Saçmalamaya başlamıştım, iyi geldi bu. Bak ne güzel anlatmış halini Selami Şahin. "Sen sevmezsen kalbim huzur bulmuyor." demiş, daha ne desin. Ben kime diyebilirdim bu cümleyi? Hep söylenip durdum bugüne değin hep reddedildim diye. Kaç kişiye ulan, kaç kişiye böyle bir sevgi duydun da söyledindin? Haddine mi şikayet etmek?

Yine kendime vurmaya başlamadan yazmaktan vazgeçsem iyi olacak. Başından beri söylemek istediğim şu cümlede özetlenebilir aslında: "Birini seviyorsa insan, dönüp dönüp onu hatırına getiriyorsa, yıllar geçse de unutamıyorsa, onu istiyor ve onsuz huzur bulmuyorsa siktir eder gururunu, gider ayaklarına kapanır sevdiğinin, kapısında kölesi olur, her hakaretine katlanır, görmezden gelinse de peşinde dolanır ki yanında olabilsin. Gerisi yalan, gerisi hikaye. Gerisi senin benim kendi kendimize oynadığımız bir oyun."

Sevgiyle kalın pıtırcıklarım.

Bazı Şeyler Hiç Değişmez

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken babam düştü beşikten, anam düştü eşikten ama çok şükür ikisine de bir şey olmadı. Onlara bir şey olmadı ya ben altı yaşındayken akla gelmeyecek türden bir kazayla anlımı yardım ve sol şakağımda hafiften bir çatlak oluştu. Bilmem ondan önce de var mıydı bir anormallik ama ben şimdiki anormalliğimi o çatlaktan oluşan sızıntılara bağlıyorum.

Hayatım boyunca çelişkilerden nefret ettim, ediyorum, edeceğim. Kendimden de bu yüzden nefret ederim çok zaman. (Evet, nefret daimi olmayabilir. Birisinden veya bir şeyden ara ara nefret edebilir ve onu ara ara sevebilirsiniz.) Peki çelişkilerin konumuzla alakası ne? Derhal söyleyeyim. Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallayamam. Sallıyorsam beşikteki benim babam değildir.

Neyse, ima yoluyla laf sokmaktan vazgeçtim. Yeri gelsin ben gereken kişilere gereken lafları sokarım. Nasılsa gün oluyor bana bu fırsat bir şekilde doğuyor, doğmadığını görmedim şimdiye değin hiç.

Sevgiyle kalın pıtırcıklarım. Bol bol gezin eğlenin. Ben evimde kalmayı tercih ediyorum çünkü orası bana dışarıdan korunma imkanı veriyor. Bilgisayarımın başına geçiyorum ve hayatla tüm bağlantımı kesiyorum. Araya laf girdi; ne söylediğimi unuttum bak gördün mü? Neydi? Neydi? Neydi? Hah, hatırladım! Sevgiyle kalın pıtırcıklarım. Anneniz sizi çok çok öpsün. Pazar dönüşü şeker getirsin ama aç karnına yemeyin iştahınız kaçar. Bol bol taze sıkılmış meyve suyu için bir de terli terli su içmeyin. Ben hariç kimsenin keyfinizi kaçırmasına izin vermeyin bir de. Öptüm gözlerinizden.

Polat Alemdar Vecizesi de Yazdım Sonunda

Dinlemeyin beni, kapayın kulaklarınızı. Görmesin gözleriniz yazdıklarımı. Sırlarımı ifşa edeceğim bugün, ama bilinmesin istiyorum.

Şu gürültü bir dinse. Neyin kavgasını veriyorlar bir bilsem. Hoş bilsem susarlar mı? Susmazlarsa toplayamam ki aklımı. Zaten yarım yamalak çalışıyor kafam onu da bunların eline bırakmak...

Ah, sırlarım! Onları mı bekliyorsunuz siz? Numaraydı o. Dikkatinizi çekmek için söyledim. Sormasanız açıklamaya niyetim yoktu bu numarayı. Sorana kadar merak içinde kalmanızı isterdim ama fazlasıyla meraklı çıktınız. Oysa hepiniz bilirsiniz "iki kişinin bildiği sır değildir".

Sağ Sol Davası

Düştün. O gün biliyordun bir daha kalkamayacağını. Yine de inat ettin. Belki dedin; belki sol ayağım da destek verirse sağ ayağıma, sol dizimden de kuvvet alırsa sağ dizim, sol yanım sol yanlığını bilir de sağ yanımın ona ihtiyacını anlayabilirse kalkarım. Oysa biliyordun kalkamayacağını. Sol yanından sağ yanına hayır gelmeyeceğini çünkü sağ yanının sol yanından alabileceği her şeyi aldığını, az ya da çok bununla yetinmesi gerektiğini ve daha fazlasını hiçbir zaman hiçbir şekilde elde edemeyeceğini adın gibi biliyordun. Şimdi sağ yanınla doğrulmaya çalışıyorsun. Arada belki acıdığından belki üzüldüğünden belki de eski günlerin ve içinde kalan birazcık sevginin hatrına sol elin tutuyor sağ elinden birkaç saniyeliğine. Bırakınca yine düşüveriyorsun elbet, öyle çöküp kalıyorsun olduğun yere.

Aslında kalkmayabilirsin. Daha önce de düştüğün oldu, defalarca. Kiminde hiç kımıldamadın, tenezzül dahi etmedin çırpınmaya. Ah, ah keşke sol yanın kendine başka bir sağ yan bulsa da bu defa da çırpınmasan kalkmak için. Nasılsa alışkınsın sen sol yanın olmadan yaşamaya.

Eskilerden kalma, reklam müziğinden bozma saçma sapan bir tekerleme geldi aklıma.
"Anana babana
Soyuna sopuna
Nuh'un Ankara"

Şimdi ben de sağıma soluma...

Maske

Ben bu günlüğü neden tutuyorum? Ne anlamı var şuraya yazdıklarımın? Başımdan geçenlerin özetini iki üç günde bir buraya aktarmaktan başka ne yapıyorum? Koskoca bir hiç. Oysa insanlar fikirlerini yazıyorlar günlüklerine. Ah, ben de yazıyorum değil mi? Siktiğimin zırvalarına ne kadar fikir denebilirse o kadar yazıyorum fikirlerimi, haksızlık etmeyeyim kendime.

İnsanlar bir de başkalarına söyleyemediklerini yazıyorlar günlüklerine, üstü açık yahut kapalı. Diyalog halinde anlat(a)madıklarını günlüğe yazarak belki rahatlıyor belki de düşüncelerini derli toplu hale getirmeye çalışıyorlar. Benim yazdıklarımı burayı okuyan herkes zaten biliyor. Bir tek Stajyer'le düzenli görüşmüyoruz ona da haftalık bir rapor gönderirim ben. Benim bilmediğim takipçilerim varsa ses etsinler, elim değmişken onlara da göndereyim haftalık raporlarımı.

Çok boşboğaz bir adamım ben, kendimle ilgili her boku anlatıyorum. Ulan bir de sırlarım varmış gibi davranılmıyor mu bana -veya ben öyle davranmıyor muyum-, deli oluyorum. Öyle olsaydım daha güzel olurdu, değil mi? Ne diye anlatırsın ki mesela artık ciddi ilişkiler peşinde olmadığını. Hiçbir halt yiyemeyeceğini çünkü kızların senden hoşlanmadığını, konu kadınlar olunca o da pek düşük ihtimalle gerçekleşecek olan tek şansının günün birinde sende eskaza bir bok bulup sana tutulacak bir bahtsız bedevi olacağını bile bile çapkın adam ayaklarına yatmanın alemi nedir mesela? Konu dağılıyor, farkındayım ama şu "teoride var pratikte yok" ayaklarıma da saydırmadan geçemeyeceğim; üzgünüm. Teoride varmışım, peh. Kaç senedir varsın ulan teoride bir kez olsun pratiğe dökemedin mi işi? Kimseye anlatamayacak kadar kepaze olduğun başarısızlıklarının haddi hesabı yok, bu işleri bildiğini hangi yüzle iddia ediyorsun? Siktir git bi çay koy!

Sana gerçekten iyi olduğun bir yönünü söyleyeyim mi? Yılların eskitemediği usta bir oyuncu, kendine güvenen adam rollerinin aranan ismisin. Çok ciddiyim bu konuda. Hakkında yapılan her yorumu en ince ayrıntısına kadar inceleyen; her cümlenin, her kelimenin altında yatanları bulmaya çalışan; en ufak bir olumsuzlukta morali sıfıra vuran biri olduğun halde herkesin kafasında kendinle ilgili tam tersi bir imge oluşturabilmene hayranım doğrusu. İçindeki her pisliği dışarı vurarak kendiyle barışık insan imajı çizmek için çırpındığını ama gösterdiklerinin bin katını kendine sakladığını, bunu da yüzün tutmadığı için değil daha fazlasının bu imaja zarar vereceğini bildiğinden yaptığını hiç itiraf ettin mi? Öyle arada lafa karıştırdıklarını itiraftan sayma bana, kimsenin inanmayacağını bildiğinden söylemedin mi tüm onları? Şimdi de burada artist artist laflar ediyorsun.

Misafirlerimizden Hediye

Dört gündür evimizde iki Polonyalı bir Fransız üç misafirimiz vardı. Misafirleri nereden buldunuz demeyin, uzun bir hikaye. CouchSurfing diye bir site var, ordan bul(un)duk diyeyim, siz siteyi ziyaret ederek devamını anlayacaksınız zaten. Yok benden dinlemek istiyorsanız illaki derginin sonraki sayısı için aklımdaki konunun bu olduğunu söyleyebilirim.

Salı akşamı geldiler evimize. Hemen kaynaşıverdik, çok cana yakın çocuklardı gerçekten. Ben pek bilmem ama dostum bir sene Fransa'da yaşadığı için Bruno'nun sıradışı bir Fransız olduğunu söyledi. Onun çat pat İngilizce konuşması, benim arada sırada bir iki cümlelik Fransızca cümle kurma çabalarım iletişim kurmamıza engel teşkil etmedi, gayet güzel anlaştık. Bu sabah İstanbul'a gitmek için yola çıktığında içim hoş oldu gerçekten. Şirine'nin bir gecede Fransızca'yı anlamaya başlamasına ise bir şey demiyorum zaten. (Burada çapkın bir gülücük var.)

Polonyalılar (Robert ve Magda) iki sevgili yola çıkmış dolaşıyorlar, ne güzel ya! İkisi de gayet hayat dolu, konuşkan insanlar. Polonya ve Türkiye'de ortak olan şeyler için bizimkiyle kim kimden aldı atışmaları(!), aynen benim gibi tersinden konuşarak şaka yapmaları falan çok hoştu. Bruno'dan birkaç saat sonra da onlar ayrıldılar evden ama ayrılırken ayakları geri geri gidiyordu resmen. Bizim için de zor oldu, alışmıştık ya.

Giderken bir de hediye bıraktılar bize. Kadifekale'den almışlar, üçü birden. Bruno önceden çıktığı için hediyeyi Robert ve Magda'nın elinden aldık ama arka tarafına üçü birden adlarını yazmışlar zaten. Çok duygulandım. Dört yıldır İzmir'de yaşayan fakat Kadifekale'ye gitmemiş biri olarak biraz utandım da. Hediyeyi hemen duvarımıza astık ve ben fotoğrafını çektim. Aşağıda solda ön yüzünün, sağda arka yüzünün fotoğrafı var. Öyle işte.

Para Sıkışınca

İnternetle ilgili sorunun ne olduğunu bulduk ve çözdük. Mesele telefon hattına para sıkışmasıymış meğer.

Bir haftalık arıza kaydı bildirme ve ulaşılamama sorunumuzun üstesinden gelmeyi başardık ki evimize gelen TTNet çalışanı eve gelen hatta çevir sesi olmadığını söyledi ve sorunun Türk Telekomla ilgili olduğunu, onların ilgilenmesi gerektiğini belirterek gitti. Sonra gelen Türk Telekom çalışanı da birkaç dakikalık incelemeden sonra apartman girişinde hatla ilgili sorun olmadığını, eve gelen kabloda sorun olabileceğini ve yeni hat çekmemizi söyledi. Meğer apartman içindeki işlere onlar bakmazlarmış, elektirikçi bulup bizim çektirmemiz gerekirmiş. Bizim komşu apartmandaki elektirikçiye sorduk, ölçtü biçti, 20 metre kablo gider, işçiliğiyle size 35 lira olur dedi. Kabloyu ben Çankaya'dan 5 liraya buldum, işçiliğini de 20 liraya hallettik, 25 lira vererek hat çektirdik eve. Sonrasında yine problem yaşadık ve dün hat çekildiği halde bugün tekrar gelen TTNet çalışanı sayesinde onun da üstesinden gelindi ve şu an için sıkıntımız kalmadı. E tabi onca müşteri hizmetleri araması falan bir hayli pahalıya patladı bize. 444'lü hatlar dakikada dört kontör yiyor ki sadece benim 100'e yakın kontörüm gitti, 50 civarı da dostumun gittiğini hesaplarsak 50 liraya yakın masraf yaptık, tek kilobaytlık veri alamadan hem de. Trajikomik, evet.

Neyse, nihayet internet sorununu aştık. Diyeceğim budur şimdilik.

İnternet Mevzuları

Çatlamak, patlamak, yırtılmak üzereyim. Bir haftadır kullanamadığım internetin ücretini ödeyeceğim resmen. Hani kullanamamak neyse de bir şey söylendiği halde dikkate alınmayınca çıldırıyor insan. Geçen hafta Çarşamba günü TTNet'i arayıp arıza bildiriminde bulundum ve bana cep telefonumdan ulaşılmasını özellikle belirttim zira sabit telefonumuz yok. Bugün tekrar aradığımda adam bana iki defa arandığımı fakat bana ulaşılamadığını ve arıza kaydımın bu nedenle iptal edildiğini söyledi. "Beyefendi eğer internet hattının bağlı olduğu numaradan aranırsam ulaşılamam çünkü telefonumuz yok, özellikle belirttim cep telefonumdan aranmak istediğimi." dedim. Yeni bir arıza kaydı daha aldı ve yine özellikle sabit numaram olmadığını belirttim. Aradan altı saate yakın bir zaman geçti ve hala ses seda yok. Muhtemelen yine sabit numaradan arıyorlar ve ulaşamıyorlar. Yarın da düzeltilmezse şu sorun ne yaparım bilmiyorum. Sakin kalmaya çalışıyorum ama kafa bırakmıyorlar ki insanda.

Dellendirmeyin İnsanı

Bugünkü konumuzu açıklıyorum: lezbiyenler(!)

Kelimenin sonundaki ünlem işareti parantezin içinde. Bunun iki sebebi var; birinci sebep benim ne yazacağımı hiç kurgulamamış bu nedenle de bunun gerçekten konu olabilme ihtimalini hiç hesaplamamış olmam, ikincisi de bahsini edeceklerimin bence gerçekten lezbiyen olmamaları yahut benim kafamdaki tanıma uymamaları. Peki nedir benim kafamdaki tanım?

Ben lezbiyenliğin cinsel bir tercih olarak hormonlardan, hemcinsler arası sevginin aşka dönüşmesinden, hiç olmadı bir karşı duruştan kaynaklandığına inanır(d)ım. Lakin şu birkaç gündür takıldığım arkadaşlık sitelerinde gördüklerim durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koydu. Hani şaşırabileceğim bir şey kalsaydı dünyada gördüklerim beni afallatabilirdi. Her gördüğüne "Çok güzelsin, tanışalım mı?" yazandan kendini pazarlayana, cinsel çağrışımları yüksek fotoğraflarıyla ego tatmini peşinde koşanlardan herkese aynı numarayla yaklaşmaya çalışanlara kadar çok hilkat garibesi gördüm ama dikkatimi en çok çeken bu sözde lezbiyenler oldu. Sözde diyorum çünkü bu kadar çok sayıda gerçek lezbiyen olabileceğini sanmıyorum.

Aslında benim takıldığım sayılarının çok olması değil. Kendini lezbiyen olarak tanımlayan bunca insanın olmasını garipsedim, bu doğru ama bunu ifade etme biçimleri oldu esas dikkatimi celbeden. Kullanıcı adları, tanıtım yazıları ve fotoğrafları hep cinsel vurgularla yüklü. Merak etmeden duramıyor insan, bir tercihin bu kadar cinselliğe bulanması garip değil mi? Temel İçgüdü filminde Jeanne Tripplehorn'un Michael Douglas'la çekilen tecavüz-sevişme karışımı sahneden sonra Douglas'a "You were not making love." deyişini aklıma getiriyor bu durum. Hani bahsini ettiğimiz bu sözde lezbiyenler sevişmiyor da... (Yahu bu da nasıl söylenir ki? Elin gavuru ne güzel ayırmış "making love"/"having sex" diye.)

Bir de kendilerine "lez" demeleri yok mu, deli oluyorum. Arkadaşım bu kadar mı saygın yok cinsel tercihine. Bu kelimenin argo, argonun da erkek egemen bir dil olduğunu bilmiyor musun? Hoş önce ne bok biliyorsun ki diye sormalı, erkek egemenmiş, peh!

Söyleyeceklerimin yarısını türlü sebeplerden ötürü söyleyemeden bitiriyorum bu yazıyı. Konuşmak neyse de yazmak zor oluyormuş ya bu konularda.

Güv...

İki gündür dönüp dönüp bir insanın güvenini nasıl kazanabileceğimi soruyorum kendime. Güven, kazanılan bir şey midir yoksa güvenmesi beklenen kişinin elinde midir tamamen? Başından geçenleri fazla kurcalamayan biri olmama rağmen arada bir bu soruyla boğuşmadan duramıyorum iki gündür. Boşver, diyorum bazen ama boşveremediğim zamanlar da oluyor.

Anlatacak gücü bulamadım kendimde. Üzgünüm.

Avcı ile Avı

Günün fotoğrafı bir belediye otobüsünden. Farkındayım, cümle televizyon programlarından fışkırmış gibi oldu. Ne yapalım, idare edin artık. Neyse, fotoğraf diyorduk.

Şu fotoğraftaki zat-ı acizlerinin sırıtışına bakar mısınız Allah aşkına! "He hey, bu akşamki avım hazır. Şafak sökmeden bu kızın vücudundaki tüm kanı emeceğim. Hahahaha!" dercesine bakmışım objektife. Sevgili arkadaşım da niyetimi sezmiş olacak ki "Abi n'olur yeme beni. Ben saf, masum, kimsesiz, çaresiz, aç, susuz (abarttım mı ne) bir kızım." der gibilerinden büküvermiş boynunu. Ama ters yana bükmüş garibim, kafası kafama yapışmış. Bu halde av ile avcıdan çok iki can ciğer arkadaş gibi görünüyoruz.

Eveeet, bu ısınma turu kabilinden olsun. Umarım yakında daha aklı başında bir yazı ile "Ceee!" derim sizlere. Aklı başında bir "Ceee!" nasıl olur bu yaştaki biri için merak etmeden duramıyorum doğrusu.

Öyle Sarhoş Olsam ki

Gece yarısını hayli geçtik. Evde şu an dokuz kişi var. Biri uyudu, uyanıkları da yatırmaya çalışıyoruz. Kimsenin yatıp yatmamasında değilim ama ayaktayken de doğru durmuyoruz ki arkadaş. Vakit biraz geçtikten sonra ses inanılmaz yayılıyor ve alta üste her yana rahatsızlık veriyor. Yok, şikayet etmeyeceğim. Bir şeyi kaç defa tekrarlayabileceğimi görmek istemiyorum artık.

Cem Yılmaz'ın 2008 gösterisini izledik. Sinir oldum. Çok uzun. Esprilerin yarısına yakını eski gösterilerinden. Bir saate yakın uyudum, uyandıktan sonra da bir saat kadar devam etti. Patladım resmen. Öyle işte.

Sevgi, saygı, gürültülü bu gece.

İlk Yemek

Soldaki resimde görmüş olduğunuz bendenizin elleriyle hazırlanmış ilk pilavdır. Hatta menemen, hazır çorba ve bir iki çeşit yöresel çorba bir kenara bırakılırsa ilk yemektir diyebilirim. Hayat ne kadar kolaylaşmış meğer. İnternetten tarif alıyor, yapıyor ve afiyetle yiyorsunuz. Gayet de güzel olmuştu doğrusu. Tuzu azdı biraz o kadar. Ona da alışacağız artık yavaş yavaş. Tencerenin yarısının neden boş olduğunu soran varsa kendisine bilsin ki yarım saat demlenmesi gereken pilavı piştikten beş dakika sonra yiyecek kadar açtık. Sonuç böyle bir şey oldu doğal olarak.

Ellerime sağlık, ne diyeyim.

Birkaç Fotoğraf

Evin yanındaki beyaz kubbe çok hoşuma gitti. Daha belirgin çekmek istediğimde altındaki demir ayaklar meydana çıkıyor ve o güzelliği bozuyordu. Resmi İzmir manzarasından ve evin yanındaki ağaçların çatıdaki gölgesinden olabildiğince az mahrum kılarak çekmeye çalıştım. Ortaya bu sonuç çıktı. Fotoğraftan hiç anlamam, sanatsal yorum istemiyorum bu arada.

Fazla söze ne hacet, pazar alanının üstten fotoğrafı ve İzmir manzarası bir arada.

Hayvansever böyle olur, benimki gibi yalandan değil. "Kedilerin annesi" diyor çevre esnaf ona. "Beni çekmeyin, onları çekin." diyor dişleri dökülmüş, sigarasını tutuşturduğu ağzıyla kedileri göstererek.

Güneş Dostum'un sırtından batıyor. Dağ gibi, deniz gibi büyük adam vesselam.

Kızlarağası'nı hiç böyle boş görmemiştim, çünkü hiç Pazar günü girmemiştim. Ne numaraydı ama!

Ben anlamam ya böyle ıvır zıvırdan yine de örnek bulunsun istedim bir tane.

Not: Yalnızca kubbenin ve Dostum'un olduğu fotoğraflar bana aittir, geri kalanlar gezide bana eşlik eden sevgili turist(!) arkadaşım Koray Yalçıntepe tarafından çekildi.

Evimiz ve İzmir Gezimiz

Bir insanın hayatı bir haftanın içinde ne kadar değişebilir? Bundan daha fazlası da olacağından eminim ama bizimki de hiç fena sayılmaz hani.

Her şey geçtiğimi Salı günü ev bakmak için gazete almamızla başladı. İlanlara göz atarken bir tanesine gülmüştüm, çünkü sadece "Sahibinden, eşyalı, kiralık" yazıyor bir de telefon numarası veriyordu. Yine de şansımızı denemek için aradık. Adam tam bize göre bir ev tarif etti ve o gün mesaisi bitince bakmayı teklif etti. Olur, dedik. O saate kadar da internetten ve gazeteden gözümüze kestirdiğimiz birkaç eve bakmak ve dolaşırken başkalarına da rast gelmek düşüncesiyle yollara düştük. Mithatpaşa Lisesi'nden başlayarak yürüye yürüye kendimizi Hatay'a attık. Aç karınlarımızı doyurduktan sonra telefonda görüştüğümüz adamla buluştuk ve eve geldik. Evi görür görmez Koray'la gözlerimiz birer karış açık, çenelerimiz yerlerde birbirimize baktık. Evi gördük, beğendik. Kaçırmamak için de o akşam için kaparo verip ayrıldık. Velhasıl Çarşamba günü ilk ayın kirası ve depozitoyu verip kontratı imzaladık. Artık anahtarlarımız ceplerimizde, evimizin yolunu tutabilirdik.

Elbette ha deyince yerleşilmiyor eve. Önce temizlik falan yapmak gerekiyor malum olduğu üzere. Sağolsun arkadaşlar bu konuda bizi yalnız bırakmadılar. Saat 9 (akşam 9) civarında beş kişi başladığımız temizliğe sonradan iki kişi daha eklendi ve saatler gecenin 2'sini gösterdiğinde neredeyse her şeyi bitirmiş gibiydik. Ertesi gün kalan ufak tefek işleri de halledince her şeyimiz hazırdı. Sonra eşya taşınması falan derken bir hayli yorulduk yine ki hala ben eşyalarımın hepsini getirmiş değilim Bornova'dan.

Allah nazarlardan saklasın evimiz çok güzel gerçekten. Hiç öğrenci evi gibi değil. Her gelenin ağzı açık kalıyor. Biz de ilk kez evde olmanın tadını çıkarıyoruz.

Haftasonu evde otururken İzmir'i görmek amacıyla hiç gezmediğimizi fark ettik. Şöyle fotoğraf çekerek falan dolaşmak için kendimizi sahile attık. Bu arada, ev sahile çok yakınmış. Yürüyerek beş dakikaya indik ama çıkarken biraz fazla sürecektir. Her neyse, kıyı boyu yürüdük. Dario Moreno'nun evinin olduğu sokağa gittik ki sokak da adını Moreno'dan alıyor. Oraya kadar gitmiş olmamıza rağmen asansörle yukarıya çıkmadık, zira ilk önce beraber çıkacağımıza dair söz verdiğimiz arkadaşlarımız vardı. Onlarla beraber çıkarız artık. Bekleriz, n'apalım.

Günün en komik olaylarından biri Kızlarağası Hanı'na girerken yaşadığımızdı. Han Pazar günleri kapalı olduğu için içeri giremeyecektik ama aklımıza bir cinlik geldi. Koray turist numarası yapacaktı, ben de ona hanı gezdirecektim. Sadece avluyu gezebilmemize rağmen güzel fotoğraflar çektik. Belki birkaçını eklerim bir ara, üşenmezsem.

Son olarak söylemek isterim ki insan hayranlarını kaybetmemek için onlardan uzun süre uzak kalmamalıymış. Yurttan çıktıktan sonra uzun süre buralara uğrayamamış olmam günlüğü bıraktığım izlenimi mi oluşturdu yoksa beklemekten sıkılındı mı bilmiyorum yorumlarını görmeye alıştığımız insanlar görünmüyor ortalıkta. İsim vermemek için neden bu kadar yırtındım bilmiyorum. Neyse, bu satırları okuyanların hepsi onun kim olduğunu biliyor sanırım.

Giderken "Acının Rengi" çalıyor. Bu kadının sesinde büyülü bir şey var ya.

"Yalnızlık büyütür
Ama yalnızlık sonra çürütür
Yalnızlık
Gitme, gitme, gitme"

Türk E-Dergi de Nedir?

Yanda görülen resim dergimizin 38. sayısının kapağı. Dört yılı aşkın bir süredik yayınlanıyor Türk E-Dergi. Önceleri Turkyouth adıyla biliniyordu, sonra bu adı aldı. Dergiye www.turkedergi.com adresinden ulaşılabilir.*

Bendeniz iki buçuk yıldır derginin kadrosundayım ve bu süre zarfında ara ara yaşadığımız irili ufaklı sorunlara rağmen çok güzel günler geçirdim. Bir yıldan fazla kalite yönetmenliği yaptığım dergide 15 Haziran'dan itibaren sorumluluklarımı daha da arttıran bir göreve, genel yayın yönetmenliğine, başladım. 38. sayı benim yönetimimde çıkan ilk sayımız oldu. Bu vesileyle, derginin kurucuları arasında olan ve 37 sayı boyunca genel yayın yönetmenliği yapan çok değerli arkadaşım Egemen Özkan'a teşekkürlerimi iletmeyi borç bilirim.

İlerleyen günlerde yeri geldikçe başımızdan geçen iyi ve kötü olaylardan bahsetmeyi düşünüyorum. Şimdilik herkese iyi günler diliyor ve derginin tadını çıkarmalarını tavsiye ediyorum.

* Çekirdeği yazan sistem sorumlusu arkadaşımızın bir türlü sebebini kavrayamadığı bir garabet dolayısıyla derginin kapağını IE 6 ve IE 7'de yayınlamayı başaramadık bir türlü. Elimizden gelen en kısa zamanda çözeceğimize inandığımız bu sorun için özür diliyor ve Firefox yahut Opera kullanıcılarının sorun yaşamadığını hatırlatmak istiyorum. Anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim.

.

Günlüğe neden resim koymadığımı sordum kendime ve cevabını veremedim. "Madem öyle, bükemediğin eli öpeceksin." düsturuyla hareket edip bundan sonra aklıma eserse fotoğraf falan koymaya karar verdim. İlk denemeyi de tişörte baskı yaptırmayı düşündüğüm işte şu gördüğünüz karikatürü koyarak yapıyorum.

Evet, bu karikatürü tişörte bastırmayı düşünüyorum zira tam olarak beni veya benim gibi kafası karışık birkaç arkadaşımı anlatıyor. Aslında bazen biz bundan da ileri gidebiliyoruz çünkü g.tümüze girenin ne olduğunu anlamadığımız dahi oluyor? "Sana giren çıkan ne?" derler ya, öyle işte.

Bu da böyle bir anımdır. Anı mı? Boşverin, kendimde değilim. Sıcaktan olsa gerek. Allah vere oturduğumuz yer rüzgarlı. Aksi olsaydı devreler külliyen yanardı.

Öptüm kuzucuklarım. İyi bakın kendinize.

Elegans Nedir?

Seyyar satıcı sesi diye bir şey var, bilirsiniz. Bilmiyorum böyle bir tabir literatüre girmiş midir ama apayrı bir sestir hakikaten seyyar satıcı sesi. Allahlık bir durum denir ya hani aynen öyle.

En başta, değişik bir tınısı vardır seyyar satıcı sesinin. Böyle genizden mi, üst gırtlaktan mı, ikisinden birden mi çıkar o ses çözemezsiniz? Hani bebeklerin ağlamaya başlarken çıkardıkları sese benzer. Örnekleyecek olursak; bebeğin ağlarkan çıkardığı sesi "ıngaaa" olarak kabul edersek seyyar satıcı sesinin tınısı bunun "ın" kısmına benzer. "Ingaaa"nın "gaaa"sı ise kelimenin son hecesini uzatırken çıkarılan sesin tınısını andırır. "Domatieeeees" örneğinde olduğu gibi.

Seyyar satıcı sesinin bir özelliği de söylenen kelimenin ne olduğunu anlaşılırlıktan uzaklaştırmasıdır. Şöyle ki; simit satan bir seyyar satıcının "Simiiiiitçiiiii" dediğini anlamak neredeyse imkansızdır. Taze fasülyeye ihtiyacınız vardır, uzaklardan seyyar satıcının sesi gelir; sevinirsiniz. Lakin fasülye satıp satmadığını anlamak için seyyar satıcının sizin sokağın köşesini dönmesi, sesi dikkatle dinlemeniz ve hiçbiri kar etmeyeceği için aşağıya inip arabaya bakmanız gerekecektir.

Daha başka şeyler de vardı söyleyeceğim ama seyyar satıcının sesi gelmiyor artık. İlham perim kayboldu vesselam. Eğer bir kez daha gelecek olursa devam ederim belki.

Son bir şey, sabahın köründe bağırdıklarında çok sinirleniyorum. Ne için uyandığımı bilsem gam yemeyeceğim de anlamayınca kuru kuruya uyanmış oluyorum dolayısıyla ifrit oluyorum.

Sevgi, saygı, elegans.

Vatana millete hayır notu: Efendim gördüm ki elegans kelimesinin anlamını arayarak bu yazıya bakan pek çok kişi var. Seneler evvel yazdığım ve elegans kelimesini laf olsun diye kullanmaktan başka hiçbir amaç gütmediğim halde insanlar elegansı merak edip bakıyorlar. Elimden geldiğince açıklama yapayım. İlk olarak kelimenin Türkçe'de doğrudan bir karşılığı yok. Latince kökenli bir kelime. Zarif, sade ve şık, basit (bayağı anlamında değil elbette) gibi anlamları mevcut. Kelimeyle ilgili sorun şu ki Türkçe'ye çevirmeye çalıştığımızda sıfat gibi duruyor fakat aslında isim olarak kullanılması gerekiyor. Sanıyorum bu yüzden de kullanmıyoruz. "Odasının çok elegans bir dizaynı var." demiyoruz. İllaki bu kökten kelime kullanacaksak "Odasının çok elegant bir dizaynı var." dememiz gerekir ki saçma. O yüzden boşverelim elegansı falan, ne gerek var. 

Dönerken

Uzun zaman sonra ilk kez dün yazabildim buraya. On günden fazla süreyle internete erişim imkanım olmadı. Hani oldu da acil işlerimi halledip çıkacak kadar. Burayı ihmal etmek zorunda kaldım bir anlamda. Salı günü itibariyle her şey yoluna girdi, çok şükür. Staj raporudur, dergidir, havadır, sudur derken dün daha önce yazdığım birkaç satırı eklemeyi başardım. Bu gerçekten bir başarı çünkü insan bir şeyden uzun süre uzak kalınca tekrardan yapmak zor geliyor. Aslında bu satırları yazarken de zorlanmıyor değilim. Neyse, buradayım nihayetinde. Görünümü de yeniledim. Beğenilecek mi bakalım.

Burdan uzak olduğum sürede neler oldu neler, anlatmakla bitmez herhalde. İlk olarak internetten uzak kalma sebebim olan yurttan çıkışım var mesela. Çok uzun bir hikaye ve doğrusu neler olduğunu buraya yazmak istemiyorum; bu nedenle geçiyorum bu konuyu. Sadece güce tapan insanlarla uyuşamadığımı, bundan bir önceki yazıyı da ("Güç Müç" başlıklı olan) o olay üzerine yazdığımı belirtmek istiyorum. Bilmeyen ve merak edenler yorum yazarak kendilerine ulaşabileceğim bir mail adresi verirlerse meraklarından kurtulabilirler.

Bir fırsatını bulup şuraladardan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmak istiyorum ama maddi imkanlarım el vermeyecek sanıyorum. Bir de eve çıkmak istediğimiz düşünülürse paradan yana çok rahat olamayacağım aşikar. Gerçi başlangıç masraflarını karşılayacağını söyleyen dostum bu konuda içimi ferahlatmaktan geri durmuyor sağolsun ama öyle olduğunda dahi pek mümkün görünmüyor İzmir'den uzaklaşmak, en azından şimdilik. Ben yine de ümidimi kaybetmeyip gelecek günlerin beraberinde neler getireceklerini merak etmekle meşgul olmayı tercih ediyorum. (Ne dedim ben şimdi?)

Erol Evgin dinliyorum şu an, İçimdeki Fırtına çalıyor. İlk dinlediğimde çok da etkilenmediğim ve açık sözlülükten de (nedense) geri durmadığım için Bıcır'ı bana şarkı göndermeye tövbe ettirdiğim halde şimdi gayet güzel buluyorum. Demlenince güzelleşiyor demek bazı şeyler.

Bir hafta oldu herhalde Şirine'yi görmeyeli. Hanımkızımız önce Ankara'ya gitti, oradan Eskişehir'e geçti. Haftaya da Aydın'a düğüne gidecek. Bu kadar geziyor, galiba kısmeti açılacak. Bakalım, başını bağlar mıyız artık. (Şirinem sen okuma buraları olur mu? Geç mi yazdım uyarıyı yoksa?)

Sunay Akın'dan birkaç dizeyle veda ediyorum sizlere. Sağlıcakla kalın.

"bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru"

Güç Müç

Tarihe mal olmuş liderler arasında Gandhi'nin yeri neden ayrıdır? Gerçek anlamda sivil olup savaş kazanmış tek(?) lider olduğu için belki. Pasif direnişin vücut bulduğu en ünlü figür olmasından diğer bir ifadeyle.

Ne gariptir ki Che Guevara'yı ikonlaştırıp bu ikonu kapitalist dünyanın bir parçası haline getiren yurdum ve dahi yerkürem insanı aynını Gandhi'ye yapmadı. İyi de etti, orası ayrı. Ama kıllanmıyor da değilim hani. Che'yi sermayeye, Mevlana'yı pop figürüne, Mustafa Kemal'i -ki ben inanmasam da kendisinin taassupla savaştığı söylenir- tabuya dönüştüren insanoğlu -ki sosyalizmi devlet kapitalizminden ayırt edemeyen de aynı insanoğludur- Gandhi'ye neden dokunmuyor, merak ediyorum. Acaba, diyorum, yönetmi çekici gelmiyor mu?

Uyuklarken Yazdım Bu Satırları

Ahmet yola çıktı. Caddeyi boydan boya yürüdü, geri döndü. Günlerdir aynı şeyi yapıyordu. Önce aşağıdan yukarıya sonra yukarıdan aşağıya katediyordu yolu.

Vitrinlere bakmıyordu. Yol üstünde karnını doyurmuyordu. İnsanları izlemiyor, ne yaptıklarıyla ilgilenmiyordu. Tek yaptığı başı önde boş boş yürümekti.

Zaten vitrinlerde bakmaya değer bir şey yoktu. Tüm mağazaların vitrin tasarımlarını ezberlemişti neredeyse. Dışarıda yemek yiyecek parası yoktu. İş yerinden aldığı ücret en fazla kira bedeli ve pazar masrafına yetecek kadardı. Buna bir de ailesine elinden geldiği kadar para gönderme zorunluluğu eklendiğinde dışarıda yemek onun için gerçek bir lüks oluyordu. Evin joker aşçısı olmuştu bu yüzden. Arkadaşlarında herhangi bir sebeple yemek yapmayacak oldu mu dışarıda yememek için kolları sıvar ve mutfağa geçerdi.

Hava da nasıl sıcaktı yahu! Şimdi burada olmak yerine köyünde olmak, bir ağacın altına keçi postu serip uzanarak doyumca bir uyku çekmek vardı.

Kadın Budağı, Dilber Dudu

“Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içinde Nedim
Bir peri-suret görünmüş, bir hayal olmuş sana”

Biz, hepimiz, bir peri-suret görmüşüz; kapılmışız rayihasına, gidiyoruz ardı sıra. Sanıyoruz ki dilber o dilber kurtaracak bizi düştüğümüz bataklıktan, alıp götürecek hadsiz hudutsuz aşk diyarına. Diyoruz, “İşte odur çıkaracak dünyayı aydınlığa, tabi olun!” ve kaniyiz, başka dilber aramaya ne hacet!

İyi de insan bu, kıskanmaz mı hiç dilberini? İstemez mi bir onun olsun, bir ona ifşa etsin tüm sırlarını? Ah, evet; özel olmak ister her biri o dilberin peşine düşenlerin. Umar ki bazı şeylere tek o vakıf olsun, olsun da yeri geldiğinde ima edebilsin dilberle muhabbetinin derinliğini yol(!)daşlarına.

Onu bunu boşverelim de sadede gelelim. Ben de istiyorum bir dilber artık!

Meriç'i Okurken

Elin kağıda gidiyor. Yazmalıyım, diyorsun. Neyi yazacaksın? Niye yazacaksın? Nasılsa değişmeyecek mi düşüncelerin günbe gün? Her tecrübe bir vesile olmayacak mı senden yeni senler çıkarmaya? Hem düşünüyor musun ki sen? (B/s)eni(m/n) sa(y/n)dıkları(m/n)ın ne kadarı senin gerçekten?

Haksızlık ediyorsun, diyorsun içinden; biliyorum. İnanıyorsun kendine. İnanıyorsun çünkü kayboldun ve her kaybolmuş gibi sen de yeri yurdu belli olanlara bakıp sözde acıyla ama esasında gururla kendinden eminsin.

Neden kaybolduğunu sordun mu hiç kendine? Belki sordun, muhtemelen sordun. Sordun ya aldığın cevap seni tatmin etti mi? Bu bir tercih miydi? Hayatın seni sürüklediği bir yol(suzluk) mu? Dürüst ol!

Afiyet Olsun!

Yine bi bok yedim!

Noktalar, Dört Nala Uçan Noktalar

"Ah lele, yar uyan! Adına kurban
Ah lele oluram yoluna revan
Aldırma derdin ya ardımdan ağlama
Al beni yanına ben dayanamam."

Dün çok çok uzun zaman sonra ablamla sohbet ettik. Nasıl özlemişim onu, nasıl da özelmiş o beni. Öyle çok şey vardı anlatılacak, öyle çoktu ki soracaklarım...

Sonra, çok sonra fark ettim, ne sorsam ne söylesem boştu. Zira ablamdı o benim, beni benim gibi bilirdi. Ben onu kendim gibi bilirdim. Ben ona beni anlattım, o bana "Beni anlattın." dedi.

Aynı gül bahçesindeydik biz, aynı bok çukuruna düştük. Şimdi, arada bir uzatıyoruz başımızı nefes almak için. Güneşi görüyoruz, geldiğimiz yeri özlüyoruz. Belki çırpınsak biraz...

İşte bunu yapıyoruz. Üç nokta koyuyor ve...

Çeyrek Düşünce Kopuk Satır Sohbet Ziyan Zırva

- Yaş kaç?
- 28. (Yazıyla yirmi sekiz)
- Gençmişsin daha.
- Öyleydim.
- Şimdi değil misin?
- Kim bilir. Öyle olmadığımı hissediyorum.
- Hisler... (Sessizlik, belki on beş saniye)
- Yok mu devamı?
- Yok, yoruldum.
- Söz söylemekten yorulur mu insan?
- Bu bir gençlik hastalığıdır.
- Öyleyse genç olan sensin.
- Kim bilir. Yaşımı bilmiyorum.
- Benim yaşıma neden yorum yaptın?
- Bilmem. Gençlik yaşla değildir oysa.
- Öyleyse kapatmak lazım sohbeti.
- Kapatmalı, evet. Bitirmeli de belki.
- Bitirmeli? Belki...

Bak Hele

Gülmek, dedi. Devamını getireceğini düşünmüştük hepimiz. Oysa (o ise mi, halbuki mi; nedir bunun aslı bilir misin?) susmayı tercih etti. Belki de yoktu söyleyecek bir sözü. Olsaydı bu bizi memnun eder miydi? Bundan hiç emin değilim. Zira ne zaman ağzını açsa bizi pişman eder kendisini dinlediğimize. Sanılmasın ki söyledikleri bizi hedef alır da canımızı sıkar. Bilakis, hiç ağzına almaz iş arkadaşlarıyla ilgili en ufak bir dokundurmayı dahi. Öyleyse neydi bizi pişmaniye yemişten beter eden o akşam? (Pişmaniye yemek, evet. Tam karşılığı bu olsa gerek onu dinlemenin. Ne vazgeçilir, ne de zorluğundan hayıflanmaksızın yerine getirilir. O nedenle kimse bilmez pişmaniye yese memnun olur mu.)

O susunca ben başladım konuşmaya. Şuna "aldım sazı elime" demek isterdim lakin hiçbir sazda olmadığım gibi söz söylemede de pek becerikli değilim. sadece konuştum. Ne ahenkten ne derinlikten eser vardı sözlerimde. Kuru kuruya yankılandılar duvarlardan. Yine de sessizliğe yeğdi bu durum. Yokluğa (belki hiçliğe) ne kadar özlem duyarsa duysun insanoğlu (ki "özlemek dostluktandır" der Ahmet Telli, alakasız da olsa yazalım) yarım kalmış bir sözün bıraktığı sessizliğe...

İki Gün Sonra

Aslında söyleyecek pek bir şeyim yok, yalnızca gitmeden önce veda etmek istedim. İki gün sonra görüşmek dileğiyle diyorum, gözlerinizden öpüyorum.
Sevgiyle kalın.

Aşağı Çevir

Turn down diye bir fiili var İngilizler'in. Reddedilen insanın ruh halini tam olarak yansıtıyor bu kelime grubu. Sanırsın fiil değil de sıfat, öyle bir şey. Turn down; yani reddetmek, geri çevirmek. Down, evet. Başka bir kelime ne kadar iyi anlatabilir bunu, bilmiyorum.

Çalışırken

"Düşün düşün boktur işin." diye bir laf var, bilirsiniz. Ben de bilirim. Bilirim bilmesine de şimdi bunu niye yazdım onu bilmem işte. Aklımdaydı da unuttum değil, düpedüz bilmiyorum neden yazdığımı. Ne yapalım, oldu bir kere.

Yarın son finale gireceğiz nasipse. Sallantıdaki tek dersin de bu olduğunu düşünürsek biraz ciddiye alarak çalışmam gerekecek. Ama nerde! O kadar üşeniyorum ki işin kolayına kaçıp hocanın siteye koyduğu gözden geçirme sorularının hangi ünitelerde olduğuna bakarak yalnızca o ünitelere çalışacağım ilk etapta. Belki daha sonra vaktim olur ve ben üşenmezsem diğerlerine de bakarım. Bu arada, formül kağıdı dağıtılıp dağıtılmayacağı konusunda net bir bilgi ulaşmış değil henüz elime. Çeşitli dedikodular var ve bu defa onlara inanmak istiyorum.

Sınavdan sonra biraz buralarda takılıp, döndüğümde gitmiş olacak arkadaşlarla vedalaşıp gece Bursa'ya hareket edeceğim artık. Pazar akşamı döndüğümde benim için yeni bir dönem başlamış olacak. Elbette abartmaya gerek yok, altı üstü staj yapacağım. Yine de sabah erkenden kalkıp düzenli olarak her gün bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra işe gidip gelmek farklı bir deneyim olacak. Hoş köyde yine o saatlerde kalkıp bir saat yürüyüp ondan daha uzun süre hem de bedenen çalışmış olduğumu hesaba katarsak bunun daha ağır olduğunu söylemek biraz abes kaçar sanırım. Öyle ya da böyle, 2 Haziran Pazartesi günü zorunlu stajıma başlamış olacağım ve inşallah 27 Haziran Cuma akşamı bu dertten kurtulmuş olarak geleceğim yurda.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Yeni bir şey olursa dönerim. Tekrar görüşünceye değin sağlıcakla kalın. (TRT'de program sonu gibi oldu sanki.)

Klişedir

"Sensiz dünya bana dardır
Daim işim gücüm zardır."

"Benim işim gücüm zar değil, yani zar yapıp satmam, zarcı değilim." derdim şimdi ama daha gündüz siktir çektiğim insanlar gibi davranmış olurum, hoş olmaz.

Dişim ağrıyor hafiften. Ne kadar oldu, bir ay mı? Belki iki, bilmiyorum. Böyle tok bir ağrı var. Doktora gitmek istemiyorum. Gidersem ağrıyan dişimin en sona sarkacağını biliyorum çünkü. Sanki ben düşünemezmişim, ben bilmezmişim gibi kendi halimi tutup başka dişlerle uğraşacaklar. Gitmeyeceğim. Zaten öyle gece ağrısı gibi sızılı değil, pek dert etmiyorum o yüzden.

Kahve mi yapsam? Yapmasam mı? Neden yatmadan önce kararsız olmaya başladım ben? Dün sigarayı düşünüyordum, bugün kahveyi düşünüyorum. Aslında kahve içme fikrinin de sigaradan doğduğunu düşünürsek, sigara bütün kararsızlıkların anasıdır diyebilir miyiz? Zaten sigara içmek istediğimden de pek emin değilim. Boşveriyorum kahveyi de sigarayı da. Kitap okur yatarım.

Yok bu akşam daha fazla söylenecek sözüm. Belki de olurdu, olabilirdi. Dattiri ditdit, diri diri dit.

Öyle işte. Öpüyorum gözlerinizden.

Siktirin Gidin

Dehayla delilik arasındaki ince sınır fark edileli beri amma çok deli özentisi türemiş yahu! Ben bugün bunu gördüm ve karar verdim, artık delilikten vazgeçiyorum. Kimse bana özenmez, özenilecek bir yanım da olamaz.

Lav yu beybi, sen de mi? Sigaram bitti, artık kalem içiyorum. Kitabımı yedim dün gece, bitmedi gitti. Arkadaşım gelecekti dün gece bana, bugüne erteledik. Nan ov ım, hepınızı yırım. Böyle arada sıyırım. Ah bilseniz ne kadar zekıyım. (Latifeyi de yapıyorum hani; zeki demiyorum da zekı diyorum.) Vış, imlaya da tam uyduk, olmaz böyle. Perihan'laşmak lazım biraz, mağdenin derinine inmeli insan. Kıh, kıh, kıh. (Gülünecek burada.) Hey dostum, kimlerdensin? Elf misin cüce misin? Cüce-Büce vardı değil mi? Elif Abla'ya selam olsun, Be-Ce için. Ben küçükken çok oburdum, balı kaymaklan yoğurdum. Silifkenin yoğurdu, ah seni kimler doğurdu. (Görüyor musun zeki insanı, iki cümle arasında bağlantı kurabildiğim halde deli numarası yapabiliyorum.) Çayım bitti, sıçmaya gidiyorum. (Diyojen gibiyim mübarek. Bugün deli diyorlar, iki bin yıl sonra filozof diyecekler.)

A biyento yavrim, ih libe dih. Arapça'nın da hatrı kalmasın, ehlen ve sehlen ya ramadan. (Alakasız ama olsun, deliyim ne yapsam fire veriyim.)

Gel Hadi Gel

Sanırım uyumamın vakti geldi. Blogun yeni görünüşü sağlıklı kararlar veremeyecek kadar uykum olduğunu gösteriyor. Tamam, abarttım biraz. Ama arkadaşım bu ne? Kiremit üstüne tebeşirle yazı yazar gibi. Çocukken yapardık, ordan biliyorum. Bu gece de amma yalancıyım yahu. Çocukken kiremit mi görürdük? Laf işte. Tuğlayla kiremitin farkını bile bilmiyordum muhtemelen. Belki ilkokulun sonuna doğru öğrenmişimdir.

Yatmadan önce bir sigara içsem mi diye soruyorum kendime. Hani öyle istekli değilim gibi ama bir yandan da canım çekiyor. Bilemiyorum ne yapsam. Bakıyoruz, dostum perdeyi çekmiş. Duman dışarı çıkamayacağına göre odanın içine hapsetmenin anlamı yok kendisini. Canı falan sıkılır mazallah, yazık değil mi? Vazgeçelim o zaman sigaradan, dişlerimizi fırçalayıp yatalım.

Gitmeden önce; bir Stajyer vardı, ne oldu ona? On günden çok olmuş, sesi çıkmayalı. Küstü mü acaba yazmıyorum diye. Küsmesin, burayı boşvermeyi ben de istemiyorum. Sadece gidişat onu gerektiriyor bazen.

Şimdi gidiyorum. "Kaçak ve Anne" çalıyor, nasıl da denk geldi. "Sabah olmasa gece/Kaçmasam dermansızın." Ama ben kaçıyorum, çünkü sabah olacak gece; biliyorum. "Ağlıyor musun anne?/Gidiyor hayırsızın." Evet, hayırsızım ve gidiyorum.

Sevgiyle.

Yar Nere Gidem

"Anılmazdı Veysel adı
O sana aşık olmasa."

"Ah mine'l-aşk"

Kimler neler söylemiş aşk üstüne, ne çok şey yazılıp çizilmiş, ne çok destan ne çok masal türemiş aşkı mekan tutan. Lakin ben aşktan konuşamam bu gece, yok hiç hevesim. Onun yerine kısa, umut dolu bir aşk hikayesi anlatabilirdim ama onu da yapamayacağım. Zira "o benim canım, o gözümden sakındığım, o dokunmaya kıyamadığım" gibi klişele laflarla anlatamayacağım o güzel insan şimdi... Yok, yazamayacağım; gücüm yetmiyor.

Oysa ne güzel başlamıştı her şey. Gözleri ışıl ışıldı, yanakları al al. Belliydi heyecandan böyle olduğu, heyecanının neden yol bulup çıktığı da belliydi. Sustu, söylemedi hiçbir şey. Sustum, söylemedim hiçbir şey.

Zaman geçti; dallar meyveye durdu, buydaylara hasat vurdu, kar gökten toprağa kondu ve tüm bunlar sırasıyla birkaç defa oldu. Ben, sen, o, hepimiz, her şeyimiz, her yanımız değişti. Sandık ki tek değişmeyen... Değişti işte, farkına varamadık ama değişti.

Vazgeçtim, anlatmıyorum. Zaten anlatacak bir şey de yoktu. Varmış gibi yaptım, sizi ve (en başta) kendimi kandırmayı denedim ama olmadı. İçimden gelmedi. Beceremedim biraz da. Artık eskisi gibi tek cümleden yola çıkarak hikayeler yazamıyorum. Onu geçtim, kurgusunu yaptıklarımı da yazamıyorum. Ah, dilim! Öyle kupkuru ki ne söylesem eksik söylemişim gibi geliyor, nasıl söylesem hakkını verememişim gibi. Eskiden de böyle miydi? Cevap menfi ise, nasıl bu hale geldi? Değilse, nasıl bunca yıldır hiçbir şey değişmedi?

Bir müddet, diyorum, hiç yazmasam mı? Dinlendirsem mi kelimelerimi? Hepsi tanıdık gelmeye başladı. Yenilerini eklemem lazım onlara ya da bir müddet uzaklaşıp geri döndüğümde hepsini özlemin coşkusuyla kucaklamam gerek hepsini. Başka türlü olmayacak çünkü. Hani "Hep karanlık, hep karanlık/Yeter artık, yeter" der gibi, hep ayn...

Sahi, "bir kuş uçur" artık.

Vakitli Vakitsiz

"Vergi versin, ümük versin, can versin
Verirler mi alırlar mı bell'olmaz."

Verirler. İnanmak istemiyor insan ama verirler. Vergi de verirler, ümük de verirler hatta can da verirler. Aldıkları ise...

Ne diyeyim şimdi? Ne anlatayım? Kapitalizmden mi dem vurayım, ... Yok, tadım yok. Neyden şikayet edeceğimi sayacak kadar dahi tadım yok. Zaten söylenmesi gereken her şey bir şekilde birilerince söylenmiyor mu? Ben bir daha niye nefes tüketeyim, söyleyecek yeni bir şeyim yoksa? Sırf isyan ettiğimi göstermek için isyanımdan niye söz edeyim?

Belki bir müddet her şeyden elimi çekmeliyim. Sonra ne olacak peki? Bir süre her şeyi geride bıraktım ve umursamadım diyelim. Sonra yine aynı döngünün içine girmeyecek miyim? Hep başladığım yere geleceksem kendimi koyvermemin ne anlamı olabilir ki? Öyleyse dik duracağım.

Dik durmak? Güzel tabi. Yenilmediğini bilmek, yenilmemek için direnmek; her şey üzerine üzerine gelirken gülümseyebilmek güzel. Ama kendini kandırmamak en güzeli. Pamuk ipliğine bağlıysa mutluluğun, her an yıkılacaksa duvarların bunu bilmelisin. Aksi halde oyalanır durursun kendini korumada sanarak. Lakin gün gelir Odabaşı'nın "Derken bir Ankara, bir poyraz beni döve döve içeri alır." dediği gibi bir esinti -ki muhtemelen sen sebep olmuşsundur ortaya çıkışına- seni döve döve döve... Ne duvar kalır önünde ne mutluluk ne de seni ayakta tutan koltuk değeneklerin. Olup biteni anlamakta zorlanırsın oysa çok basittir her şey. Hiçbir zaman sandığın kadar güçlü olmamışsındır. Zaaflarını kabul etmediğin müddetçe olamazsın da.

İnsan doğasına dair onlarca teori var beynimin kıvrımlarına sıkışmış ve zamanı geldiğinde görücüye çıkmayı bekleyen. Hangi kaynaktan beslenirse beslensin hepsi aynı yere çıkıyor, biliyorum bunu. Kabulleneceksin. Başına gelene isyan etmeyeceksin. Hakedip haketmediğini sorgulamayacaksın. Nerede hata yaptığını bulmaya çalışıp aynı hataya bir daha düşmemek için elinden geleni yapacaksın ama hata yaptığın için kendini suçlamayacaksın. Bileceksin hata yapma hakkın olduğunu, beşerin şaşar olduğunu bileceksin. Hatta aynı hatayı ikinci, üçüncü, beşinci, onuncu defa yaparsan dahi kendine eziyet etmeyeceksin. "Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür." Boşa değildir bu söz, düşüneceksin.

Ne diyorum Allah aşkına?

"Kore dağlarında tabakam kaldı
Mapus damlarında özgürlüğüm."

Gidiyorum anam.

Hal Bilmezem

Hey! Özledin mi beni? Bayağı oldu ha görüşmeyeli, ne dersin?

Efendim, Bursa'ya gittim, annemi gördüm. Sağlığı yerinde çok şükür. Yaşlılıktan olsa gerek, çalışınca ağrıyor bacakları. Dinlendiğinde bir şeyciği kalmıyor. Dün hastahaneye yattı, kontroller yapılıyormuş şimdilik. Ben anlamam ama etraftakiler bel fıtığından şüpheleniyorlardı, bakalım doktorlar ne diyor.

Sabah beri ders çalışıyorum. Üç tane makale bitti, iki tane daha bitirmem gerekiyor bugün. Gerçi biri Türkçe olduğu için çok zorlamayacaktır ama o da hayli uzun. Bakalım bitirebilecek miyim? Bitiremezsem yarınkileri daha hızlı okumam gerekecek ki onlar da uzun. Of, zamanında çalışmazsam olacağı bu. Vizeden sonra düzenli olarak okumayı neden bıraktıysam artık. Kafama sıçayım kendimin.

Bir haftadır inanılmaz neşeliyim. Öyle güzel bir enerji var ki üstümde elim ayağım durmuyor hiç. Aslında bir yandan da korkuyorum, hayra alamet değil gibi geliyor. Ne var ki bunları düşünerek kendimi yoracak değilim. Keyfim yerinde ve gelecekte neler olabileceğini düşünerek bu keyfi kaçırmak istemiyorum.

İstiyorum ki birkaç da düşünce yazayım ama aklıma bir şey gelmiyor şimdi. Eğer söyleyeceklerim olursa bir kez daha yazmayı denerim bu gece. Şimdilik sevenlerimin gözlerinden öpüyorum.

Sağlıcakla kal!

Yarın Yol Var

Bursa'ya gideceğim yarın, nasipse. "Durup dururken Bursa'ya gitmek de nereden çıktı?" deme! Annem yola çıkmış bugün, sabah İnegöl'de olacak. Ben de kısmetse akşama. Annemin yola çıkma nedenini soracak olursan, doktora gitmek için derim. Ha "Artvin'de doktorların suyu mu çıktı?" hiç deme, o muhabbete girmek istemem. İki hafta Şavşat'ta kalmıştı iğneler için. Anlaşılıyor ki toparlayamamış, biraz da babamın itelemesiyle olsa gerek Bursa'ya gitmeye ikna olmuş. Onu görmeye gideceğim ben de. Perşembe gece binip, Cuma sabahı da İzmir'e dönmeyi düşünüyorum. Vesselam iki gün yokum buralarda. Bu süre zarfında herkesi önce Allah'a sonra kendisine emanet ediyorum.

Yatmadan Önce... Yok Fırça Darbesi Falan

Geçen hafta uzun zaman sonra sinemaya gittiğimi söylemiştim. Sinemadan önce yemek yediğimizi söylediğimi ise hatırlamıyorum. Yanlış bir cümle oldu az önceki, şimdi fark ettim. Bir şeyi söylediğimi hatırlamamak için birisinin onu söylediğimi öne sürmesi gerekirdi ki böyle bir şey olmadı. Öyleyse doğrusu "Sinemadan önce yemek yediğimizi söylemediğimi hatırlıyorum." olacak. Lakin bu da kulağı tırmalıyor. Her neyse, kafa ütülemenin anlamı yok. Mevzuya geliyorum.

Sinemaya dört kişi gittik. Yemekte de dört kişiydik. Arkadaşlardan birini daha o gün tanıdım. Hoş, sempatik birisi. Çabuk ısındık birbirimize. Yok, ısındık demeyeyim. Yeni tanışmış gibi değildik diyeyim en iyisi. (Bugün cümlelere taktım anlaşılan. Hayırdır inşallah.) Dostumla ben pizza aldık, arkadaşın biri yemedi, diğeri de makarna aldı. Ben pizzayı plastik bıçakla kesmeye çalıştığım için biraz zor oldu yemek. Bunca yırtındığımı gören yeni tanıştığım arkadaşım "Ne kadar uğraştın ya, al eline ye." deyince nereden estiğini bilmediğim bir cevap verdim. Pizza bizim kültürümüze ait bir şey olmadığı için parmaklarımla yiyemiyordum; onun yerinde pide ya da lahmacun olsa hiç bu defa çatal bıçak kullanmazdım. "Amma çok düşünüyorsun sen ya. Nasıl yaşıyorsun böyle?" gibisinden bir şey söyledi o da. Doğrusu söylediğime kendim de inanmamıştım ama altta kalmamak için cevaben "Ben önce düşünüp sonra yapmıyorum. Önce yapıp sonra neden yaptığımı düşünüyor ve buluyorum." dedim. İşte buna söylediğim anda inandım.

Hakikaten hep böyle oldu benim hayatım. Önce birşeyler yaptım, çoğunlukla neden yaptığımı bilmeden. Sonra yaptıklarımı düşündüm ve neden yapmış olabileceğimi bulmaya çalıştım. Kendi kendimi analiz ettim vesselam çoğunlukla. Davranışlarımın sebeplerini başkalarına söylediğimde beni çok kontrollü yaşayan biri zannettiler oysa aksine çok zaman bilinçaltımın yönlendirmelerine göre hareket ettim.

Bilinçaltı demişken, korkularımı da bilinçaltıma yapmış olduğum bu seyahatler sonrasında keşfettim. Yoksa kimse çıkıp bana "Hey dostum, senin boy kompleksin ilk aşkınla ilgili kötü tecrübenden ileri geliyor." demedi. Bu sonuca bizzat kendim, kendimi analiz ederek ulaştım. Elbette bu analizi yapabilmek için bir yerlerden yardım almışımdır. (Cümlenin -miş'li geçmiş zamanda kurulması nerelerden yardım aldığımı bilemiyor oluşumdan, alıp almadığımdan emin olmadığım için değil.) Yine de yardım almam sonucu bulanın ben olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tıpkı bulduklarımı başkalarıyla paylaşmaktan çekinmediğim gerçeğini değiştirmediği gibi.

Vardığım sonuçları paylaşırken niyetim ne kendimi ne kadar iyi tanıdığımı göstermek ne de kendimle yüzleşebilecek ve bunu çekinmeden söyleyebilecek kadar cesur olduğumu ima etmek niyetindeydim. Bunları söylemem bazen karşımdaki insana güvenmemden, bazen onu rahatlatmak için söylemek zorunda olmamdan bazen de saklanacak bir yanı olmadığını hatta eğlenceli olduğunu düşünmemden kaynaklanıyordu.

Bundan sonrasını yazacak olursam söylenmeye başlayacağım ki şu an hatta hiçbir zaman bunu yapmak niyetinde değilim. Bu nedenle susuyorum.

Herkes kendine iyi baksın. Mümkünse Candan'ın şarkısını da söylemesin kimse bu cümleyi kurdum diye. (O kendini biliyor.)

Öpüyorum yanaklarınızdan, ikişer kez hem de. (Bugün bir yanak eksik kalmıştı, çifter çifter alıp tamamlayacağım artık.)

Leyla

Bugün, tatilden döndü Şirine. Gelir gelmez aradı beni, çıktık bahçeye. Nasıl da özlemişim onu. Kaç zaman olmuştu sohbet edemeyeli? Hatırlayamıyorum.

Önceki gece yaptığım İnciraltı kaçamağının ardından dün de Güzelbahçe'ye attım kendimi, yine tek başıma. Bu defa gündüzdü ve yanımda kitabım da vardı. Okudum ve yürüdüm bol bol.

Bıcır geleceğini söylemişti ama gelmedi gece. Hastaydı dün, inşallah bir sorunu yoktur.
İnanılmaz huzurluyum iki gündür. Yeni şarkım, yeni halim.

"Kar yağıyor bu gece
Öyle beyaz ki şehir
Anlamak bir ömür sürer
Hayat niye kirlenir"

Uykum var.

Gözden Uyku Akarken

Uykum var ve kitap okumak istiyorum. Yine de akşam yazmayı deneyeceğim dediğim için kendimi borçlu hissedeceğim düşüncesiyle klavyenin başına oturdum.

Akşam on buçuktan sonra dışarı çıktım, sahile indim. Tek başıma, kulağımda Ahmet Kaya, Ezginin Günlüğü ve Metin-Kemal Kahraman şarkıları yankılanırken kah oturdum kah yürüdüm kıyı boyu. Yurda geldiğimde hayli keyiflenmiştim.

Kıyıda otururken her yalnız kaldığımda yaptığım gibi kadınları düşündüm. Tamam, abarttım. Her yalnız kaldığımda kadınları düşünmüyorum. Ama hayatın içinden şeyler dolaşıyor zihnimde ve hepimizin malumu olduğu üzere aşk burada hayli yer tutuyor. İşte tam da aşk ve kadınlar ikilisi üzerinden giderken bir yerde tıkandığımı hissettim. Düşündüm ve buldum: yanlış yaştaydım. Yaşıtlarımın bir çoğu -hele kızlar- hala aşka inanıyorlar. Bu durumda daha önceleri formaliteleri bir kenara bırakıp bacaklarının güzel olduğunu söyleyebileceğim birilerini istediğimi söylesem de akranlarım arasından böylesini bulmamın çok zor olduğunu anladım. Hala o formaliteleri yerine getirmek ve karşımdakini aşkıma inandırmak zorundayım. İnanmasa dahi inanmış gibi görünebileceği kadar uğraşmalıyım en azından. Ne yazık ki bununla hiç uğraşamayacağım. Aşka inanmayacak kadar yaşı kemale ermiş kadınları etkileyebilecek hiçbir özelliğim de olmadığına göre ben bir müddet aşk, meşk ve bilhassa seks hayallerimi ertelesem iyi olacak. Zaten senelerdir ertelediğim için zorlanacağımı sanmıyorum.

Neyse, boşverelim hatunları. Uyku bastırdı iyice. Yazdıklarımı hala görebiliyorken veda etsem iyi olacak.

Sevgiyle kalın.

Yatağını Yorganını, Çeyizini Bohçanı

İki gün olmuş yahu yazmayalı buraya. Hatırlatsanıza arkadaşlar, unutuyorum arada bir. Şu iki günde neler oldu düşünüp ona göre bir şeyler yazayım madem.

Altı belki de yedi ay sonra sinemaya gittim Çarşamba akşamı. Özlediğimi fark ettim demek isterdim ama diyeyimiyorum. Yine de değişiklik oldu, güzeldi.

Böyle olmuyor, iyisi mi ben olay anlatmadan yazayım, siz anlayın neler olduğunu.

Birisini hayatından ağrısız sancısız çıkarmak gibisi yok. Kavga etmeden, küsmeden, hatta bir daha görüşmeyeceğinizi ya da çok seyrek görüşeceğinizi dahi söylemeden çekip çıkarmak onu hayatınızdan öyle rahat ki anlatamam. Aslında her şey sıkıldığınız şeyleri yapmak için kendinizi zorlamamanıza bağlı. "İnsan sıkıldığı şeyi yapmak için kendini zorlar mı?" demeyin, zorlar. Daha doğrusu kendini buna zorunlu hisseder çünkü alışmıştır ve bundan vazgeçmek kolay değildir yahut karşısındaki insanı kırmak istemediği için istemeye istemeye devam eder. Her halde olayın sonucu aynıdır aslında. Her şey bir yerde kopar ve daha önceden birikmiş olanların da etkisiyle bu kopuş hayli şiddetli olur. Keşke insanlar birbirlerini tükettiklerini fark ettikleri anda iki yüzlülüğe son verip kendi yollarına gitmeleri gerektiğini bilip ona göre davransalar.

Şimdilik bu kadar söyleyeceklerim. Bu akşam bir kez daha yazmayı deneyeceğim, umarım başarılı olurum. Geçmiş günlerin telafisini yapmak gerek değil mi?

Sevgiyle kalın.

Şiirin Dalga Boyu

Şiir apayrı bir dünya ve anladım ki bu dünyanın kapıları bana sımsıkı kapalı. Ne kadar garip değil mi yazmaya şiirle başlamış ve yedi sekiz yıl boyunca şiirle ilgilenmiş birinin bunları söylemesi. Garip ama gerçek. Anlayamıyorum arkadaşım. Bir şiirin ne anlatmak istediğini anlayamıyorum. Baştan sona bir solukta okuyorum olmuyor; mısra mısra, beyit beyit okuyorum yine olmuyor. Ulan bir de tersten okuyayım diyorum, hiç olmuyor. Buradan da anlayabileceğimiz gibi bazen alışmış götte de don durmadığı oluyor.

Şiiri bir kenara bırakırsak, yazmak için okuma derdi olmadan okumayı özlemişim. Yatağa uzanıp uykuya direnerek okumanın tadını almak ne güzel.

Üniversitenin ana kapısından girip yurda gitmek isteyen biri hafif meyilli bir yoldan geçerler. (Öyle söyledim ki sanırsın yarım saate falan gidiliyor yurda. Yarım saate kampusü dolaşır be insan.) İşte bugün o yolda bir şeyi keşfettim. Kahvaltıda söylediğimde dostum da bana hak verdi. Ne keşfettiğimi size de söyleyeyim de bunca lafın bir anlamı olsun madem. Tam o meyilli yolun başında karşıdan gelen güzel bir arkadaşla karşılaştık. Selam sabah faslından sonra o kendi yoluna biz kendi yolumuza gittik. O kısa konuşma esnasında bu güzel kızımızı eskiden daha uzun boylu zannettiğimi fark ettim. O an iki ihtimal belirdi aklımda. Birinci ihtimal biz yukarı tarafta olduğumuz için göz yanılgısı olduğu ikincisi ise benim kızlara bakışımın değişmesinden ötürü artık kimsenin gözümde yeterince ulaşılmaz olmadığı. Dostumla beraber ikincisinde ittifak kıldık. Ha ulaşılamazlıkla boy arasındaki ilişki nereden geliyor diye soracak olursanız onu başka bir yazıya saklayayım. Sadece bir ipucu, ilk gönül ağırısıyla alakalı bir mevzu. Çocukluktan gelme bir korku ya da sıkıntı diyelim.

Not: Dün gece ilk defa biri günlüğüme sadece iyi geceler diye yorum yazdı. Değişik geldi birden. Teşekkür ediyorum kendisine.

Bugünlerden Bir Bu Gün

Uyanıyorsun. Gözlerini açtığında odaya dolan ışığı görüyorsun. Gördüğün ışık değil aslında, ışığın sana gösterdikleri ve sen sadece odana ışığın dolmuş olduğunu bildiğin için onu gördüğünü sanıyorsun ama bunun farkında değilsin ki farketsen de pek önemsemiyorsun. Güneşin doğmuş olması sana yetiyor zira. Hele bir de deniz manzaralıysa odan ve hava günlük güneşlikse güne normalden biraz daha iyi başlıyorsun muhtemelen.

Eğer seni içerde tutan bir işin yoksa kendini dışarı vuruyorsun, ama zorunluluktan ama isteyerek yahut hem zorunluluktan hem de bu zorunluluğun dışarı çıkmayı istemene engel olmasına izin vermeden. Eline kitabını alıp kendini sahile vuruyorsun mesela. İçinden dostlarını görmek geldiyse telefonuna sarılıyorsun ya da onları görebileceğin yerlerde dolaşıyorsun. Her şey senden yana bu gün, her şey senin istediğin gibi gidiyor.

Sonra, sevdiğin birini görüyorsun. Sevdiğin ve üzülmesini istemediğin birini. Selamlaşıyor, oradan buradan konuşuyorsunuz. Bir gariplik olduğunu seziyorsun tavırlarından ama üzerine varmıyorsun çok fazla; çünkü biliyorsun insanlar sıkıntılarından bahsetmeyi her an istemeyebiliyorlar. Kaldı ki sen dostlarına yalnızca onların anlattığı kadarını dinlediğin ve daha fazlasını istemediğin için yakın olduğuna inanıyorsun. Saatlerce sohbet etseniz dahi sorunlarına dokunmadan geçebiliyorsunuz. Şu veya bu vesileyle ayrıldığınızda içinde bir burukluk oluyor. Günün geri kalanını bir “acaba”yla geçiriyorsun. Sorman gerekir miydi, bilmiyorsun. Sormanın daha iyi olup olmayacağı hakkında ise hiçbir fikrin yok. Sonra...

Sonrası da öncesi gibi hayatının bir parçası. O gün yaşadıklarının hepsini unutabildiğin gibi anı anına hatırlayabiliyorsun da. Aylar sonra o sevdiğin insanı görüp “Senin o gün canın sıkkındı değil mi?” diyebiliyorsun. Belki de hiç oraya kalmadan o akşam olağan ya da hiç olmadık bir şekilde canının neye sıkıldığını öğreniyor ve seninle birlikteyken vaktinin iyi geçtiğini umarak meseleyi kurcalamadığına pişman olmadan, gönül rahatlığıyla uykuya dalıyorsun.

Yoruldum Her Bulduğumda Kaybetmekten Seni

Bitti ama ben de bittim. Şarkı da tam üstüne geldi, günaydın bittim ben. Abartmaya gerek yok aslında, bitmiş falan değilim. Hatta birkaç sayfa kitap okuyabilecek kadar iyiyim. Kaldı ki ne günaydın denebilecek bir saatte yazıyorum bu satırları ne de Yalın bittim ben diyor.

Şimdi, müsaadenizle sevincimle baş başa kalmak istiyorum. Sabahki derse gitmek zorunda olduğum için biraz kitap okuduktan sonra yatmayı düşünüyorum. Yarın çok yoğun bir gün olacak.

Sağlıcakla kalın hepiniz.

Not: Başlığın yazıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Tarkan çalıyor, içimden geldiği için yazdım.

Kapı Menteşe

Çok az kitap okudum bugün, elli sayfa bile değil belki. Hiç içimden gelmedi ama, nedendir bilmem. Telafi ederiz artık bir gün, nasıl olacaksa o?

İki sayfasından daha kurtuldum ödevin. Geriye iki-üç sayfalık bir kısmı kaldı. Bir kısmı benim yorumlarımı içereceği için daha çabuk geçebileceğimi zannediyorum. Bu durumda yarın akşama bitmesini umuyorum, hayırlısı bakalım.

Bugün sevdiğim bir insanla arkadaşlığımızı perçimledik. Daha evvelinden benim yaptığıma benzer bir şeyi bu defa o bana yaptı. O biraz kızgın, ben biraz üzgün; böyleydi ahvalimiz. Sonra konuştuk, anlaştık. Yine eskisi gibi ben onu anlaşıyorum o da beni anlaşıyor. Yanlış anlamalara mahal vermeyelim, anlaşmaklı falan değiliz. (Anlaşmaklı, evet.)

Acıktım ben, bir şeyler atıştıracağım. Nazan da sıkmaya başladı artık, müziği değiştirsem fena olmayacak.

İyi geceler herkese. (Hepiniz gece okuyun bunu tamam mı?)

Acıkmalıyım, Acıkmalısın, Acıkmalılar

Sıkıntıdan yemek yiyesim geliyor yahu! Acıksam da kurtulsam. Yaz yaz bitmiyor ki ödev. Yanlış oldu, yazmadan bitmiyor. Dördüncü sayfanın başına anca ulaşabildim. İşin en kötü yanı neyi yazıp neyi yazmayacağıma karar verme kısmı. Anlatılacaklar o kadar bölük pörçük ki birine değindiğinde diğerine de değinmek zorunda kalıyorsun çünkü hepsi yaklaşık önemde. Elbette tersi için de aynı durum söz konusu yani birinden bahsetmezsen diğerinden de bahsedemiyorsun. İlk durumda çok uzun ikinci durumda çok kısa bir yazı çıkacak ortaya ki ödevin çok keskin olmasa da alt ve üst sınırları var.

Acıkıyorum galiba yavaş yavaş. Hadi hayırlısı bakalım.

Bir İleri İki Geri Birilerinin Elinde İpleri

Tahmin ettiğimden daha erken kalkmadım ama tahmin ettiğimden daha az uyudum. Yatmadan önce sorsaydı birisi kaç saat uyuyacağımı tahminim sekiz on saat arası olurdu ama kaçta kalkarsın dense 11 civarı diye tahmin ederdim. Yattığımda saatin dört buçuk civarı olduğunu düşünürsek tahminlerdeki tutarsızlık kendisini belli eder, ilk cümledeki çelişkiyi de ortadan kaldırır sanırım.

Kalktığımdan beri neredeyse hiçbir şey yapmadım. Ödeve bir cümle daha ekledim. Ne kadar büyük bir şey değil mi? Beş-on sayfa kitap okudum ve ekmek aldım. Geri kalan zamanda ne yaptığımı gerçekten bilmiyorum.

Bulamadım söyleyecek başka bir şey. Şu ödevler bitse de arada bir ufak çaplı tespitler falan da aktarsam. Sıkıcı olmaya başladı böyle günlük işleri geçirmek. Gerçi adı günlük bunun, günlük olaylar yazmakta gariplik yok ama onun da orjinal bir yanı yok.

Hadi kaçtım ben. Kahvalı yapayım da bari ondan sonra ödevle ilgileneyim. Tembellik etmekle bitmeyecek çünkü.

Maça Doğru

Şortumu giydim, maç saatini bekliyorum. Şaka, şaka. Şort falan giymedim. Bu bacaklarla şort giymek de ne komik olur be. Pijama üstüne giyilmiş gibi, düşünsenize. Boşverin, düşünmeyin en iyisi. Ben düşündüm, fena oldum. Kaldı ki maç saatini beklediğim falan da yok. Söz verdik bir kere, oynayacağız. O zamana kadar da ödevle ilgilenmeye çalışıyorum işte. Bugün dışarda çok oyalandım, biraz daha kasmam gerek galiba.

Öyle işte. İçimden bi selam vermek geldi. Gidiyorum şimdi.

Kendine dikkat et tamam mı yavrucuğum.

Görüşürüz.

Aç Karnına Çikolata

Hayırlısıyla ödevimizi yazmaya başladık. Gerçi henüz yarım sayfa bile olmadı ama olsun. Başlamak bitirmenin yarısıdır düsturuyla yola çıkarsak ödeve başlamak için okumaya başladığımda ödevin yarısını bitirdiğimi, okumaları yaptığım için kalan yarının yarısının da bittiğini, şimdi yazmaya başladığım için geriye kalan çeyreğin de yarısının bittiğini düşünürsek ödevin sadece sekizde biri kalmış demektir ki başladığımdan bu güne geçen beş günlük sürede yedide birini bitirdiğime göre kalan kısmı bir günde bitirmem işten bile değil. Nah değil! Kendimi kandırmayı bırakırsam ödevin üç gün içinde biteceğini tahmin ediyorum. Bu arada TQM ödevini de halletmem gerekecek elbette ama onun için üç dört saat yeterli olacaktır. Bir saat kadar da slaytlar için versem beş saat. Umarım araya HRM ödevi de girmez çünkü onu bir güne anca hallederim. Her neyse, kafa şişirmenin alemi yok. Bitince sevinç nidaları eşliğinde buraya yazarım nasılsa.

Efendim henüz kahvaltısını yapmamış aç bir birey olarak yazıyorum bu satırları. Aç olduğum için kafam fazla çalışmadı ve ödevi yazma işini bıraktım. Ha neden ödevi bıraktım da buraya yazıyorum, inanın bilmiyorum. Birazdan kalkıp bulaşıkları yıkar sonra kahvaltı hazırlarım. Kıçını devirmiş yatan oda arkadaşımı da uyandırabilirsem değmeyin keyfime. Maksat puştluk değil elbette, hem o kahvaltı yapsın da doysun hem de ben yalnız başıma kahvaltı yapmaktan kurtulayım. Fena mı yani?

"Özgürlük caddesinde bir tramvay olsaydım
Asılsaydı çocuklar iki yanımdan."

Uyuyan güzelin alarmı çalıyor. Ne neşeli bir bir müziktir bu ya. İnsanın içini açıyor sabah sabah. Tabi her sabah duyunca sinir bozucu olabiliyor ama olsun. Güzel müzik. Alarm seçimi için kutluyorum kendisini. Bir de uyansa... Hayır, tam süper falan olmayacak. Benim gibi birinin kullanamayacağı kadar sıradan bir ifade bu. Avamdan olamam, imkanı yok. Yahu zorlamayın, kullanmam diyorum. Elitistim, ne var? Bak hala...

Anlaşıldı, bu böyle olmayacak. Karnım guruldamaya başladı. İyisi mi ben ağır ağır kalkayım da bulaşıklarla cebelleşmeye başlayayım.

Kahvaltıya beklerim kuzucuklar. En azından bi çayımı içersiniz.

Fazla bekletmeyin darılırım.

Yorumları da Bir Garipmiş Buranın

Stajyer'in uyarısı üzerine baktım ve "X* YORUM" linkinin yorum yapmayı akla getirmediğini fark ettim. Ona bir ayar çektikten sonra deneme yapayım dedim, yorum meselesine de açıklama getirmek gerekebileceğini fark ettim çünkü yorum sayfası değişik biraz. Çok fazla opsiyon sunmuşlar, karışık gibi duruyor. Şimdi efendim, yorum yapmak isteyen sevgili arkadaş ve dostlarım ve dahi tanımadıklarım "X* Yorum Var, Sen de Ekle Bir Tane" linkini tıkladıktan sonra önlerine çıkan sayfada "Yorumunuzu bırakın" yazısının altındaki boşluğa yorumlarını ekledikten sonra "Bir kimlik seçin" kısmından "Adı/URL" seçeneğini işaretleyerek sadece isimlerini yazıp "YORUMUNUZU YAYIMLAYIN" butonunu kullanarak yorumlarını gönderebilirler. Dileyenler "İsimsiz" seçeneğini de kullanabilir tabi ama onu tasvip etmiyoruz, yazıcı camiası olarak.

Yapılan yorumları görmek için ise yazının başlığına tıklamanız yeterli. Bu durumda yazı tek sayfa olarak açılacak ve altta yorumlar yer alacaktır.
İşte böyle sevgili izleyenlerim. Programın hazırlanmasına ilham verdiği için sevgili Stajyer'e teşekkürlerimi sunuyorum. Bir başka "Nafile'den Tarifler" programında görüşmek dileğiyle hepinize mutlu günler diliyorum.

* X yorum sayısını belirten değişkendir. Değişkenin ne olduğunu anlatması için sizi Şirine'ye havale edebilirim.

Misafire Çay Yok mu?

Bundan sonra buralardayız. Gerçi tek başına nafileyi bulamadık ama idare edeceğiz artık.

Görünümle ilgili ayarlamaları daha uygun bir vakitte yapacağım, söz veriyorum herkese. Şimdilik başım çok kalabalık.

Öptüm herkesin gözlerinden.

Yirim sizi.