Takip Ettiklerim

Blogu olan arkadaşlardan şikayetim var. Şaka değil, gerçek. Takip ettiğim birkaç blog vardı, araya bir iki tane daha eklendi. Ben takip ettiğim blogların güncellemelerinden kendi blogumun sağında blog listesi oluşturarak haberdar oluyordum. Geçenlerde bir karar verdim, Google Reader'ı kullanayım dedim. Takip ettiğim blogları da oraya ekleyeyim, oradan izleyeyim diye düşündüm. Arkadaş o gün bu gündür kimsecikler bir şey yazmaz oldu. Eliniz mi gitmiyor arkadaşlar klavyeye ne var yahu? Olmaz ki böyle.

Yorumlarla ilgili de ikinci bir şikayetim var ama karnım aç şimdi, o nedenle yemeğe gidiyorum. Başka bir zaman bunu da dile getireceğim. Öptüm canım. Babay!

Ağır Argo ve Küfür İçerir, Bilmekte Fayda Var

Şimdi şöyle bir durum var. Acayip ağzı bozuk bir adamım. Çok sağlam küfür de ederim zaman zaman. Arkadaşlarımla pek paylaşmadığım fakat benim mantıklı olduğuna kanaat getirdiğim (elbette mantıklı olduğuna kanaat getireceğim, kendi fikrim ne de olsa) bir ayrım güdüyorum küfretmekle ağzımı bozmak arasında. Belki doğduğum ve belli bir yaşa kadar yaşadığım yerlerde insanların ağzının çok bozuk olmasından da kaynaklanıyor bu düşüncem, bilemiyorum. Her neyse. Bana göre kötü bir ifade bir şahsa yöneltilirse küfür olur. Bu ifade (affedersiniz) orospu çocuğu da olabilir şerefsiz de it de. En kallavisinden en naifine kadar her türlü kötü ifade birine yönlendirilince bu küfürdür. Bakın aklıma bir tanesi geldi mesela. Omurgasız lafı hiç de küfür gibi durmaz, alt tarafı bir ithamdır çoğuna göre çünkü ayıp kelime içermez. Bana sorarsanız birine omurgasız demek küfürdür diğer bir yandan. Ama lafa amına koyayım diye başlarsanız (koyduğunuz am birisine ait olmadığı sürece) bana göre küfretmiş olmaz, ağzınızı bozmuş olursunuz. Hakeza siktir et de küfür değildir mesela bana göre.

Şahsi kanaatimi belirttiğim bu ön bilgiler ışığında esas değinmek istediğim konuya geliyorum. Milletçe ne kadar çığırından çıkmışız yahu biz. (Burada milletten kasıt milliyetçilik fikrine temel teşkil eden millet kavramı değil lafın gelişi söylenmiş ve beni de içinde barındıran kuru kalabalığı anlatmaya yarayan bir ifadedir. Yav bugün gevezeliğim üzerimde bakıyorum da.) Önümüze gelene ana avrat, soy sop küfrediyoruz. Yüz yüze gelsek söylemekten imtina edeceğimiz sözleri kişilerin gıyabında sarf etmekten çekinmiyoruz. En basit meselelerde dahi bunu yapıyoruz ya aklım almıyor. Hoş mesele ne olursa olsun küfretmek tasvip edilecek bir şey değil orası ayrı ama sudan sebeplerle birbirlerine kevaşe, götveren, amcık ağızlı falan diyen insanları görünce cinlerim tepeme çıkıyor. Hele hele küfre üçüncü şahısları da katan küfürler olunca - ki bunlar genelde orospu çocuğu, it oğlu it ve türevleri oluyor- dellenmeden edemiyorum. Yok arkadaş, ben gerçekten ne hale geldiğimizi anlamıyorum. O nedenle söylediklerime beyni yerine omuriliğini kullanarak cevap verecek insanların olduğu yerlerde kendimi ifade etmekten kaçınmaya çalışıyorum çoğunlukla. Yoksa Hayaloğlu’nun şiirinde “Yoksa bu ilişkiler, bu zaaflar/ Seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir/ Dirhem dirhem azalırsın.” dediği gibi beni yiyip bitirecek “muhataplarımın” bu hali.

.

Bu arada az önce aynaya bakarken saçlarımın tam istediğim uzunlukta olduklarını gördüm. Daha doğrusu saçlarımın uzunluğu şekil vermekte sıkıntı yaşamayacağım ve baktığımda hoşuma gidecek bir hal almış. Keyiflendim birden yahu!

Dikkat Dikkat

Son günlerde yazdıklarımı okuyan biri mutsuz olduğumu düşünür herhalde. Oysa ruh halimin mutluluk yönünden incelenebilirliği yok şu aralar. Diğer bir ifadeyle mutlu olup olmadığım sorulsa bana, verecek cevabım yok. Mutsuz olmadığımı biliyorum ama mutlu muyum onu bilmiyorum. Gerçekten de ruh halimin mutluluk yönünden incelenebilirliği yok şu aralar. Hayatım meşguliyetler ekseninde devam ediyor daha ziyade. Yapabildiklerim ve yapamadıklarım (buna isteklerim de dahil) belirliyor ahvalimi genellikle. "Nasılsın?" sorusuna verilecek cevaplarım yoğun, boş, her zamanki gibi, sıkkın, iyi, enerji dolu, yorgun gibi sıfatlarla sınırlı. O nedenle bu satırları ve bundan önce yazdıklarımı okuyan tanıdık, eş, dost varsa mutsuz olduğumu düşünmesinler lütfen.

Ah, Of, Falan, Filan

"Geçmişe sünger çekmek istiyorum. Her şeye sıfırdan başlamak, başka başka insanlar tanımak, başka yerlerde başka şeyler yapmak istiyorum." Bunlar bir anlığına aklımdan geçip parmaklarımın ucundan bilgisayara kaydedilmiş cümleler mi yoksa ağır ağır olgunlaşan ve yerlerini bulan düşüncelerimin meyveleri mi bilemiyorum. Bazen sil baştan başlamak gerekir mi gerçekten bilmiyorum. Bildiğim şu anda bir şekilde, ama yazarak ama konuşarak kendimi anlatmak istediğim. Hiç aklıma gelmeyen, hiç kelimelere dökmediğim, belki hiç farkına varmadan içimde büyüyen ne var ne yoksa bir bir boşaltmak, dışarı akıtmak istiyorum. Birisi olsun istiyorum yanımda. Bakışımdan, duruşumdan, susuşumdan beni anlasın demek çok fazla şey istemek olacağından belki; söyleyebildiğim kadarından anlatabildiğim kadarını anlasın ve izin versin başımı omzuna yaslayabileyim. Başımı omzuna yaslayabileceğim, bunu isteyebileceğim biri olsun. Öyle bir girdaptayım ki bu hususta, döndükçe dönüyor fakat bir yere varamıyorum. Şimdi sorsalar yaslanabileceğim kimim olduğunu bir annemle babamı söyleyebilirim. Görmemin zor; gördüğümde sarılmanın ve omzunda ağlamamın neredeyse imkansız olduğu annemle babamı.

Bu acı neden? Bu yalnızlık hissi, bu boşluk neden? Neden bu kaybolmuşluk? Nerede yitirdim kendimi? Nerede ve ne zaman kırıldı düzenimin zembereği? Neden hiçbir biçimde kendimi avutamayışım? Neden böyle anlarda Rabbim'e sarılmak isteyişim lakin el açıp dua bile etmeyişim? Neden onu terk edişim? Neden herkese ve her şeye sırtımı dönüşüm? Neden parmaklarımın ağrıması bu satırları yazarken? Bunca soru neden?

Takvime baktım şimdi. 2010 Nisan'ı da geride bırakmışız. Kaç ay oldu acaba hangi ayda ve hangi yılda olduğumu merak etmeyeli? Ne zamandır saatlerin ve günlerin benim için bir önemi yok? Ne kadardır biri sorumluluklarıma diğeri isteklerime dair iki insan barındırıyorum içimde?

Yapılacak işler, asılacak duyurular varmış. Ben, sorumluluklarıyla ilgilenen ben, gidiyorum. Diğer ben nerelerde bilmiyorum zaten.

Bir Türkü Olmak

Bir türkü dinlemek istiyorum. Bir türkü, içimden akıp geçmesin, oturup kalsın öylece yüreğime. Bir türkü ki feryadım olsun. Bir türkü dinlemek istiyorum. Bir türkü olmak ve hep türkü kalmak istiyorum.

Günlerdir türkülerde yaşıyorum. Ne dinlesem kesmiyor beni, hemen bir türküde bulmak istiyorum kendimi. Öyle bir halde bir dostun Ali Asker dinlediğini görüyorum. "Şu Metris'in önü bir uzun alan/ Bir tek seni sevdim gerisi yalan!" Dinlemek istiyorum. Dinlemek ve kaybolmak dizelerin içinde. Dinlemek ve ürpermek. Diken diken etmek istiyorum tüylerimi. Dikenlerim tenime, damarlarıma, yüreğime batsın istiyorum. Nihayet çalmaya başlıyor türkü. Ben susuyorum.

"Kanım hep içime akar kanarım/ Beni anlamadın ona yanarım."

Ateş Olsam Cirmim Yine Ben Olurdum

Benim canım yanmıyor. Ben yanıyorum. Tepeden tırnağa alev aldım, yanıyorum. Ruhumun küllerini savura savura yanıyorum. İnsanlar bir biçimde yaşıyorlar, ben ölüyorum.

Dün, boş bir vaktimde eski günlüğüme baktım biraz. Hüzünlendim. Bu benim. Aklından doğru yanlış yüzlerce düşünce geçmiş olan insan benim. Vaktiyle kafasını bir şeylere yoran insan benim. Şimdi hiçbir şey düşünmüyorum. Etrafımda olup bitenlerin hiçbiri hakkında fikrim yok. Öğrendiklerim üzerine bile kafa yormuyorum. Bana verilen, başıma gelen her şeye "Eyvallah!" diyor; yapılması gereken bir şey varsa yerine getiriyor fakat şahsım adına hiçbir katkıda bulunmuyorum. En yakınımdaki insanlar acı çekerken yahut eğlenirken ben hiçbir şey hissetmeden; onları teselli edecek yahut memnuniyetlerinin devamını sağlayacak hiçbir şey akıl edemeden onlarla birlikte bulunuyorum.

Benim canım yanmıyor. Ben yanıyorum.

Köylü

Birkaç gündür taşralılıkla ilgili bir şeyler karalamak istiyorum buraya ama bir türlü kısmet olmuyor. Bir gün yazacağım ama, öyle çok derli toplu olmasa da bir şeyler anlatacağım bu konuda içimden geçenlere dair. Şimdilik sadece çok hoşuma giden bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Çok sevdiğim bir hocamın başından geçen bir hikaye. Adını vermek doğru olur mu bilmediğimden kim olduğunu söylemeyeceğim fakat hikayenin bana ait olmadığı da bilinsin istediğimden hocam olduğunu söylemiş olayım. Hikayeyi de onun ağzından aktarayım bari.

Amerika'da doktora yapıp memlekete döndükten sonra dayım/amcam* "Anlat bakalım oralar nasıl." dedi. Yedi sene kalmışım ya ben de anlatıyorum Amerika şöyle Amerika böyle. Ben anlatırken geldi omuzuma elini koydu "Oğlum dünyayı da gezsen sırtında gene köylü yazıyor." dedi. 

İşte böyle hocamın hikayesi. Dünyayı da gezse köylünün sırtında yine köylü yazıyor. Haline tavrına yansıyor insanın taşralılığı. Ama dediğim gibi daha evvelden, kendi düşüncelerim sonraki bir yazıya.

* Hocanın dayısı mı yoksa amcası mı hikayedeki hatırlayamadım tam olarak.

İnsanlardan Bir İnsan

Bir ay kadar önce bizim üniversitenin İktisadi İdari Bilimler Fakültesi dışındaki tüm öğrencilerinin aldığı tek dönemlik Ekonomiye Giriş dersinin (İİBF öğrencileri iki dönemlik bir ders alıyor) sınavında gözetmenlik yapıyordum. Öğrencilerin çoğu Matematik bölümündendi. Birkaç tane de Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi öğrencisi vardı fakat onların bölümünü tam olarak bilemiyorum. Her neyse.

İmza kağıdını kendim dolaştırdığım için herkesin yanına uğruyorum ben yoklama esnasında. Gözüme kestirdiğim öğrencilerin adlarını öğrenmeme yarıyor böyle yapmak. (Elbette güzel kızların adlarını öğrenmeme de yarıyor, o da ek getirisi.) Öğrencilerden biri imza olarak bir yuvarlak çizip ikine iki çizgi attı sadece. Onu da gayet yavaş yaptı. Boş bulundum, "İlginç bir imzaymış." diye takıldım çocuğa. Sesini çıkarmadı. Arkasındaki arkadaşın imzasını aldıktan sonra geriye dönecektim ki az önceki çocuk "İmzayı doğru yere mi attım, bakabilir miyim?" dedi. Sınıftakiler güldüler hayli. Açık söyleyeyim ben buna gülmedim çünkü imzasını yanlış yere atan çok insanla karşılaştım, kendim de atmışımdır muhakkak. İmzanın doğru yerde olduğunu gördükten sonra bu mesele böylece kapandı.

Sınav esnasında sorulan sorulara cevap verirken fark ettim ki imzasından ötürü takıldığım arkadaşın bir sorunu var. Ne olduğunu bilmiyorum. Belki bir hastalık, belki fizyolojik bir eksiklik, belki başka bir şey ama arkadaşın algılama hızı normalden biraz düşük. Hareketleri de aynı şekilde yavaş. Söylenenleri anlıyor fakat söyledikten sonra biraz zamana ihtiyaç duyuyor tam olarak idrak edebilmek için.

Birkaç gün önce ben bu arkadaşa okulun hemen dışında rastladım. Kampüsün (bahçenin aslında, kampüs mü var bizim üniversitede sanki) hemen arkasındaki kırtasiyeden fotokopi için bırakılmış kitapları almış okula dönüyordum. Arkadaki giriş inşaat dolayısıyla kapalı olduğu için yokuşu çıkıp ön taraftan girmek zorunda kalıyoruz. İşte tam o yokuşu tırmanırken karşıdan bu arkadaşın karşıdan geldiğini gördüm. Başı önüne eğik bir şekilde yürüyordu. Dikkatimi çeken şeyse kaldırımda yürürken bir iki adımda bir kaldırımın sağına yahut soluna kayarak yürümesiydi. O başı önünde yanımdan geçip gitti ben de yoluma devam ettim. Bir an kafamı öne eğince gördüğüm ve fark ettiğim şeyi nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Hayli kalabalık bir grup karınca kaldırımda bir yöne doğru gidiyordu ve ilginç bir şekilde hepsi aynı sırada değil de bir kısmı kaldırımın sağında bir kısmı solunda olacak şekilde ilerliyorlardı. Hiçbirimizin başını eğip bakmadığı, görse bile umursamadığı karıncaları ezmemek için dans eder gibi bir sağ bir sol yaparak yürüyormuş meğer o arkadaş. O an mutlu mu oldum, üzüldüm mü, utandım mı, gurur mu duydum hiçbir şey hatırlamıyorum.

Sizin Hiç Yol Arkadaşınız Oldu mu?

Sizin hiç yol arkadaşınız oldu mu? Benim oldu. Oldu da ne oldu? Hayatımın en büyük utancını taşıyorum sayesinde. Olmasaydı daha mı iyi olurdu bilmiyorum, suç onun mu onu da bilmiyorum ama belki ömrüm boyunca unutamayacağım bir günahın yükünü aldım omuzlarıma onunla tanıştıktan sonra. Bir insanı aylarca, bir iki gün değil -bir iki gün olması suçu hafifleteceği için söylemiyorum bunu, eşekliğimin farkına var(ama)mamın ne kadar uzun sürdüğünü belirtmek için ifade ediyorum- aylarca taciz ettim. Nazımı geçiriyorum, canımın yangınını anlatıyorum sanırken (zaman zaman öyle olmadığını bilirken hem de) cebren tecavüz ettim. Bu hala dönüp dönüp hatırladığım, pişman olduğum fakat pişmanlığımın hiçbir şeyi değiştirmediği hatayı yol arkadaşıma yaptım ben.

Sizin hiç yol arkadaşınız oldu mu? Benim oldu. Oldu da ne oldu? Ben kızdım ona. Küstüm. Sövüp saydım hatta zaman zaman arkasından. Olmayacak sözler ettiğim oldu hakkında. Beddualar ettim yeri geldi. Tüm bunları yol arkadaşıma yaptım ben.

Sizin hiç yol arkadaşınız öldü mü? Benimki ölmedi. Yaşıyor ama nerede, nasıl yaşıyor hiç bilmiyorum. Belki İstanbul'da hala, belki yanıbaşımda İzmir'de bir yerlerde. Mutlu mu yoksa canı yanmakta mı hala hiç bilmiyorum. Bir zamanlar mutlu olduğunu duymuştum. O zamanlar nefretim had safhadaydı belki. Beddua etmiştim arkasından. Şimdi nasıldır bilmiyorum. Bilmeye de hakkım yok zaten. Ömrümün en büyük utancı boynumdayken...

Sizin hiç yol arkadaşınız oldu mu? Benim oldu, bir zamanlar. Ben şimdi, hala, zaman zaman, kimi şarkılarda ona ve ona yaptıklarıma ağlıyorum. Özlemimden değil döktüğüm gözyaşları. Aslında fiziksel varlığına, Tuğba'ya, da değil döktüğüm gözyaşları. Akıttığım yaşlar bir insana, hele hele yol arkadaşıma, yoldaşıma yaptıklarımdan duyduğum utanca, acıya ve pişmanlığa.

Sizin hiç yol arkadaşınız oldu mu? Benim oldu. Olmasa daha mı iyi olurdu? Bilmiyorum.

+Terbiyesiz

Yahu ben bir şey diyecektim. Böyle boşluk falan gibi kelimeler geçecekti içinde. Neydi o sahi? İçimden geçen ve bir türlü dile getiremediğim o sözler nelerdi? Ağzımda acı bir tad, yüreğimde kor bırakan o hal, o his, o şey işte en nihayetinde neydi? Tam söyleyecekken boğazımda düğümlenen cümleler, yerini hıçkırıklara bırakan kelimeler nelerdi? Yahu ben bir şey diyecektim, o neydi?

İnsanın içinde tuttuğu nedir? Dışarı vurduğu ne? Yuttuğunu mu daha çabuk unutur insan yoksa kustuğunu mu? Midene ve tabi yüreğine oturan bir acıyı hazmetmek mümkün değil midir yoksa?

Çok soru var aklımda. O kadar çok ve o kadar karışık ki doğru düzgün dillendiremiyorum bile hiçbirini. Hem bugünün soruları da değil bunlar. Bir süredir, kimbilir ne zamandır birike birike...

Bak şimdi bir an durup sakin kafayla kontrol edince aslında o kadar da çok soru olmadığını fark ettim. Sıçarım böyle işin içine o zaman lan ben. Hani yiyeceğin faydalı kısımlarını alıp kana karıştıran, kalanını da bok diye vücuttan atan dolaşım sistemi var ya, onun gibi çalışan kafama ve ruhuma sıçarım lan! Kızmak, köpürmek, nefret etmek vakti bile geçmişken hala özlemle anılanlar varsa ben öyle hafızanın ta amına koyarım! Yeter lan, yeter yeminle.

O değil de, şu benim ele bir çözüm bulsak, hep aynı yere gitmese ne güzel olacak.

Konferansın Ardından

Çok yorulduk ama çok güzel bir işin altından kalktık. Birkaç ufak sorun -ki bizden kaynaklanmayan sorunlardı çoğu- haricinde hiçbir sıkıntı olmadan bitirdik bu işi. Bir tek benim için kişisel bir sorun oldu. Birkaç hafta önce tanıdığım, kendisini çok beğendiğim ve konferansa katılacağını görünce kaynaşırız diye sevindiğim insanın sevgilisi olduğunu öğrendim bir arada. Onun adına sevindim. Şahsım adına üzüldüm mü bilemiyorum. Kanıksadım galiba kısmetsizliğimi. Artık hiç dokunmuyor böyle şeyler.

Eeeh!

Evime gidiyorum artık arkadaş. Yeter çalıştığım. Yetmez aslında ama gitmek lazım. Sıkılmadım da pek aslında. Acıktım ama. Karnımızı da doyurmak gerek değil mi? Hem daha ütü yapılacak. Yarın için hazırlıklar falan var. Malum başlıyor konferansın telaşesi.

Zımbacı Geldi Hanııım!

Yok mu zımbalanacak bir şeyiniz evladım? Getirin zımbalayayım. Elim alıştı nasılsa. Az evvel yedi ayrı gruba ait ve her grupta altmışar kopya bulunan toplam 960 adet kağıdı 420 zımba teli kullanarak zımbaladım. Baştan aklıma gelmedi yoksa süre tutardım ne kadar zamanda yapabildiğime dair. Arada başka şeylerle de ilgilendim yoksa tahmini bir zamana ulaşabilirdim. Neyse, çok da önemli değil. Zaten zımba işi bittikten sonra da yapılacak işler var. Misal, insanların neredeyse iki ay önce çalışmalarının tam metinlerini verdikleri bir konferans için tam metnini yazmaya hiç yeltenmediğim bir çalışmanın sunumunu hazırlamam gerekiyor. Ah ah! Gençliğimde böyle tembel miydim ben?

İş Atma Gız

"Ahahaha ne komik!" diye lafa giren insanlara zaman zaman gıcık olurum. Her zaman değil ama bak haksızlık olmasın. Arada sırada gıcık olurum. Ama bugün gıcık olmamaya karar verdim çünkü kendim de öyle gireceğim lafa.

Ahahaha ne komik! Bilmem ne kadar zaman evvel bir arkadaşa bakıp çıkmak için gayet.net'e üye olmuştum. Ciddiyim bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, daha başka bir niyetim yoktu. Baktım çıktım zaten. Üyelerinin niyeti gayet net olan bir sitede benim ne işim olur değil mi? Aslında hiç de fena olmaz. Profili falan biraz afilli hale mi getirsem acaba? O kadar zavallı halde ki profil, galiba zorunlu olan bilgileri girip geçmişim. Eğitim, meslek, bildiğim diller, tuttuğum takım falan hiçbiri yazmıyor. (Şu tuttuğu takım lafı her geçtiğinde beni bir gıcık tutuyor, ne pis kalpli bir adamım yahu!) Fotoğraf hak getire zaten. Neyse, mevzuya gelelim.

O arkadaşa bakıp çıktıktan sonra gayet.net üyeliğimi falan unuttum ben tabi. (İyi reklam yaptık lan bu arada. Para falan mı istesem adamlardan. Günlük altı-yedi ziyaretçim var, bunların %70'i hemen çıkıyor. Bu hesapla para falan almam imkansız. Boşverelim en iyisi.) Az evvel pek bir mühim (vallahi mühim) iş peşinde koştururken gtalk'un mail uyarısı çıkıverdi. "Gayet.net, sessizsakin, göz kırptı" falan bir şeyler yazıyordu. "Noli la!" şaşkınlığını attıktan sonra işime devam edip bittikten sonra mail kutumu açtım. Mevzu şuymuş efendim. İstanbul'dan 33 yaşında bankacı bir hanımefendi bana göz kırpmış. Mevzuyu da bilmiyorum ki göz kırpmak ne demektir. İş atıyor diyeceğim de hakkında hiçbir bilgi olmayan birine niye iş atsın yahu hatun? Bence sitenin bir bok yemesi bu ama beni ağlarına düşüremezler. Düşsem mi ya yoksa? İkinci kez bu soruyu sorduğuma göre ciddi ciddi düşünmekte fayda var. Etrafımızdakilerden bir çözüme ulaşamadık, bakarsın internetten buluruz birilerini. Hayır, korkuyorum sonum Zuhal Topal'ın programına çıkmak olacak bu gidişle.

Şaka şaka, Zuhal Topal'ın programına çıkmaktan falan korkmuyorum. Hani insanoğlunun başına ne gelir bilinmez elbet ama şimdilik o kadar kötü durumda değilim. Sadece duvarlara tırmanma antrenmanları kesmez oldu biraz o nedenle tavanda durma egzersizleri yapmaya başladım o kadar. Bir müddet daha idare edelim böyle de sonrasına bakarız.

Analytics Meseleleri

Analytics ayarlarımda bir sıkıntı var sanırım. Sevgililer gününde bir haller olmuş bloga ne olmuşsa. O günden beri sadece iki ziyaretçim var görünüyor. Şimdi hatırlamıyorum tam olarak ama galiba ben blogda tema değişikliğine gittim 14 Şubatta. "Bu yıl da mı sevgilimiz yok ulan! Bu yıl da mı eller çifter çifter gezerken bize yalnızlık düştü?" isyanının sürüklediği bunalımdan ötürü böyle hareket etmiş olabileceğim geliyor aklıma. Neyse. Temayı değiştirirken analytics kodumu eklemeyi unutmuş olabilirim. Ama aradaki iki ziyaretçiyi nasıl algıladı acaba onu merak ediyorum. Geçişler yahut değişiklikler esnasında blogger'ın klasik temalarından kullandığım oluyordu. Malum hepsi Google denen şirketin siteleri, belki entegre çalışıyorlardır o tür durumlarda. Aman, ne bileyim ben. Öyle bir sorun vardı işte. Bu sabah aklıma geldi. Dün temamı bir kez daha değiştirince (bu defa temam içime sindi açıkçası, hem de neredeyse hiçbir şeyle oynamadan) aklıma geldi ondan kaynaklanmış olabilir mi diye. Bu sabah ekledim kodu. Bakalım tekrar almaya başlayacak mı istatistikleri. İşin ilginç yanı sürekli olarak veri alınıyor görünüyordu, hala da öyle görünüyor. Biraz zaman geçip sonuçları görmeden öğrenemeyeceğim anlaşılan. Hani sağ alttaki sayaç günde bir iki tane de olsa ziyaretçim olduğunu göstermese hiç kıllanmazdım da öyle garip bir durum var. Şöyle böyle öyle işte.

Kasımpaşa Neresi?

İnsan sevdiklerini mutlu görmekten hoşnut olur. Değer verdiklerimizin iyiliği sevindirir bizi. Kızgın ve kırgın olduklarımızın mutluluğu/mutsuzluğu ise kişiden kişiye göre değişik duygular doğurur sanıyorum. Kimileri ne kadar nefret ederse etsin karşısındaki insandan onun üzülmesini istemez yahut sevincine üzülmez. Zaten tamamen nefret edemez herhalde o insanlar hiçkimseden. Kimileri ise haz duyar sevmediği insanın mutsuzluğundan ya da üzülür onu mutlu görürse.

Peki geçmişte kalan, artık kişinin hayatında yer kaplamayan insanlar üzülür yahut mutlu olursa ne hisseder insan? Onlara değer vermiş olması yahut onlardan nefret etmiş olması vaktiyle bir şeyleri değiştirir mi? O kişilerin başlarından geçenleri öğrenmesi, sevinmek yahut üzülmek duygularıyla mı açıklanır yoksa sade bir meraktan ötürü müdür geçmişte bıraktıklarının hayatlarındaki değişimleri takip etme isteği?

Aşağısı Kasımpaşa demek isterdim. Diyebildiğimden çok emin değilim. Kasımpaşa değilse neresi derseniz cevabım yok. Ne Kasımpaşa ne değil, öyle bir muamma galiba.